Temelde Türkiye kapitalizminin güncel gelişmelerini değerlendirirken, kapitalizmin bir dünya sistemi olmasından kaynaklı ve enternasyonal bir görev olarak küresel kapitalizmdeki gelişmeleri değerlendirmeye almamız, yıkımın benzerlikler taşıması ve her ülkenin somut durumunun örnek ve ders niteliğinde olmasındandır.
Dolayısıyla küresel kapitalizmin kriz-çöküş durumu adı konsun veya konmasın devam ediyor. Yani ekonomik, ekolojik ve savaş üretmesi hız kesmeden sürmektedir. Bu durum bazı ülkelerin öne çıkmasıyla daha görünür hale gelmiş durumdadır.
Genelde Avrupa’yı kapsaması anlamında Almanya’nın ekonomisinin son durumunu ele almak önemli olacaktır. Ayrıca son dönemde Sırbistan’da gelişmelerde önemli olmuştur. Yine özellikle Güney Asya ve Batı Afrika’da bazı ülkelerde son dönemde kaynama, hareketlilik adeta turnusol olmuştur. Özellikle Bangladeş, Nijerya,da ki gelişmeler giderek domino etkisi yaratacak, zayıf halka olması anlamında devrimci hareketlilik yaşanması da sürpriz olmayacaktır. Bu devrimci hareketlilik kısa erimde ezilenlerin, açlık ve yoksulluk çeken milyonların biraz da olsa nefes almasını sağlayacaktır. Bu noktada bu ülkelerdeki son dönem ve günlerdeki gelişmelerin genel değerlendirilmesi önemli olacaktır.
Avrupa arenasında kolektif kapitalist emperyalist ülkelerin öncülerinden biri olan Almanya’nın ekonomik kriz koşulları diğer Avrupa ülkeleri içinde diyalektik saiklerle emsal teşkil edip süreç içinde daha görünür olacaktır. Bir dönem Osmanlı için “hasta adam” tanımlaması artık “ Almanya yeniden Avrupa’nın hasta adamı mı?” diye sorulmaya başladı. İlk kez bu tanımlama 1999 yıllarında yapılmış. Elbette bu tanımlamanın temelini küresel kapitalizmin gelinen aşamada yeni değer, fazla değer, artı değer oluşturmada zorlanması oluşturmaktadır. Bir zamanlar “ekonomi mucizesi” diye tanımlanan Alman ekonomisinin “ Avrupa’nın hasta adamına” dönüşmesinin temel belirtileri mevcuttur.
Ekonomideki küçülmenin 2030’da kadar büyümeye dönüşmesi beklenmiyor. Beş yıl önce büyümenin yüzde 2,5’e kadar çıktığı ülkede, özellikle sanayi dallarında büyük bir daralma yaşanıyor. Sanayisizleşme tehlikesi her geçen gün daha fazla dile getiriliyor. Bu daralmadan kaynaklı şimdiden on binlerce işçinin işten atılması planlanıyor. En büyük otomobil tedarik zinciri Bosch, 2025’in sonuna kadar 2 bin işçiyi işten çıkaracak. İkinci büyük otomobil tedarik şirketi ZF, Almanya’da ki 54 bin çalışandan 14 binini 2028’e kadar işten atacağını açıkladı. Tedarik şirketi Webasto, 16 bin çalışanın yüzde 10’unu işten atacak. Çip üreticisi Infineon aşırı üretim nedeniyle 1400 işçiyi işten çıkaracağını duyurdu. Yazılım alanında Almanya’nın en önemli tekeli SAP, 10 bin çalışanı işten atacak. Kimya sektöründe BASF, üçte bir Almanya’da olmak üzeren2 bin 600 işçiyi işten atacağını duyurdu. Elektrikli ev aletleri üreten Miele, 2 bin 700 işçiyi işten çıkaracağını duyurdu. Tümüyle bakıldığında işten çıkarılacak kalifiye işçi sayısı 70 bini buluyor.
Birçok burjuva ekonomisti illüzyon yaratarak küçülmeye gerekçe olarak “kalifiye iş gücü yetersizliğini” gösteriyor. Oysa küçülmeye temel neden Ukrayna savaşı olup silah tekellerinin -silah sanayi kompleksinin varlığı yani yüksek kârlılık adeta diğer alanları bitirerek küçülmeye neden olmaktadır.
Yugoslavya’dan geriye kalan önemli ülkelerden olan Sibirya’daki gelişmelere baktığımızda ise son dönemde uluslararası tekellerin ülkenin yer altı kaynaklarını sömürmesi ve doğayı talan etmesine karşı on binlerce insan sokağa çıktı. Son gösteriye 40 bin kişinin katıldığı söyleniyor. Daha önce, ülkenin batısındaki jadar Vadisi’ndeki büyük lityum yataklarının Avustralya-Kanada tekeli Rio Tinto tarafından işletilmesi, yapılan gösterilerin sonucu durdurulmuştu. Avrupa’nın en büyük lityum yataklarının bulunduğu Jadar Vadisinde çalışmaların başlatılması kararlaştırıldı. Alman ve Avrupa otomobil tekellerinin, elektrikli arabalarda kullanılacak batarya için acil şekilde daha ucuza mal olacak lityuma ihtiyacı var. Alman başbakanı Scholz’un bizzat devreye girmesinin asıl nedeni de bu. Sonuçta AB, Rusya ve Çin arasında paylaşım sahalarından biri olan Sırbistan’da, önümüzdeki dönemde her kapitalist-emperyalist gücün kendi çıkarına bağlı dinamikleri harekete geçirebileceği bugünden söylenebilir. Elbette bu yağma ve talana karşı geniş kitle tepki ve mücadelesi de devam edecektir.
Güney Asya ülkelerinden Bangladeş’te öğrencilerin önderlik ettiği bir halk hareketi, 15 yıldır giderek koyulaşan bir “otokrasiyle” yönetmeye çalışan ve “giderek faşistleşen” Başbakan Şeyh Hasina’yı ülkeden kaçmaya zorladı. Şeyh Hasina’nın 15 yıllık yönetimi giderek artan oranda halkın tepkisini çekmeye başladı. Bu yıl, öğrencilerin öfkesi, ekonomik durgunluk, yolsuzluk ve işsizliğin de etkisiyle geniş çaplı protestolara dönüştü. Öğrencilerin, devlet bürokrasisinde, bağımsız savaş gazilerine, onların mirasçılarına ayrılmış istihdam kotalarının kaldırılması talebiyle başlayan eylemleri, kısa sürede rejime karşı bir halk hareketine dönüştü. Güvenlik güçleri 400’den fazla protestocuyu öldürdüler. Ülke çapında sokağa çıkma yasağı ilan edildi, internet kapatıldı. Bu kaos ortamında ordunun desteğini kaybeden başbakan Hasine ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Bangladeş’in jeopolitik konumundan kaynaklı ABD, Hindistan ve Çin gibi büyük güçlerin etkileri iç politikayı yakından etkiliyor. Şeyh Hasina’nın Hindistan’la kurduğu yakın ilişkiler, özellikle milliyetçi ve İslamcı gruplar arasında tepkiye neden oluyordu. Hasina’yı kaçmaya zorlayan olaylar sırasında İslamcı grupların, Hindu azınlığa yönelik pogromlar düzenlediklerine ilişkin haberler de geliyordu. Öte yandan Hasina’nın Çin’le geliştirdiği ekonomik ilişkiler, Çin’in Bangladeş’e verdiği, IMF etkisini azaltan krediler, “ Kuşak ve Yol” girişimi kapsamında sunduğu projeler Batılı merkezlerde kaygı yaratıyordu. Sonuçta Bangladeş’te halk hareketliliği devam edecek olup, dikkatli izlenmesi ve gözlenmesi gerekmektedir.
Batı Afrika ülkelerinden Nijerya’da iki büyük konfederasyonun desteğinde yayılan grevlerin ardından asgari ücret hala düşük ama iki katından fazla yükseltildi. Protestocular, “ Yoksulların nefes almasına izin verin, onları boğmayın”, “ Sübvansiyonu değil, yolsuzluğu öldürün”, yazılı pankartlar taşıyarak hükümet aleyhine sloganlar attı. Özellikle akaryakıt zamları ile başlayan pahalılık sarmalı protestonun, direnişin temel nedeni oldu. Sonuçta iç ve dış kapitalist-emperyalistlerin Afrika çapında yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağma, talan faaliyeti devam edecektir. Özellikle dijital dönemin özgüllüğünden kaynaklı lityum vb. madenlerin önemi daha fazla artmış olup, bu madenlere dönük kapitalist-emperyalistler arasındaki yayılmacılık, pazar kavgası da giderek keskinleşmiştir. Bu durum aynı zamanda ezilenlerin, açlık ve yoksulluk çeken halkların da direnişini yükseltmiştir.
Bu arada son dönemde savaş üretiminin yoğun tartışılması da devam etmektedir. Savaş üretiminin temelini oluşturan kapitalist mülkiyetin varlığı devam ettiği için yerel, bölgesel ve giderek dünya savaşı üretiminin zemini vardır. Gelinen noktada belki bir önemli değişiklik vekalet savaşlarının yerini güçlerin doğrudan karşı karşıya geleceği bir noktaya evriliyor olmasıdır. Geçmiş dönemdeki Birinci ve İkinci Dünya savaşları gibi bir dünya savaşının olmaması, var olan savaşların ( özellikle Rusya-Ukrayna ve Filistin-İsrail savaşlarının ) bir dünya savaşı olmasının engeli değildir. Bu ülkelerdeki savaşlar tüm dünya ülkelerini sıcak savaş olarak şimdilik kapsamasa da, ekonomik, politik, sosyal vb. getirdiği yıkım anlamında tüm dünya ülkelerini diyalektik saiklerle ve biçimsel farklarla kapsamakta ve ilgilendirmektedir. Bu arada 1 Eylül Dünya Barış gününün yıldönümünde, bir kez daha kapitalizm sınırlarında da olsa barış talebi yükseltilmeli, ama savaşların mahreçlerinden ortadan kalkması ve barışın mahreçlerinde kalıcı olması için tek çözümün komünizmin inşası olduğu unutulmamalıdır.
bölüme iktidar ve burjuva muhalefetin güncel gelişmelerinin genel değerlendirilmesi ile devam ediyoruz.
Türkiye kapitalizmin, kaos ve kırılgan yapısından kaynaklı kriz-çöküş durumu adeta anlık saiklerle üst yapıya yansımakta ve burjuva temsil rejiminde çelişkiler görünür şekilde keskinleşmektedir. Kapitalizmin kendi otantiği ve yapısal sorunlarından kaynaklı enflasyon özellikle pahalılık bu devlet-iktidarının adeta alameti-farikası olmuştur. Dünyanın en pahalı ülkeleri arasında olan Türkiye geçmişte kapitalizm içinde de kısmi de olsa enflasyon -pahalılık sarmalını belirli sınırlar içinde tutabiliyordu. Gelinen noktada ise artık kapitalizmin bu evresinde ne yapılırsa yapısın özellikle pahalılık sınır tanımıyor. Geniş emekçi kitlesinin yaşamını doğrudan ilgilendiren bu pahalılık durumuna, yüksek işsizlik ve gelir ve ücret düşüklüğü de eklendiğinde, özellikle iktidar kanadında iç çelişkiler ve ortağı ile çelişkiler de giderek yükselmekte ve açık ve görünür hale gelmektedir.
kanadının miadını doldurduğunu, tüm tuşlara basarak elindeki tüm argümanları tükettiğini, çözüm üretip, gündem belirleyemediğini artık kendi yöneticileri de açıkça söylüyorlar, görüyorlar. Kapitalizmin kirliliğinin rutin adlarından olan milletvekili transferleri ve uygulama alanı olarak yeni sayılabilecek belediye başkanları transferleri de iktidarın zombi konumuna çare, çözüm olamıyor. Bu noktada bir yanıyla takiye şeklindeki yumuşama anlayışının gereği olarak, ama başat olarak devlet refleksi ve Avrupa’daki görevi gereği Tuğrul Türkeş’in Gezi tutsakları ile görüşmesi gündem olmuştur. Türkeş’in bu somut durum ve görevinden kaynaklı Gezi tutsaklarını ziyareti yine mecrasından çıkarılarak abartılmış, daha da vahimi adı -sanı belirli bir faşiste bazı sollardan açık ve imalı övgüler gelmiştir. Oysa Türkeş’in bu ziyaretinin başat yanı iktidar ortaklarının birbirlerine güç gösterisi ve rekabet anlayışından kaynaklıdır. Yani Bahçeli’nin Gezi tutsaklarına düşmanlığı bilindiği için Bahçeli’nin çeşitli biçimlerdeki güç gösterisine, karşı güç gösterisi olarak bu ziyaret gündeme gelmiştir.
Şu durum artık açık ve nettir. Uzun süredir iktidar ortaklar arasındaki çelişkiler suç ortaklığından kaynaklı zorunlu olarak gizlense de, süreç ve diyalektik bu gizlemeye her durumda yol vermemektedir. Dolayısıyla çelişkiler artık gizlenemez noktaya gelmiştir. Özellikle Bahçeli tarafından gündeme getirilen AKP’ye dönük simgelerle ifade edilen metafor veya analojiler devam etmektedir. Çok eskiye gitmeden ( o dönem daha başat olarak matematiksel simgeler kullanılıyordu ) yakın zaman içinde Bahçeli arabalar, kısa kollu yürüyüşler, Ferdi Tayfur, yüzük ve dosya simgelerine son günlerde 17-25 Aralık yolsuzluk günlerinin simgesi olan takvimin yeniden ortaya çıkarılması eklenmiştir. Bahçeli için bu simgeler yetmemiş olacak ki, Erdoğan ve AKP’yi zorda bırakacak şeklinde Anayasa Mahkemesi çöp olmuştur. Can Atalay olayı kapanmıştır açıklaması ve devamında DEM Partili milletvekillerinin maaşları kesilsin açıklaması artık çelişkilerin aleniliğini göstermektedir. Tüm bu çelişkilerden sonra Erdoğan- Bahçeli’nin adeta rutin olmuş görüşmesinin gündeme gelmesi çelişkileri şimdilik erteleme ile sonuçlansa da, ortadan kalkmamıştır. Tersine bu çelişkilerin birikimi kendilerinin bile beklemediği noktada kopuşa yol açması sürpriz olmayacaktır.
son günlerdeki iktidara dönük bazı gelişmeler hem çaresizlik, şaşkınlık ve çözümsüzlüğün görünür olduğu hem de Özellikle AKP’de iç çelişkilerin daha da açık hale geldiğini göstermektedir. Bu çaresizlik, şaşkınlık ve çözümsüzlük o kadar aleni ki kendi resmi verileriyle enflasyonun yüzde 50 lerin üzerinde olmasına rağmen ve insanların en olağan ifade özgürlüğü içinde olması gereken açıklamasının tutuklanmayla sonuçlanmasına ve bu tekil örneklerin bile yeterli olmasına rağmen Erdoğan, yoksulluk, yasaklar, baskılar geride kaldı mealli açıklamasını rahatlıkla yapabilmektedir. Malazgirt anmalarında Erdoğan’ın yanında Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanların bulunması ve özellikle Erdoğan’ın olduğu törende teğmenlerin yemin marşları özellikle AKP’de zaten var olan çelişki ve sorunları daha yükseltmiştir.
Sonuçta özellikle bu teğmenler yemin olayı AKP’de adeta bir med-cezir yaratmış olup taraflar birbirlerinin her boydan açık ve zaaflarını gündeme getirerek birbirlerini yeme noktasına gelmişlerdir. Belki bu çelişki ve sorunlar yine Erdoğan tarafından suni olarak çözülecektir. Ama adeta macun tüpten çıkmış olup geriye dönüş mümkün olmayacaktır. İktidar toparlanamaz noktada güç kaybettiği için tek amacı muhalefette ( özellikle CHP ye dönük ) iç sorunlar çıkarmaya odaklanmıştır. Tüm bu gelişmelerin diyalektik toplamına baktığımızda iktidar artık sorun çözme niteliğini yitirmiş, kendisi sorun üreten bir mekanizma haline gelmiştir.
Burjuva muhalefetin ana partisi olan CHP’ye baktığımızda ise seçim başarısına rağmen iç sorunların başatlığı devam etmektedir. Uzun bir süredir, özellikle de yerel seçimler sonucu iç ve dış egemenlerin CHP ‘ye dönük manipülasyon ve dizayn çabaları sürmektedir. Son dönemdeki birkaç gelişme bunun teyidi olmuştur. Kılıçdaroğlu için 3,5 yıl ceza istenmektedir. CHP sözcüsünün dijital hesaplarına el konulmuştur. İmamoğlu hakkında ceza süreci aktif hale getirilmek isteniyor. Elbette bu uygulamalar CHP’de istikrarsızlık yaratmaktadır. Belirgin bir toparlanmada mümkün olmamaktadır. Sınıfsal konumun en görünür durumu da yaşanmaktadır. Yani sermaye-devlet ve emek bağlantılı kanatlı-parçalı yapısı bir dizi olayda görülmektedir. Bir yanıyla kendi tabirleriyle milli konularda devlet-iktidardan yana hemen diziliyorlar. Diğer yandan emek özelliğinden kaynaklı olarak mitinglerin devamı ve toplumsal olaylara katılımı da devam etmektedir.
aşamada derin yerlerin ve mafyanın burjuva siyasete müdahalesinin en belirgin dönemi yaşanıyor. Bu durum ister istemez, her boydan senaryo ve komplonun da yaygınlaşmasını getirmektedir. İşte böyle bir süreçte Özgür Özel’in kırılan ayağı da bu senaryo ve komplolardan azade olmamıştır. Elbette doğal bir kaza olması çok mümkünken, kurşunlanarak böyle bir kazanın oluştuğunun gündeme gelmesi de sürpriz olmamıştır. Geçmiş yaşanmış olaylarla görülmüştür ki kaza denilen bir dizi olayı daha sonra derin yerlerin gerçekleştirdiği ortaya çıkmıştır.( ilk aklımıza gelen Jandarma Komutanı Eşref Bitlis’in helikopter kazasıdır ) Dolayısıyla süreç içinde Özel’in doğal bir kaza değil de derin yerlerin bir eylemi ile sakatlanması ortaya çıkarsa sürpriz olmayacaktır. Çünkü böyle bir kaza CHP’ye dönük dizayn, proje ve manipülasyonların konuşulduğu bir döneme denk gelmiştir. Elbette bu durum burjuva anlamda bile şeffaflığın, açıklığın olmadığı kesif bir karanlığın varlığından kaynaklıdır.
duruma baktığımızda CHP’ye dönük iç ve dış egemenlerin dizayn çabaları ve CHP’nin kanatlı-parçalı sınıfsal konumundan kaynaklı iç sorunları da açık, gizli devam etmektedir. Bu durum nesnel olarak CHP’nin dışa dönük istenilen düzeyde yoğunlaşamamasını getirmektedir. İç sorunların en temel görünen yanı ise başat aktörler olan Özgür Özel, İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu arasındaki sorunların varlığıdır. Öyle bir garabet durum yaşanıyor ki saflar sürekli değişmektedir. Kılıçdaroğlu ile İmamoğlu’nun bir birine mesafeli duruşları, İmamoğlu-Özel arasındaki belirgin yakınlık, şimdilik değişmiş durumdadır. Yani KIlıçdaroğlu ile İmamoğlu arasında mesafe ortadan kalkmış olup, yakınlaşma gerçekleşmiştir. İmamoğlu ile Özel arasındaki yakınlık da ortadan kalkmış olup belirgin bir soğukluk gündemdedir. Elbette bu durum tesadüf ve kendiliğinden olmamıştır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kimin aday olacağı konusunda şimdiden başlatılan tartışma bu üçlü arasındaki değişen saflaşmanın temelini oluşturmaktadır. Ayrıca bu saflaşmanın süreç içinde tekrar yeni konumuyla değişmesi de sürpriz olmayacaktır. Cumhurbaşkanlığı seçiminin en güçlü adayı olan İmamoğlu ile diğer güçlü aday olan Yavaş’ın aralarındaki sorunların gündeme düşmesi ve İmamoğlu’nun adaylığının engellenmesi doğrultusunda ceza davasının tekrar gündeme gelmesi görülmüştür. Bu duruma karşı İmamoğlu’nun çok da tarzı olmayan böyle bir ceza gerçekleşirse “İktidar Yargıtay Kararını Görmeden Gider “ açıklaması ve kitlesini sokağa çağıran açıklaması üçlü arasındaki saflaşmanın değişimini ve tutum alışların resmi bilgiler sonucu olduğunu da göstermektedir.
arada kısa bir değerlendirme de CHP’nin Tüzük Kurultayı üzerine yaparak CHP bölümünü sonlandırmak istiyoruz. Bir kurultaylar partisi olarak lanse edilen CHP’nin bu anlamda zaaflı olduğu gibi izlenim doğru değildir. Her kurultay demokratik işleyişe katkı sağlarsa aynı zamanda geniş bir kitle katılımı da demektir. Dolayısıyla bu Tüzük Kurultayı da eğer demokratik işleyişe katkı sağlarsa önemli olacaktır. Elbette önseçim, ( Atanmaya rağmen seçilmiş olmak anlamında önseçim daha ileri olsa da eğer nitelikli, bilgi-bilinç donanımlı üyeler olmazsa önseçim bir kazanım değil, tersine olumsuzluk yaratabilir.) örgütlerin, tabanın etkin olması, milletvekili süresinin sınırlanması vb. demokratik tüzük değişikliği yalnız içte değil, dış faaliyetlere de demokratik olarak olumlu yansıyacaktır. Ama bir önceki yazıda da belirttiğimiz gibi tüzük veya program ne kadar yetkin olursa olsun, CHP’nin sınıfsal doğrultusu emek ağırlıklı olmazsa bu tüzük veya program yetkinlikleri de anlamlı olmayacak, adeta kağıt üzerinde kalacaktır. Sonuçta bir kez daha belirtelim, CHP üzerinde bu derece yoğunlaşmamız, bir yanıyla rutin bir genel değerlendirme, ama esas olarak CHP’nin özellikle tabanının faşizme karşı potansiyel müttefik olması ve sosyalist-komünistlerin kitleselleşmesinin temel faaliyet alanı olmasıdır.
Bu bölüme son günlerde önemli gördüğümüz bir olay veya konuyu genel çerçevede değerlendirmek istiyoruz.
Cezaevleri işkence ve zulüm evleri olmaya devam ediyor. Cezaevlerinde tutsakların her türlü hak talepleri çerçevesinde direnişleri yeterince başarılı olamıyor ve istenilen kazanımla sonuçlanmıyor. Bunun temel nedenlerinden biri dışarıda ki mücadelenin zayıf olmasından da kaynaklı olarak cezaevi gerçekliğine duyarlı olunmamasıdır. Geçmişte iç ve dış mücadelenin ortaklaşması sonucu bir dizi hakların alındığı bilinmektedir. Dolayısıyla cezaevi gerçekliğine karşı duyarlı olmak tutsakların yaşamasının garantisi olacaktır. Tersine duyarsızlık özellikle hasta ama kurtarılacak olan tutsakların katliamı olacaktır. Dolayısıyla bu duyarlılık yalnız sosyalist-komünistlerin görevi değil, tüm demokratların, tüm insanların görevi olmalıdır. Çünkü düşünce olarak özgür olan bu insanlar bedensel olarak kelepçelenmiş, zincirlenmiş durumdadır.
Bu noktada somut bir olayı gündeme almak istiyoruz. Yakın geçmişte Grup Yorum elemanlarından bazıları oligarşinin bizzat yaşamayacaksınız komutu ile katledildiler. Son günlerde de yine Grup Yorum elemanlarına karşı oligarşinin aynı katletme tutumu özellikle dışarıdan ciddi ve önemli bir destek gelmezse benzer akıbet yaşanacaktır. Kırşehir Yüksek Güvenlikli ( Kuyu Tipi) hapishanede Grup Yorumcu iki tutsağın açlık grevleri devam etmektedir. Süresiz açlık grevlerinin 135. Gününde Grup Yorum emekçisi Vedat Doğan 40 kilo kalmış durumda. Sağ kulağı duymuyor. Yüz mimiklerini kontrol edemiyor. Süresiz açlık grevinin 140. Gününde olan Grup Yorum emekçisi Rezzan Şengül 43 kilo kalmış durumda. Kalp sıkışması, kalp çarpıntıları, nefes darlığı, denge kaybı sorunları var. Artık ayakta durmakta zorlanıyor. Dolayısıyla oligarşinin bu tutsakları yaşatmama kararlılığına karşı tüm insani özellikler taşıyanların kararlılığı, mücadelesi tutsakları yaşatacaktır.
Bu noktada devrimci, sosyalist komünist tutum açlık grevlerinin veya ölüm oruçlarının hiç olmazsa bu aşamada doğru mu yanlış mı olduğuna takılmadan bu tutsakların yaşamasına odaklanmaktır. Elbette bu tutum benzeri tüm tutsakların yaşaması içinde geçerlidir.
Bu bölümün konusu da ekonominin güncel değerlendirmesi olacaktır.
Gelinen aşamada Türkiye’de kapitalizminin ekonomik anlamda güncel gelişmelerine baktığımız da kapitalizmin evrensel ilkeleri olan kapitalist mülkiyet, başta işgücü olmak üzere hemen her şeyin meta olması, ücret, fiyat, kâr sarmalının belirleyiciliği daha net ve görünür hale gelmiştir. Bu noktada Türkiye kapitalizminin bütünlüğünün ifadesi olan Tarım kapitalizminin yıkımının da daha açık olarak görülmesi yaşanmaktadır.
Bu dönemin en önemli güncel ekonomik gelişmesi işsizliğin görünür şekliyle yükselmesi olmuştur. Yüksek enflasyon-pahalılık, düşük ücret-gelir durumuna bir de işsizliğin daha da yükselmiş olması eklendiğinde yıkımın şiddeti sarsıcı şekilde yaşanmaktadır. Elbet somut durumda işsizliğin daha belirgin yıkım olduğu açıktır. Çünkü işsizlik aynı zamanda düşük ücret-gelir değil, ücretsizlik- gelirsizlik demek olduğu için özellikle pahalılığın daha yüksek satın alınması demektir.
Bu noktada baktığımızda işsizliğin dönemsel ve güncel gelişmeleri şöyle şekillenmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu ( TÜİK) tarafından açıklanan son işsizlik verilerine göre, dar tanımlı işsizlik oranı yüzde 9,2 olarak açıklandı. İş aramaktan vazgeçenler ve eksik istihdam edilenleri de kapsayan geniş tanımlı işsizlik oranının yüzde 29’a yükselmesi, önümüzdeki dönemde yaşanacakların habercisi niteliğinde. Haziran ayında, istihdam edilenlerin sayısının 341 bin kişi azalarak 32 milyon 522 bin kişiye düşmesi, ekonomik faaliyetteki daralmanın ve fabrikalarda yaşanın işçi çıkarmalarının bir sonucu. İstihdam oranının yüzde 49,3 gerilemesi ise çalışma çağındaki nüfusun yarısından azının iş gücünde aktif olarak yer aldığını gösteriyor. TÜİK verilerine göre, sanayi üretimde Haziran 2024 itibarıyla yıllık bazda yüzde 4,7 oranında azalma görüldü. Bu daralma, özellikte imalat sanayindeki düşüşler ve ekonomik belirsizliklerin sonucu olarak öne çıkarken, fabrikalarda yaşanan işten çıkarmaların nedeni olarak dikkat çekiyor.
Gelinen noktada devlet-iktidarın adeta korunma kalkanlarında önemli biri ve özellikle de iktidarın seçim kazanmasının temelini oluşturan tarım alanı en görünür şekliyle yıkım yaşamaktadır. Tarımda yaşanan kapitalizm sonucu iç ve dış tarım tekellerinin varlığı otantik, organik tarımı yok eder noktaya gelmiş durumdadır. Son dönem ve günlerdeki tarım alanında yaşanan somut durum bu yıkımın adeta aynası olmuştur.
Son haftalara çiftçi eylemleri damgasını vurdu. Esasen hasadı yollara dökme, ürün tarladayken tarlayı sürme, meyve ağaçlarını kesme gibi eylemler son birkaç yıldır gerçekleşmekte ve artış göstermektedir. Önceki yıllarda eylemler çoğu zaman “ şikayet, sitem” biçiminde algılanıyordu. Halbuki bundan dört yıl önce Tarım Kredi kooperatiflerine karşı traktörleriyle sokağa çıkan çiftçilerin isyan dalgası da bugünküne eşdeğer imkanlar taşıyordu. Kredi borçlarının yapılandırılmasını istiyorlardı. Bu eylemlerden birkaç ay öncesinde borçlarını ödeyemeyen çiftçilerin traktörlerine el konulmuştu.
Bu tür benzerlikler başkaca eylemlerde de görülmektedir. Örneğin bu yılın başlarında isyan eden narenciye üreticilerine bakabiliriz. Ağaçlar kesilmiş, limonlar, portakallar yerlerde kalmıştı. Limon tarlada 50 kuruş, tezgahta 15 liradan başlıyordu. Bir başka yıl biber üreticileri hasatlarını yollara dökmüştü. Süt, kiraz, şarap üreticileri de örnek eylemlerde bulundular. Önceki yıl fındık üreticileri ağaçları kesiyorlardı. Tütün üreticileri benzer tepkiler verdiklerinde bugün bakanlığın öve öve bitiremediği sözleşmeli üretim yapıyorlardı. Sözleşmelerde fiyat yazmıyordu. Hasat dönemi şirketler kendi fiyatlarını dayatınca tütün üreticileri de kantara gitmeyerek protesto etmişlerdi. Uşak’ta, Denizli’de, Aydın’da, Manisa’da, Muğla’da sokaktaydılar. Talepleri adil fiyat idi. Girdi maliyetlerinde yüzde 300-400 artışlara karşı layık görülen yüzde 70 civarı artışı zarar ettikleri için protesto ediyorlardı.
Tarım alanında tarım kapitalistlerinin yağma ve talan şeklindeki uygulamaları son günlerde hızlanarak devam etmektedir. Bu yağma talana en temel iki örnek durumu net olarak göstermektedir. Gayrisafi hasılanın yüzde 1’nin tarımın desteklenmesi için verilmesini sağlayan yasaya karşın kendi burjuva yasalarını da dikkate almadan bu yasal miktarın yarısı bile verilmemiştir. Örneğin bu yıl GSMH’nın yüzde 1’i yaklaşık 350 milyar TL olmasına karşın tarıma aktarılacak destek 88 milyar TL düzeyindedir.
Yine 22 Ağustosta ise “ Mülkiyeti gerçek ve tüzel kişilere ait ve üst üste iki yıl süreyle işlenmeyen tarım arazilerinin, Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından tarımsal amaçlı sezonluk olarak kiraya verileceğine” dair yönetmelik Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe sokuldu.
Dolayısıyla çiftçiler bu ve benzeri yıkım tutum ve kararlarına karşı uzunca bir zamandan beri, tarımın karşı karşıya bulunduğu sorunlardan söz etmektedirler. Mazot ve sulamada kullanılan elektrik başta olmak üzere tarım girdileri üstündeki ÖTV ve KDV’nin kaldırmasına, köylülüğün tarım krediye olan borçlarının silinmesinden, gayrisafi milli hasılanın en az yüzde 1’inin tarımı desteklemek için kullanılmasına, ithalatın üreticilerin sindirilmesi ve taleplerini bastırılması için kullanılmamasına dönük pek çok talepleri vardır. Çiftçiler bu taleplerinin gerçekleşmesi için eyleme geçtiklerinde devlet- iktidar valiler üstünden, jandarmayı köylere göndererek “eylem yapmayın” diye köylüleri uyarmasına, hatta tehdit etmesine, yerel ziraat odalarının eylemlere ön ayak olmamalarının da ötesinde “Eylemleri engelleyin “ diye baskı yapmasına karşın gerçekleştiği de ayrıca dikkat çekicidir.
Sonuçta enflasyon-pahalılık, yüksek işsizlik ve gelir-ücret düşüklüğünün yıkımını yaşayan işçiler-emekçiler ve bunlardan da etkilen özel olarak da kendi özgül sorunlarıyla yıkım yaşayan yoksul köylülük- tarım işçiliği ve küçük çiftçiler için kapitalizmin bu yıkımına karşı birlik ve ortak mücadelenin nesnel zemini daha net görünür duruma gelmiştir. Bu noktada işçiler-emekçiler öncelikle kendi birliklerini en üst düzeyde sağlamalılar ve yine bütünüyle yoksul köylülük de kendi içsel birliklerini en geniş katılımla sağlamalıdırlar. Ama bu içsel ve dışsal birliklerin kazanımlarla sonuçlanması için bu birlikteliklerin yine en üst düzeyde örgütlü birlik ve ortaklaşmaya dönüştürmek gerekmektedir.
ironi gibi, tüm bu ve benzeri yıkımın çözümü olarak iktidarın orijinal ve bulunmaz nimet gibi çözümü, emeklilere dönük plajlarda şezlong ve şemsiyenin parasız olacağı ve Sarar marka giysilerin yüzde 30 indirimli olacağıdır. Bu açlık çeken emeklilere Sarar dan yüzde 3o indirim de olsa aldıkları kendilerine göre biraz fazla ise maaşlarını vermeleri ve bu giysilerle güle, oynaya plajlara giderek açlıktan evde öleceklerine, plajda ölün çağrısıdır.
Bu yazıdaki ekonomik konuların temel konusu olarak iş cinayetlerinin değerlendirilmesi ile bu bölümü sonlandırmak istiyoruz.
Kapitalizmin vahşetinin, canavarlığının, geberen olmasının en net ve görünür olduğu cinayetler iş cinayetleridir. Yapılan bilimsel araştırmalara göre yaklaşık yüzde 98 oranında iş cinayetlerinin önlenebilir olduğu belirtiliyor. Kapitalizmin daha da acımasız ve kirli olmasının somut bir göstergesi de çocuk işçiliği sonucu, çocuk iş cinayetleridir.
Günlük iş cinayetleri sonucu ölen işçi sayısını bilmek mümkün olmasa da, son 10 yılda 14 bin 300’den fazla, son 20 yılda 34 bin civarında işçinin iş cinayeti sonucu öldüğü, resmi veriler arasındadır. Egemenler işçi ölümü üzerine açıklamaya zorunlu kaldıklarında ölüm nedenlerini “fıtrat” ile örtmeye çalışırlar. Kapitalistlerin artı-değer sömürüsüyle kârı ve dolayısıyla sermayesini büyütme hedefi, verimlilik artışı ve bunun olanaklı kılan teknolojik gelişmeler, canlı emek gücüne ihtiyacı azaltma işlevi de görmüş olduğu ve kapitalist pazarda emek gücü kıtlığı yaşanmadığı için, kapitalistler işçinin hayatını önemsemezler.
İşçilerin taleplerini “ Ya bu koşullarda çalışırsın ya da kapı orada çıkar gidersin “ tehdidiyle karşılayan kapitalistler, TÜİK gibi bir kurum tarafından bile yüzde 29 civarında olduğu belirtilen “geniş tanımlı işsizlik “ durumuna güvenirler. İşsizlikten söz edildiğinde “ ben 10 senedir işçi arıyorum bulamıyorum” diye şarlatanlık yapan egemen güruh, bir işyerine işçi ya da devlet kurumuna, bir belediye işletmesine “eleman” aradığın da binlerce, on binlerce kişinin koşturduğu gerçeğinin farkında olarak boşboğazlık yapıyorlar.
İş cinayetlerinde önemli bir sorunda ceza davaları ve yargılamaların ortak bir özelliği olan cezasızlık durumudur. Cezasızlık politikası, bazen onlarca, yüzlerce işçinin katli nedeniyle alt düzey yetkililere verilen sembolik cezalarla, bazen para cezalarıyla, bazen de 21 işçinin yaşamını yitirdiği Davutpaşa patlamasındaki gibi zaman aşımı riski olarak karşımıza çıkıyor. İş cinayetleri kesinlikle cinayet olarak değerlendirilmiyor. Bilinçli ya da basit taksir, yani sadece özen yükümlülüğüne aykırı davranış, kusur olarak görülüyor.
Davutpaşa’da olduğu gibi kaçak atölyede patlayıcı madde üretilmesi, Hendek’teki gibi kaçak barut üretilmesi ve buraların hiç denetlenmemesi, Soma’da, Amasra’da madencilik kurallarının hiçe sayılması, havalandırma sisteminin dahi kurulmaması, en basit önlemlerin alınmamasının sonucu yüzlerce işçinin ölümü olmuştur. Kaçak üretim yapan ve hiçbir önlem almayan patronların, yetkililerin yüzlerce işçinin ölümüne neden olan patlamaların gerçekleşmesinin muhtemel olduğunu bilmemesi mümkün mü? Bu iş cinayetlerden sonra sanıkların “ Yüksek riskleri bilmelerine rağmen üretim faaliyetlerine devam ettiğini “ bakan her göz görebilir. Bunu görmemek için kör olmak gerekir.
Yine 2012’de İSG Kanunu çıkmasına vesile olduğu bilinen Esenyurt Marmara park AVM’deki çadır yangınında en yüksek cezayı elektrik hattını çeken başka bir elektrik işçisi almıştı. İşçilerin en adisinden, naylon ve en ucuz çadırlarda barındırılmaları emrini patron vermişti. İş cinayetinden önce patron temsilcisi yöneticilerin de katıldığı aylık iş yeri İSG kurul toplantılarında çadırlarda yangı tehlikesi olduğu, her an yangın çıkabileceği tam 11 kez tutanak altına alınmış. Ancak patron tarafından daha maliyetli olduğu için lojman formatında bir barınma sağlanmadığından, hiçbir önlem alınmamış ve öngörüldüğü gibi çadırlar yanmış, 11 işçi feci şekilde yanarak hayatını kaybetmişti.
Buna karşın sorumlu yöneticilerin birçoğu hiç ceza almadığı gibi ceza alanları da Yargıtay beraat ettirmiş. Kozlu, Gemlik, Gübre, Soma davası gibi toplu iş cinayeti davalarında ceza yargılanmasına işçi sendikaları, TTB ve TMMB’nin katılma talepleri ise hep reddedildi.
Elbette iş cinayetlerinin sadece cezalandırma ile önlenmesi mümkün değildir. Bu mesele daha sınıfsal saiklerle bütünlüklü ele alındığında çözülebilecektir. Meselenin, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi ve işçi örgütlerinin çalışma düzenine ilişkin söz hakkının olması, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınıp alınmadığına dair denetimlerin ve yaptırımların kamusal bir yükümlülük olarak yeniden kurgulanması gibi temel yanları da var.
SONUÇ YERİNE
Kapitalizmin kirliliği ve faşizmin karanlığı giderek belirginleşiyor, koyulaşıyor. Son dönem ve günlerde ki bazı önemli gelişmelere baktığımızda bu durum açık ve net olarak görülecektir.
kirliliğine dönük iki ciddi istatistik veri durumun teyidi olacaktır. İstanbul’da yüzde 65 yani yaklaşık 1 milyon 300 bin kişi hiçbir şey yemeden yatağa girmektedir. Yine 2 bin yılından bugüne 8 yaşına kadar düşen 75 bin intihar vakası yaşanmıştır. Bu verilere baktığımızda sözün bittiği yer olarak yoruma gerek yoktur. Ama normalde bu verilerin abartılı olduğu veya doğru olmadığı söylenebilir, düşünülebilir. Eğer gelinen noktada aynı dönemde ve aynı anda enflasyon pahalılık el ve cep yakıyorsa, işsizlik yüksek boyutlar da ise, gelir-ücret düzeyi düşük ise bu verilerin abartılı olmadığı ve doğru olduğu rahatlıkla görülecektir. Yine her geçen gün insanlar pazarlardan ve çöplerden atıklar topluyorlarsa, artık ailesel ve akraba destek ve yardımları bu haneleri de kapsaması anlamda hem ekonominin yıkımı sonucudur. Hem de egemen kültürden kaynaklı paylaşma, dayanışmanın azalması ve giderek ortadan kaldırılması sonucudur. Bu noktada bu verilerin abartılı ve yanlış olduğu söylemek ancak bu yıkımdan azade olanların veya başkaca çıkarları olanların tutumu olabilir. Dolayısıyla intiharların bilimsel verilerle kişisel yanı olsa da temel yanının kapitalizmin bütünsel yıkımından kaynaklı olduğu yine bilimsel gerçeklerdir. İşte böyle verilerin varlığı kapitalizmin insanın normal halini dışladığını, ilkel, vahşi, zombi ve geberen olduğunu açık ve net olarak göstermektedir.
Marks’ın parlamentonun burjuvazinin ahırıdır söyleminin en net ve açık görüldüğü örnek durum Meclisteki kavgalar olmuştur. Milyonlarca insanın açlık-yoksulluk yaşadığı koşullarda Meclisteki bu kavgalar istisnalar dışında milletvekilliğinin rahatlığı ve konforunun çıkarlar ve egemenliği noktasında adeta birbirlerini yemeleridir. Elbette Mecliste kavgalar birçok kez görülmüştür. Bu kavgalar sonuçta dışarıdaki açlık ve yoksulluğun çözümsüzlüğünün Meclise yansımasıdır. Bu kavgaların son örneği TİP Milletvekili Ahmet Şık’a karşı AKP milletvekili Alpay’ın fiziki şiddeti, saldırısı olmuştur.
Öncelikle şunu belirtelim. TİP’in siyasi çizgisinin ve pratiğinin zaaflarını ve yanlışlarını birkaç yazıda belirtmeye çalıştık. Ama Ahmet Şık’a karşı yapılan bu bilinçli ve hazırlıklı saldırıya karşı TİP’in zaaf ve yanlışlarına takılmak, amalar, fakatlar, kullanmak sosyalistlerin-komünistlerin tutumu olamaz. Dolayısıyla Meclisteki bu saldırı son olmayacağı için bu saldırılara karşı tüm sol eğilimli milletvekillerinin birlik ve ortak mücadelesi olmazsa olmaz noktaya gelmiştir. Bu noktada burjuva muhalefetin Ahmet Şık’ın söylediklerini ağır bularak yine İktidardan yana hizalanması da sürpriz olmamıştır. Ama şunu kesin ve açık olarak belirtelim ki bu derece kirliliğin ve karanlığın yaşandığı koşullarda Şık’ın söyledikleri bütünüyle doğru olduğu gibi, az bile söylenmiş demekte yanlış olmayacaktır.
Sonuçta Meclisteki bu ve benzeri fiziki gerici ve faşist saldırılara karşı sol eğilimli milletvekillerinin ortak fiziki savunması da meşru olacaktır. Nasıl ki dışarda faşizme karşı aktif mücadele faşizm geriletiyorsa bu durum Mecliste de bu gerici, faşist saldırılara karşı caydırıcı olacaktır. Bu noktada somut bir örnek olarak gerici, faşist şarlatan Alpay’ın rahatça yaptığı saldırılarının engellenmesi önemli hale gelmiştir. Yapılması gereken gerici, faşist kafa taşıyan Alpay’ın kafası kırılıncaya kadar dövülmesi olacaktır. Bunu fazlasıyla hak eden Alpay’ın çıkarından kaynaklı kör cesareti de artık korkuya dönüşecektir.
Yine faşizmin giderek karanlığının koyulaşmasına son günlerde ki görülen somut örnekler vesile olmuştur. Bir süredir muhalif sanatçıların konserlerini yasaklanması adeta rutin bir tutum olmuştur. Bu tutum Erdoğan’ın çoğu zaman dile getirdiği sanat, kültür alanında iktidar olamadık serzenişinin bir öfkesi olmuştur. Ama yine devlet-iktidara bu konser yasaklamaları yeterli olmamış olacak ki Suavi’nin Beyoğlu konserine faşistlerin saldırısı gerçekleşmiştir. Bu saldırının konser yasaklamalarından farkı, hem bu konserlere katılımların engellenmesi, hem genelle korku yaymak, hem de seçmeli saldırı olmasıdır. Yani bu saldırı bilinçli ve hazırlıklı olarak yapılmıştır. Suavi de özel olarak seçilmiştir ve diğer benzeri sanatçılara da açık gözdağıdır. Suavi’nin, sol değerleri kararlılıkla sürdürmesi ve daha da önemli olarak ve (faşistlerin saldırısının temeli olarak) Kürt sorununa karşı duyarlılığı ve ırkçılıktan azade tutumu belirleyici olmuştur.
Yine son günlerde sözün bittiği yer olarak ve faşizmin karanlığının koyulaşmasına örnek olarak yaşanmış olan birkaç olay görülmüştür. Hopa’da cezasızlığa güven ve güvenliğin desteğiyle birlikte bir patron artığının cinayeti, katliamı görülmüştür. Hopa’da ağaç kesimi ihalesi alan patronun silahlı saldırısı sonucu orman nöbetine katılan bir aktivistin katledilmesi ve yaralanmalar olmuştur. Daha sonra ise yine adeta rutinleşen uygulama olarak görevli bir aktivist ifadelerinden kaynaklı tutuklanmıştır. Elbette daha yoğun olarak patronların korunması doğrultusunda muhaliflere şiddet uygulayan güvenlik yerine bu defa patronun kendisi şiddet uygulamıştır. Ama açık ve net olan bir gerçeklik var ki geleneksel olarak da o yörenin halkının kararlılığı, direngenliği egemenler için kabus olmaya devam edecektir.
İşte bu yöreden Artvin’de yakın zaman içinde yaşanan emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun katliamının sonucu kitlesel duyarlılık egemenler için kabus olamaya devam ediyor. Lokumcu’nun katliamından sanık olan polislerin beraat etmeleri artık egemenlerin kendi burjuva yasalarını bile dikkate almadıklarını ( diğer benzeri birçok olayda da görüldüğü gibi ) açık ve net olarak göstermektedir. Aynı zamanda bu olay güvenlikçi devletin şiddetinin daha da yükseldiği ve faşizmin iktidarının hızlandığını da göstermektedir.
Diğer taraftan bahis, yolsuzluk ve kara para aklamadan vb. kaynaklı 40 yıl ile yargılanan görgüsüz güruhun başları olanlar 10 ay sonra tahliye edilmişlerdir.. Elbette bu ve benzeri güruhun zenginlikleri, lüks yaşantıları kapitalizmin varlığından, zemininden kaynaklıdır. Bu tahliyelerin açık bir yargı rüşveti sonucu geçekleştiğini AKP milletvekili Şamil Tayyar bile bu yargıçların mal varlıkların vb. araştırılmasını isteme noktasına gelmiştir. Yine kapitalizmin savunucusu ve ırkçı faşist Ümit Özdağ bile bu tahliyelerin şaibeli ve rüşvet sonucu gerçekleştiğini biliyorum ama söyleyemem mealli açıklaması ile belirtmiştir.
kapitalizmin kirliliği ve faşizmin karanlığının giderek koyulaştığı ve derinlere işlediği koşullarda artık kapitalizm içinde kalınarak arayış ve reformların çözüm olamayacağı açıktır. Dolayısıyla bir kez daha temel ve kalıcı çözüm olan proletarya devrimi ve sosyalizm-komünizmin inşasının önemi ikirciksiz ve ısrarla savunulmalıdır.
Süleyman Toklu 2 Ay Önce
Değerli Asım, kollektif mantığının ürünü olarak birikimlerini herkesle paylaşmanı çok beğeniyorum. Aydınlanma çabasına ciddi bir şekilde katkıda bulunuyorsun. Yüreğine beynine sağlık