Küresel kapitalizm ve kolektif emperyalizmin rutin krizi giderek derinleşmektedir. Bu kriz alt ve orta ülkelerde çöküş şeklinde devam etmektedir. Kapitalizm çevrim içindeki toparlanmada ciddi zorlanmaktadır. Bu durum ABD ve Almanya, İngiltere, Fransa dahil enflasyonun yüzde 8-11 arasında yükselmesi ve işsizlik ve yoksulluk olarak da görünür şekilde yaşanmaya başlamıştır. Bu noktada şu tip kıyaslamalar doğru değildir, bilimsel değildir ve vulgerce değerlendirmelerdir.
Örneğin Türkiye ve Venezuela vb. gibi ülkelerde enflasyonun yüzleri aşması ve yüksek işsizlik ve derin yoksulluk ve açlığın yükselmesi kapitalizmin ayrı bir versiyonudur. Bu durum ABD ve diğer Avrupa ülkeleri ile kıyaslanıp bu ülkelerin bilerek veya bilmeden aklanmasını, olumluluğunu göstermektedir. Oysa bu ülke kapitalizmlerinin gelişmişlik düzeyi bu küçük gibi gözüken enflasyon, işsizlik, yoksulluk oranlarına endeksli olduğu için bu yüzdeler bile o ülke işçi ve emekçilerinin hareketlenmesine, yer yer direniş ve isyanına yol açmaktadır.
Küresel kapitalizmin bu nesnel durumu dijital sermaye birikimi başta olmak üzere sermaye temerküzünün giderek az elde toplanmasını getirmektedir. Bu kapitalizm ilkel birikim döneminin yağma ve talanını çağrıştırmaktadır. Modern yağma ve talan ( özellikle tarım alanın da ) ve modern makine kırıcıları ( Ludizm ) yaşanırsa sürpriz olmayacaktır. Kapitalizmin bu barbarlık durumu 300 milyona yaklaşan mülteci ve sığınmacıların varlığı ile de açık olarak görülmektedir. Gelinen noktada bu durum uygarlık krizi ve nihai kriz olarak adlandırılmış, şekillenmiştir.
Küresel kapitalizmin ve kolektif emperyalizmin bu nesnel durumu ayrıca savaşlar üretmeye de meyillidir. Rusya-Ukrayna savaşı bir kez daha Lenin’in özel mülkiyet ( Buna devlet mülkiyetini de ekleyelim ) var olduğu sürece savaşlar potansiyel yıkım olarak yaşanacaktır tezini daha da güçlendirmiştir. Bu savaşla açılan savaş alanı diyalektik olarak kapitalizmin dünya sistemi olmasından dolayı diğer bölgelere de sıçrarsa sürpriz olmayacaktır.
Bu noktada unutmayalım Rusya, Ukrayna savaşı da devam etmektedir. İlk günlerdeki yoğunluk olmasa da savaşın getirdiği ölümler, yaralanmalar, göçmenlik vb. gibi bütünsel olumsuzluklar yıkım olarak devam etmektedir. Bu kirli savaşın aktörleri bu savaşın durdurulması ve geçici ve kalıcı barışa bütünsel çıkarlarına aykırı olduğu için yanaşmamaktadırlar. Silah tüccarları, silah sanayi savunma kompleksi ve özellikle tarım alanında pazar kavgası barışın önünde temel engel olarak görülmektedir. Savaşın bir özgün kirliliği de paralı askerlerin savaş içinde olmasıdır. Son günlerdeki örnek iki İngiliz askerin Rusya tarafında esir alınmasıdır. Bu esir durumunun pazarlık ve takas olarak kullanılması da ayrı bir kirliliktir. Bu bütünsel kirlilik durumu da “savaşta önce gerçekler ölür” sözünün tekrar tekrar teyidi olmuştur.
getirdiği ekonomik yıkımda devam etmektedir. Her ülkeye yansıması biçimsel farklılıklarda gösterse de savaş bütçeleri sonuçta işçi ve emekçilere pahalılık, işsizlik, ücret ve gelir düşüklüğü olarak dönmektedir. Örneğin İngiltere’de ulaştırma işçileri greve çıktılar, hükümet ise grev yasağını, yasalaştırmaya çalışıyor. Türkiye’nin ise tarım alanında savaşan iki ülkeye de bağlantılı durumu özellikle pahalılığı ekstra yükseltmiş durumda. devamı bu olumsuzlukları daha da artıracaktır.
Bu küresel kapitalizmin genel durumuna dönük değerlendirme girizgahından sonra Türkiye cephesine geçebiliriz. Özellikle güncel gelişmeler olarak kapitalizmin kirliliği ve faşizmin karanlığı hız kesmeden devam etmektedir. Kapitalizmin bu özgün kirliliği aynı anda yaşanan yüksek enflasyon- pahalılık, yüksek işsizlik, alım gücü düşüklüğü olarak çoklu sarmal olarak devam etmektedir. Bu durum derin yoksulluk ve açlık olarak ve çalışan yoksulluk olarak döndüğü için kapitalizmde ciddi kırılmalar, açmazlar, tıkanmalara yol açmaktadır. Elbette kapitalizmin bu ekonomik varlığı ve gidişatı ancak güvenlikçi devlet ve faşizmde uygulanırdı ki gelişmeler ve uygulamalar da bu doğrultudadır.
Gelinen noktada seçimin zamanında yapılacağını düşünürsek temel sorun yalnızca seçim ve sandık güvenliğinden daha fazlasını ifade eden faşizm cephesinin hazırlıklarını da ifade eden “yıkıcı kaos” durumudur. SADAT gibi paramiliter ve kontrgerilla yapılanmalarının bu kaotik ortamdan vazife çıkararak görevlerini ifa etmeleri riski devam etmektedir. Bu noktada akut bir zorunluluk olarak anti-faşist cephesinin de en geniş birlik çerçevesinde hazırlıklı olması temel bir öncelik ve zorunluluk olmuştur.
Son dönem ve günlerde ki gelişmelere baktığımızda bu durum açık ve net olarak görülmektedir. Öncelikle Kürt hareketi ve HDP’ye dönük saldırılar başka versiyonlar ile devam etmektedir. HDP’nin kapatılmasının daha yükseldiği, siyasi tasfiyenin daha da hızlandığı dönem ve günlerden geçiyoruz. Bu durumun temel nedenini HDP’nin somut durumu belirlemektedir. Yani yine Kürt sorunu hemen her şeyi kesen, etkileyen, belirleyen olarak çözüm beklemektedir.
HDP’nin kuruluş anından bugüne yalnızca Kürtlerin değil tüm diğer halkların partisi olarak açılımı somut durumda HDP’yi siyasi ve toplumsal muhalefetin nesnel olarak öncüsü yapmıştır. Bunun somuttaki ifadesi aynı zamanda anti-faşist cephenin de öncüsü olmayı getirmiştir. Niceliksel olarak 10 milyonu aşan bir kitlesellik ve karşıtlarının bile kabul ettiği en bilinçli kitleyi temsil eden niteliği bu öncülüğün somut nedeni olmuştur. Ayrıca canlı organizma gibi eş genel başkanları da dahil binlerce yöneticisinin cezaevinde olmasına rağmen varlığını ve sürekliliğini, örgütselliğini yenileyerek devamı da öncülüğünün önemli nedeni arasındadır. İşte bu arka plan gerçekliği HDP’ye dönük saldırganlığı hız kesmeden devam ettirmektedir.
Son güncel duruma baktığımızda, Kadıköy’de gösteriye polis saldırısı sonucu DBP kadın milletvekilinin polise yumruk attığı yoğun şekilde tartışılmıştır. Nasıl ki Kürt sorununu ilgilendiren bir konuda tüm burjuva muhalefet ( Bazı istisnalar dışında ) iktidarın yanında yer alıyorsa bu konunda da tüm muhalefet istisnalar olmadan iktidarın yanında yer almışlardır. Hemen her eylemde ( Yasal olarak alınanlar da dahil olmak üzere ) polisin aşırı şiddetine karşı insanların savunma amaçlı refleksleri, insani bir tepkidir. Böylesi bir durumda kimilerinin sessiz kalması, herkesi kapsamaması da doğal bir insani tepkidir. Ama sonuçta bu milletvekiline karşı tepkinin arka planını Kürt karşıtlığı ve ırkçılık oluşturmaktadır.
Yine hemen her gün HDP’ye dönük gözaltılar, tutuklamalar devam etmektedir. Biz bu yazıyı yazarken İstanbul’da ve diğer illerde HDP’ye dönük göz altıların haberi ile karşılaştık. En bilinçli ve hazırlıklı saldırı, gözaltı ve tutuklamalar, Kürt coğrafyasında faaliyet yürüten 22 gazeteciye dönük olmuş ve 16 sı tutuklanmıştır. Gerekçe hep aynı rutin ezberler olan terörle iltisaklı olmak vb. gibi. Bu bir kaç gazeteciyi değil bu derece çok gazetecinin gözaltı ve tutuklanması getiriyorsa bu tümden Kürt basınını susturma amaçlıdır.
Yasal olarak olmasa da fiiliyat da olağanüstü şartların yaşandığı Kürt coğrafyasında basın bölgenin adeta beyni, kalbi gibidir. Takiye ve bilgi kirliliğinin yoğun olduğu yerlerde bu basın doğru habercilikle adeta turnusol işlevi görmektedir. Dolayısıyla bu tutuklamalar ya olanların üzerini örtmek veya olacak olanların haberlerini kesmek için gündeme gelmiştir. En vahimi de topyekun bir kırım şeklinde saldırı olması ile yaşanacaktır . Kurban bayramından sonra geniş çaplı bir Kuzey Irak operasyonu da gündemdedir. Sonuçta tüm halklar artık doğru haberleri öğrenemeyecekler. Çünkü resmi basın devrede olacaktır.
Diğer alanlarda da saldırı ve baskılar devam etmektedir. TİP’nin köprüye astığı Gezi’ye dönük pankartına karşı fiili saldırı, orada bulunan Genel Başkan Baş ve Şık, Kadıgil’in telefonunu denize atacak kadar kinle devam etmiştir. Bu durum egemenler nezdin de Gezi kabusunun devam ettiğinin bu olayda da somut teyididir. Ayrıca TİP’in giderek gelişmesi de bu saldırının önemli nedenlerinden olmuştur.
Yeni paramiliter yapılar gizlenenler dışında bir bir ortaya çıkmaktadır. Bu süreç devam edecektir. Son günlerde İzmir’de ortaya çıkan Fedailer adlı karanlık yapı özel kimlik taşıyarak görevlerine devam etmektedirler. Bu ve benzeri yapılar burjuva yasaların bile kifayetsiz kaldığı ancak otoriter, güvenlikçi devlet koşullarında uygulanabilir.
Bu arada kapitalizme , siyasi İslam ve faşizme rengini veren Erdoğan’ın ilginç de olan açıklamaları devam etmektedir. İlginç olanlarla başlayalım. Erdoğan yine adeta şapkadan tavşan çıkarır bir açıklama yaptı. Geziciler camiyi yaktı dedi. Ayrıca 1982 de yapılan Van Yüzüncü üniversitesini biz yaptık ve seçilme yaşını 18 e biz indirdik diyerek bugüne kadar önceden yapılan hava alanı vb.gibi yerleri de biz yaptık diyerek seriye devam etti.
Erdoğan’ın bu potlara bütünsel saiklerle devam ettiğini düşünüyoruz. Yani hem medyanın yüzde 95 ini elinde tutarak ( kendi kitlesinin tek bilgi kaynakları buralar olduğu için ) kendisinin bugüne kadar elindeki hemen tüm argümanları tükettiği için elindeki tek argümana sarılmaktadır. Bu da bilerek verdiği yanlış tarihlerdir. Bu kendi partisinden kopuşu engellemek saikiyle alıcısı olduğu bir kitleyi tutma çabasıdır. Hem de kaybetme durumu yaklaştıkça şaşkınlığın ,tükenmişliğin sonucu olan ana - kronik bir psikolojik durumu olması da sürpriz olmayacaktır.
Yine Erdoğan malumun ilanı olarak bir açıklama yapmıştır. Erdoğan beni eleştirmek devleti eleştirmektir veya bana karşı olmak devlete karşıdır diyerek adeta padişahlığını, halifeliğini bir kez daha ilan etmiş, ispatlamıştır. Bu tutumu bugüne kadar bir dizi olayda hem AKP içinde ve dışında görülmüştür. Son günlerin somut örneği ise TÜSİAD ‘ın kendi çıkarlarına dönük özellikle enflasyona dönük açıklamalarına karşı adeta zehir zemberek açıklama olmuştur. TÜSİAD’ın Başkanına çırak diyerek, akıl veremezsiniz, kapımızdan içeri giremezsiniz diyerek adeta tehdidi de içeren bu açıklama bizce sürpriz olmamıştır. Devlet serasında palazlanan tekelci sermaye bu anlamda siyasi olarak omurgasız olduğu için sessiz kalması veya ses çıkarması da kendi çıkarları gereği olacaktır. Ayrıca bu sert gözüken kavganın yüksek anlaşma ve barış ile bitmesi de ideolojileri gereği doğal olacak, sürpriz olmayacaktır.
Bu dünya ve Türkiye ile ilgili genel değerlendirmeden sonra bu bölüme son günlerdeki gelişen konu ve olayların öne çıkanları ile devam ediyoruz.
Kiraların yüzde 25 le sabitlenmesi üzerine bir değerlendirme yapmak önemli ve zorunlu olmuştur. İnsan yaşamında gıda ve barınma en temel yaşam araçlarıdır. Bu konularda asgari olumluluk insani bir durum olup kapitalizm içinde de mücadele ile alınabilir, yer yer de alınmıştır. Eğer Engels Konut Sorunu diye kitap boyutunda bir çalışma, araştırma , inceleme yapmışsa konunun dönem içinde de öneminden kaynaklıdır. “ Barakalara barış, saraylara savaş” sözünü de bir yanıyla da konut sorunu çerçevesine gündeme getirmiştir. Özellikle İngiltere’de gelişen sanayileşmeye karşı gelişen işçi sınıfının fabrika çeperlerinde barakalarda ve çok sağlıksız barınma koşullarında yaşamalarını konu yapmıştır.
Gelinen noktada hiper enflasyona yaklaşan pahalılık gibi hiper kiralar ve konut alım satımları adeta el ve cep yakar duruma gelmiştir. Özel ve devlet tekellerinin konut alanlarında egemenliği arz ve talep de dahil fiyatları belirlemeleri aşağılara yüksek kira, yüksek konut alım satımı olarak dönmektedir. Liberal veya kapitalizm sınırlarını aşamayan ekonomistlerin bu olumsuzluğu dolar artışı ve maliyet artışına bağlamaları sonuç olup, ince bir illüzyon ve manipülasyon tutumudur. Sorunun kendisi ve nedeni olan kapitalizmin tekelci yanını görmeme halidir.
Dolayısıyla işçi ve emekçiler bu derece yüksek kiralar ve önceleri emekli ikramiyesi ve her şeyden olağan üstü kısarak bir mütevazi ev alabilirlerken artık konut için milyonların konuşulduğu durumda bu da tarih olmuştur. Bir yandan yüksek zamlar yani dayanılmaz boyutlarda pahalılık, yüksek işsizlik, düşük ücret sarmalına bir de özellikle yüksek kiraların eklenmesi adeta toplumsal patlamaya yol açacak boyutlarda dikkat çekmeye başlamıştır. Özellikle son dönemde öğrenci başatlığında başlayan “Barınamıyoruz” eylemleri bir gerçek ve zorunluluk sonucu yaşanmıştır.
İşte böylesi sosyal patlamanın ( Örneğin Gezi veya benzerleri gibi ) endişesi veya korkusu egemenleri kiraları yüzde 25 ile sabitlemeyi getirmiştir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da , bu konuya da taraf olan, karşı olan veya ortada olanların tartışması yoğun şekilde devam etmektedir. En ciddi zafiyette konuya insanların nesnel değil kendi konumlarına göre bakmalarıdır. Yani ev sahibiyse öylece, kiracıysa ona göre bakmak gibi.
Biz ise her konuda olduğu gibi bu konuda da Marksizm referanslı yani en madunun yanında olarak konuya yaklaşımın doğru ve bilimsel olduğunu düşünüyoruz. Yani kiracılar ve konut sahipleri arasında sınıfsal farkları net olarak görmeliyiz. Ama en alt düzeyde geliri olan ( Asgari ücretin de çok altında olan kiracılar gibi ) kiracı ile bir ev sahibi olan veya bir ev kirası geliri olan ev sahibi ile kıyaslandığında madun durumundaki kiracıdan yana olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Milyonlarca bu tip madun kiracılar için bu yüzde 25 in bile çok olduğu bilinmektedir.
Elbette bir ev geliri olanları da önemseriz ve dikkate alırız ama onların bu madun durumundaki kiracılardan yüksek kiralar almasını değil, kapitalizm ve onun devletinden geçimlerinin kolaylaştıran tedbirleri almalarını ( pahalılığın engellenmesi veya düşük ücretlerin artırılması gibi ) istemeleri olmalıdır. Yine sınıfsal farklılık olarak özellikle yüksek kira verenler ve yüksek kira gelirleri olanların bizim sınırlarımız dışında olduğunu da özellikle belirtelim.
Yine son günlerin öne çıkan bir olayı da Ankara’da aşırı veya yüksek derece de ( metrekareye düşen miktar olarak ) yağmurun sonucu 4 insan kaybı ve bir çok evin adeta telef olması sonucu oturulamaz hale gelmesidir. Bir Ankara doğumlu olarak ironi olsa da uzun yıllar sonra denizi de görmüş olduk. Elbette bu yağışın bir doğa olayı olması ve bu şiddette olmasının önüne geçmek mümkün olmasa da bu yağışın öncesi , sırasında, sonrasında alınan bilimsel ve insan ihtiyaçlarına dönük tedbirler zararı en minimuma indirecektir.
Dolayısıyla bu yaşanan yağışın uzun zaman öncede yaşandığını açıklayan bilim insanları böylesi bir felakete yol açmadığını belirmektedirler. Açıktır ki Ankara’daki bu felaketin nedeni doğa olayı değil tartışmasız insanın normal hali olmayan kapitalizmdir. Bir de buna insanlıktan uzak uygulamaları ve kişisel zenginliği dışında hiç bir amacı olmayan Gökçek’in 25 yıllık belediye başkanlığında yağma, talan ve saltanatını düşündüğümüzde bu felaket sürpriz olmamıştır.
Bilimsel olarak yağışı çeken toprağın yüksek bina ve AVM ler ile betona çevirmek ve yağmur ormanlarının tahribi ve imara açılması bu felakete geliyorum dedirterek adeta davetiye çıkarmıştır. Ayrıca gereksiz ve ihtiyaç olmayan alt ve üst geçitleri zenginleşme olarak açarak yağışın yıkımına yol açmıştır. Derelerin ıslahı yapılmayarak , buralar da yoksul insanları yaşamaya mahkum etmek kapitalizmin aleni kirliliğini göstermektedir. Bu felaketten mağdur olan ve yıkım yaşayanlarda elbette yine yoksullardır.
Sonuçta bazı ülkeler yüksek teknoloji kullanarak bu yağışları en az zararla atlatma yollarını bulmuşlardır. Dolayısıyla Ankara’da mevcut belediye bu ülke deneylerinde öğrenmeli ve ders almalı ve yalnız sel, yağış felaketi değil diğer tüm felaketler için öncesi, sırasında, sonrasında hazırlık yapmak için bir bütçe ayırıp bunun gereğine hemen başlanmaz ise Gökçek döneminin aranması sürpriz olmayacaktır.
Bu dönemin öne çıkan ve yasalaşan bu anlamada tüm muhalifleri ilgilendiren bir diğer konu da sansür yasası olmuştur. Nasıl ki kadınlar mücadele ile İstanbul Sözleşmesinde egemenlere geri adım attırdılarsa, eğer sansür yasası onaylanmadan ülke çapında bir mücadele yapılsaydı bu yasa geçmeyebilirdi. Belki sansür yasası yeni olduğu için henüz gidişat belirsiz olsa da zamanla uygulamada yıkım ( izafiyetten kaynaklı boşluklar ile birlikte ) net olarak görülecektir.
Bu yasanın temel amacı ise faşizmin iktidarının adeta mihenk taşı olmasıdır. İtalya ve Almanya’da faşizm döneminde muhalif basına dönük yoğun sansür unutulmamalıdır. Örneğin yeni olarak Kürt basınından 16 gazetecinin tutuklanması bu yasanın çıkarılmasının önemli nedenlerinden olmuştur. “Dezenformasyonla mücadele” bahanesiyle gündeme getirilen 40 maddelik kanun teklifi basın üzerinde ekstra bir sansür ve adeta basına dönük bir kelepçe, balyoz işlevi görecektir.
gerekçesinde “ Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayarak endişe, korku veya panik yaratma, ülkenin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini ve kamu barışını bozmaya yönelik” yayın yapanlar 1 yıldan 3 yıla kadar hapis. Bunun örgütlü yapılmasında daha fazla ceza uygulanacak. İşte böylesi öznellikle hazırlanan ve yasalaşan bu sansür yasası, sansür dışında, oto sansüre yol açarak adeta ya benim gibi düşünüp yazacaksın yada cezaevi. Bu yasayla susmak serbest, konuşmak kelepçe olacaktır.
Artık devlet ve hükümete karşı en makul eleştiriler bile bu yasayla ceza konusu olabilecektir. Yolsuzluk, SADAT veya diğer paramiliter, kontrgerilla yapılanmaları vb. gibi konuları gündeme getiren gazeteciler ülkenin iç ve dış güvenliği ve kamu düzeni ve kamu barışını bozma saikiyle cezalandırılacaktır. Sonuçta güvenlikçi devletin sokağa çıkanlara karşı şiddeti tam boy devam etmektedir. Bu noktada muhaliflerin elindeki hemen tek kalan iletişim ve haberleşmenin de alınması adeta ciğerlerin dışında nefesin de gaspı demektir. Eğer kadınların direnişi gibi bir mücadele hattı izlenirse bu yasada da egemenlere geri adım attırmak mümkün olacaktır.
Son günlerin öne çıkan ve yoğun tartışılan bir başka konusu da yine Alevilik üzerine olmuştur . İyi Partili bir milletvekilinin bir programda Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığında alevi olmasından kaynaklı kazanamayacağı mealli açıklaması ne anlama geliyor. Bizimle bu insanlar arasında Alevilik konusunda temel fark net olarak görülmelidir. Biz Alevilerin dostları olarak nesnel bir durum veya sosyolojik bir gerçeklik olarak Kılıçdaroğlu aday olur ve kazanamaz ise bunun önemli nedenlerinden birinin alevi olmasından kaynaklı olacağını söylemiştik.
Bu milletvekili ve benzerlerinin Alevilik konusunda açıklamaları ise ideolojik-siyasi saiklerle ve sağ, ırkçı bir anlayışla yapılmaktadır. Dolayısıyla bu anlayış sahipleri tepkiler üzerine tevil yoluna gitseler de bu bir dil sürçmesi değil, ideolojik-siyası anlayışlarının sonucudur. Milletvekilinin bu açıklaması üzerine Akşener’in hitabet gücüyle Kılıçdaroğlu ve Alevilerden özür dilemesi solun bir kısmında da adeta göklere çıkarılarak övüldü. Oysa burada temel önemde olan Akşener’in özür dilemesi değil bu milletvekilinin neden ırkçılığı çağrıştırıcı bir dil kullanmasının arka planıdır. Daha öncede ırkçılığı tavan yapmış bir İyi Partilinin HDP konusunda faşizan, ırkçı açıklamasının görülmesi de bu açıklamaların kişisel bir tutum olmadığını göstermektedir.
SONUÇ YERİNE
Kapitalizmin kirliliği ve faşizmin karanlığı giderek yükselmektedir. Bu noktada sosyalistlere – komünistlere dönük eleştiri ve tartışmalar da devam etmektedir. Bir yanda bu derece başta hiper enflasyon-pahalılığa yaklaşılmasına rağmen ekonomik yıkım işçi ve emekçilerin sessizliğini ortadan kaldırmıyorsa bu durum önemlidir ve nedenseldir. Diğer yanda daha görünür olarak Fransa ve diğer ülkeler ve Türkiye’de de dahil giderek yasamanın gücünün zayıflaması ve yürütmenin güçlenmesi kapitalizmin üst yapısal olarak geldiği noktayı göstermektedir.
Dolayısıyla bu olumsuzlukların çözümü ve adeta panzeri üzerine bir önemli yan üzerinde kısaca durarak yazıyı sonlandırmak istiyoruz. Nesnel bir gerçeklik olarak bugün somut duruma baktığımızda geniş işçi ve emekçilere ses olacak, kalkan olacak, güven verecek sosyalist-komünistlerden dışında başka kimseler yoktur.
Bu noktada bir illüzyon durum Marksizm çerçevesinde sosyalizm- komünizm doğru ve radikal kurtuluş bile olsa ulaşmak zor olduğundan ve uzun zaman alacaktır , dolayısıyla ütopyadır diyerek başka bir kulvara geçmektir. Çözümünde daha rahat ve kolay olan reformizme veya liberalizme çark etmede aranması, bulunmasıdır. Biz ısrarla ve geliştirebildiğimiz kadarıyla adı ve aslına uygun sosyalizm-komünizmin diyalektik olarak kavrandığında yaratıcı ve uygulanabilir olduğunu söyledik ve devam ediyoruz.
Bilimsellikte toplumsal olaylar da mutlak reçete aramak vulger bir anlayış olup savunulamaz. Yani bugün devrim ve sosyalizm-komünizmin gerçekleşecekmiş gibi bir bilgi, bilinç donanımında olmak devrimci bir tutumdur. Tersi muhafazakar ve arkaik bir tutum olacaktır. Bu noktada bir yanlış ve illüzyon anlayışta, sosyalizm- komünizmin uzun vadede gerçekleşmesi mümkün olduğu için o dönemde nasıl şekilde gelişeceğinin bilinmemesidir. Bu noktada diyalektiği öne sürerek bugünden sosyalizm-komünizm konusunda muhtevaya dönük görüş belirtmemek sonuçta a-politik bir tutum olacaktır.
Dolayısıyla Marksizm çerçevesinde kapitalizmin bütünsel açılımı gibi aynı saiklerle sosyalizm- komünizm konusunda da açılım yapmak olmazsa olmaz noktada önemli hale gelmiştir. Çünkü biz yalnızca kapitalizme karşı olduğumuz için sosyalist-komünist değiliz, aynı zamanda sosyalizm- komünizmi bir yeni bir paradigma olarak da savunmalıyız. Geniş işçi ve emekçi kitlelerinin uygulanabilir bir alternatif olarak sosyalizm-komünizmin açılımı ile donanımlı olmaları gerçekleşirse kendilerini de özne olarak ( Üreten ve yöneten olarak ) görecek sistemin ancak sosyalizm-komünizm olması noktasında katılım ve mücadele azmi gelişecektir. Bitirirken şunu da özellikle belirtelim. Bu değerlendirmeyi soyut bir düzeyde değil, son günlerde kendi çevremde bu çerçevede somut olarak yaşadığım duyum ve tartışmalardan gündeme getirmeyi önemli ve uygun gördüm.