2024-12-14 15:06:28

Orta Doğu’da sınıfsal, etnik, mezhepsel tüm çelişkilerin radikal ve kalıcı çözümü

Asım Öz

14 Aralık 2024, 15:06

Son dönemlerde küresel kapitalizmin yerel, bölgesel ve süreçte giderek bir dünya savaşı üretmesinin koşulları devam ediyor. Küresel kapitalizmin kriz, çöküş koşullarının dönemsel konumuna bakıldığında bütünsel saiklerle savaş üretme ve başat olarak da özgül yanlar da taşımaktadır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı da dahil savaşlar başat olarak pazar savaşı ve ekonomik saiklerle ortaya çıkmışlardır. Son dönemdeki savaşlar ise yine pazar savaşı ve ekonomik saikler önemini korusa da, anda ekonomik, politik, kültürel, etnik, mezhepsel vb. diyalektik bütünlüğün hepsi birden savaşların gidişatını belirliyor. Bu durum savaşların hem şiddet dozunun yükselmesini getirmekte (İsrail’in soykırım ve çocuk katliamının vahşeti gibi) hem de yer yer ateşkes veya kısmi barışların yaşanması mümkün olabilecektir.

Bu noktada son günlerde gündeme gelen Lübnan- İsrail savaşında ateşkese varılması kısmi de olsa ölümlerin durması anlamın da önemli olacaktır. Lübnan’da ateşkesin başlamasıyla birlikte adeta bir insan trajedisi olarak binlerce iç göçmen yollara düştü. Beyrut’tan güney Lübnan’a uzanan kara yolu insan ve araçlarla doldu. Bu insanlara evlerinize dönün çağrısı da yapılmaktadır. Ancak 1 milyon 200 bini aşan iç göçmenler bu uyarıları dikkate alacak gibi görünmüyor. Herkes köyünün, kasabasının en önemlisi de evinin, iş yerini durumunu görmek istiyor. Yine güney Lübnanlıların büyük kısmının tarım ve hayvancılık yaptıkları biliniyor. Son 3 aydır şiddetlenen saldırılar nedeniyle tarlasını, bağını, bahçesini geride bırakanlar daha bir endişeliydi. Sonuçta zeytinler dallarında, sebzeler ve meyveler bahçelerde çürümeye başlamıştı.

Bütün bu yıkıma rağmen imar için kim ekonomik yardım yapacak? Körfez ülkeleri 2006 savaşında olduğu gibi Lübnan’ın yeniden imarı için yardım yapmaya yine yanaşmıyorlar. Güney Lübnan’da ise binlerce ev, okul, hastane, elektrik ve kanalizasyon hatları harap durumdadır. Lübnan devletinin de şimdilik 9 milyar civarında olduğu tahmin edilen zararı karşılayacak bütçesi yok.

Amerika’nın planı olarak bilinen ateşkes süreci doğal olarak ABD ve İsrail’in çıkarına, Lübnan halkının zararına ağır yaptırımlar içermektedir. Kısacası Lübnan’da ateşken sağlanmış olsa da ateşkesi uygulanması süreci birçok krize gebe ve bölgede hava kolay kolay yatışacak gibi de görünmüyor.

Gelinen aşamada elbette bu ateşkesin benzerlerinin yaygınlaşması istenir veya beklenirken, kapitalizmin savaş aparatı adeta dur durak bilmiyor. Şimdi de yine Ortadoğu çapında savaş tamtamları çalmaya başlamış durumda. Suriye menşeli başlayan bu bölgesel savaş çoklu özne ve aktörlerin kapitalist-emperyalist ve alt emperyalist çoklu çıkarları ve kapışmaları ile devam ediyor. ABD, İngiltere, İsrail temel özne ve aktörler olarak bir yanda Çin, Rusya ve İran diğer yanda. Bu somut durum birilerinin siyasi çizgilerinin gereği olarak kapitalist-emperyalist ve alt emperyalist ABD, İngiltere, İsrail ile sosyalist, komünist ve anti- emperyalist Rusya, Çin ve İran’ın rekabeti ve kapışması olarak değil iki özne ve aktörün kapitalist-emperyalist, alt-emperyalist ve devlet kapitalist ülkelerin egemenlik ve hegemonya kapışması olarak şekillenmektedir.

Bu noktada dönemsel ve güncel saikleriyle bakıldığında savaş üretmeye de katkısı olan yeni denebilecek özellikleri ile madenler ve su konusu üzerinde genel değerlendirme yaparak ilerlemek istiyoruz. Bu değerlendirme aynı zamanda ABD, İsrail, Türkiye’nin himaye, destek ve yol vermesiyle başlayan ve devam eden El-Kaide ve Nusra’dan dönüşen HTŞ’nin Halep’e saldırmasının ve işgalinin de arka plan saikleri ile anlaşılması ve kavranmasına katkı sağlayacaktır.

Kapitalizmin dönemsel yeni pazar ve artı-değer üretimi ve yüksek kâr için daralan pazarlarına çare ve çözüm olarak madenleri seçtiği açık ve net hale gelmiştir. Bu durum küresel kapitalizmin adeta alameti-farikası olmuştur. Özellikle Latin Amerika patentli bu talan, yağma diğer ülkelerde de kendi otantiğinde devam etmektedir. Latin Amerikalı sosyal bilimciler, maden çıkarımı odaklı bu yeni ekonomik modeli “ Ekstraktivizm” olarak tanımladılar. Bu kıtada ekstraktivizm üzerine iktisadi tartışma 90’lardan bu yana kesilmemiştir. Ekstarktizim, Latin Amerika’yı geriye götürdü. Bu kıtada yerleşik olan başkanlık sistemleriyle birleşerek, madencilik odaklı ekonomi Latin Amerika’da bir avuç zenginin aşırı servet birikimine, geniş kitlelerin aşırı yoksullaşmasına yol açtı. Doğa yıkıma uğradı.

Bu modelin ne anlama geldiğini daha iyi anlamak için, toprak ağalarının bir anda petrol ağası haline geldiği ve ortaçağdan bu yolla 21. Yüzyıla ışınladığı Suudi Arabistan Krallığına bakmalıyız. Sınai artı-değere dayanan büyüme modeli, yol açtığı tezatlar ve dinamizm ile otokratik rejimleri sürekli biçimde sorgular. Güvenceli maden kaynakları üzerinde toprak sahipliğine dayanan eksraktivisit model ise otokratik rejimleri güvenceye alır. Bir diğer örnek, askeri darbeden hemen bir yıl sonrasında Akdeniz’de, ülkenin münhasır bölgesinde keşfedilen doğalgaz yataklarının Mısır’daki Sisi rejimine verdiği hayat öpücüğüdür.

Ekstraktivizm, kapitalizmin daha geri ve çarpık biçimine yol veriyor. Devlete sağladığı büyük kaynaklarla, yandaş kapitalizmin ve otoriter şeflik rejimlerinin iktisadi temeline sağlamlaştırıyor. İşte saray iktisatçılarının ( Çin’den yatırım çekmek dışında ) temel uğraşları, yurdun dört bir yanını maden sahalarıyla örmek, böylece Türkiye’yi ekstrativizm modele doğru götürmektir. AKP iktidarının inşaat hırsı, toprak rantını katmerleyen kentsel arazi rantına dayanıyordu. İnşaat sektörünün neredeyse çöktüğü şu son yıllarda ise devlet ve AKP’nin ilgisi önemli oranda madenciliğe yöneldi. ( tabii,Cengiz gibi inşaat devlerinin de ). Madencilikte toprak rantının sağladığı ek getiri sebebiyle kâr oranları ortalamanın üzerindedir. Sermayeler arası rekabet diğer sektörlerde kâr oranlarını bir ortalamada eşitlerken toprak rantının varlığı sebebiyle madencilik, bunun dışında kalır.

Bu anlamda toprak (ve maden) rantına dayalı model ise, hele bu maden enerji ile ilgiliyse (petrol, doğalgaz, kömür, lityum, vb.) rekabetten azade, garantili bir gelir sağlar. O ülkeleri genellikle toplumsal atalete, teknolojik geriliğe, ekonomik durgunluğa yöneltir. Hafriyatçılık, ya da ekstraktivizm, üstyapıda krallık, emirlik, şeflik vb. rejimleriyle bağdaşabilir. Toplumların politik dinamizmini söndürür. Özellikle petrol –doğalgaz ülkelerinde bu eğilimler en açık şekilde görülür.

Kapitalizmin-emperyalizmin yaratımı olan su konusuna gelince dönemin ve geleceğin en yakıcı ve yıkıcı sorunu olmaya aday en önemli konularının başında gelmektedir. İnsan yaşamı için en önemli öge olan su giderek pazar savaşlarının da en önemli ögesi olacak potansiyel taşımaktadır. Çünkü su kaynakları sürekli azalmaktadır. Bu azalmanın devam ettiği bölgelerin başında Orta Doğu, Kuzey Afrika, Latin Amerika ve Güney Asya gelmektedir. Orta Doğu ve Güney Afrika’da nüfusun yüzde 83’ü, Güney Asya’da da nüfusun yüzde 74ü su stersine maruz kalıyor. Bununla birlikte küresel su talebinin yüzde 20 ila yüzde 25 artmasının beklendiği 2050 yılına gelindiğinde 1 milyar kişinin aşırı derecede yüksek su stresiyle karşı karşıya kalacağı, Orta Doğu ve Kuzey Afrika nüfusunun tamamının son derece yüksek su stresi altında yaşayacağı belirtiliyor.

Türkiye’nin durumuna bakıldığında, akarsu potansiyelinin yaklaşık yüzde 30’una sahip olan Dicle ve Fırat havzasının su varlığına, bölge için hem bir silah hem de sermaye yararına bir işlev yüklenmiş durumda. Dicle ve Fırat nehirleri ve bu nehirleri besleyen akarsular üzerine Türkiye tarafından inşa edilen barajların sayısı 100’ü aştı. Birçoğu devasa büyüklükte olan barajlardan bugüne kadar bölge halkına su verilmezken kentler, köyler ve çiftçiler yeraltı suyuna mahkum edilirken yeraltı suları ise bazı bölgelere 600 metrelere varan derinliğe kaymış durumda.

Tüm bunlar yaşanırken İsrail, uzun yıllardır Orta Doğu’nun tüm su varlığını kontrol altına alıp kendine bağlamak amacıyla savaşlar, soykırımlar ve işgaller gerçekleştiriyor. Lübnan’a yönelik İsrail’in saldırıları “ateşkes” anlaşmasıyla dururken, İsrail’in Lübnan’a saldırmasındaki asıl amaca ulaşmış durumda. Yapılan anlaşma ile Hizbullah Litani Nehri ( Orta Doğu’daki geniş su havzaları arasında suya sahip olan tek bölge olarak anılmakta.) civarını boşaltacak. Lübnan ordusu ise Litani havzasının uzağında konuşlanacak. Bu anlaşma İsrail’in kuruluşundan bu yana hayalini süslediği bölgeye yerleşmesini sağlayan bir özellik taşımakta.

İsrail’in Filistinlilerin su kullanımına yönelik uyguladığı baskı halen sürerken, soykırıma giriştiği Gazze’yi susuzluğa mahkum etmiştir. İsrail’in 1982 yılında Filistin kurtuluş Örgütü ( FKÖ) militanlarının yerleştiklerini iddia ettiği Güney Lübnan’ı işgal etmesi de suyla ilgili bir saldırıydı. İsrail’in Golan Tepelerini işgal etmesinin nedeni de Yermuk, Banyas ve Taberiye Gölünü kontrol amacı taşımaktaydı ve o günden bu yana 3 gölde İsrail’in kontrolünde.

Sonuçta özellikle temiz içme suyuna erişimde zorluklar ve olumsuzluklar yine yoksullar için bir yıkım olacaktır. Kapitalizmde yoksullar toplumsal bir müşterek olan suyun da adeta paketlenen bir meta olmasıyla ekstra bir yıkım yaşamaktadırlar. Küresel çapta su alanındaki tekeller servetlerini katlarlarken, yoksullar temiz suya erişmede ciddi zorluk yaşamaktadırlar. Suya erişmede zorluklar yaşamsal fonksiyonu dışında temizliğinde engeli olduğu için bulaşıcı hastalıkların da önemli tetikleyeceği olduğu, olacağı açıktır.

Kapitalizmi adeta rutin, anlık şekliyle savaş üretmeye devam ediyor. Bu yerel, bölgesel savaşların yarattığı birikim ile daha küresel alana yayılması da sürpriz olmayacaktır. Son günlerde somut olarak yaşanan şeriat yanlısı HTŞ’nin Suriye’nin önemli ve stratejik şehirlerinden olan Halep’e saldırı ve işgali devam ediyor. Bu tip saldırılar öncelik olarak bir şehrin işgali ile başlar diyalektik saiklerle orada durmaz, başka yerlere de yayılma devam eder. Hama-Humuş-Şam hattı ve Rojava bu yayılmanın kilit yerleri olarak sıcaklığını koruyor. Özellikle Rojava’da ki özerklik statüsü ve kantonlar sisteminin varlığının adeta domino etkisi yapmasından kabus gören egemenlerin Rojava’ya dönük rahatsızlıkları ve açık gizli saldırıları da devam edecektir.

Halep kentine büyük bir saldırı başlatan HTŞ ( Heyet Tahir eş-Şam) ile Suriye ordusu arasındaki çatışmalar devam ediyor. Bu saldırıya İktidarın maaşa bağladığı ÖSO/ SMO’ ya bazı grupların da katıldığı belirtiliyor. 2015’ten bu yana Suriye’nin Türkiye sınırındaki İdlib kentinin önemli bir bölümünü elinde bulunduran HTŞ’nin Halep’e başlattığı saldırı ve tehditlerin arttığı ve öte yandan Erdoğan iktidarının Suriye rejimi ile siyasi ilişkileri yeniden kurmak için çaba gösterdiği bir döneme denk gelmesi bakımından dikkat çekiyor. Dolayısıyla Halep’e yönelik saldırıyı anlamak için kimlerin hangi hesapları vb yaptıklarına bakmak doğrultusunda bütünsel bir değerlendirme yapmak gerekmektedir.

Suriye rejimi, Rusya ve İran’ın El Kaideci Nusra’nın devamcısı HTŞ’yi terör örgütü olarak gördüğü biliniyor. Bu güçler bugün “ İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesinde” Türkiye’deki Erdoğan iktidarı ile belli bir uzlaşma içinde olsalar da Türkiye’nin buradaki askeri varlığını geri çekmesini ve İdlib’in HTŞ’den temizlenmesini Suriye’de “ normalleşmenin” zorunlu koşullarından biri olarak görüyorlar.

İsrail ise doğal ve bilinen olarak Suriye yönetimi, İran yanlısı milisler ve Hizbullah’a karşı dün Nusra ve bugünde HTŞ’yi doğal müttefiki olarak görüyor ve destekliyor.

ABD emperyalizmi de resmiyette terör örgütü olarak tanısa da HTŞ’yi bölgesel politikaları için kullanışlı bir araç olarak görüyor. Dönemin ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in 2020’de yaptığı değerlendirme ile benzerlik taşıyor. “ Bunlar doğrudan El Kaide’nin uzantıları, terör örgütü olarak kabul ediliyorlar ancak öncelikli olarak Esad rejimiyle mücadeleye odaklanmış durumdalar. Henüz biz bu iddiaları kabul etmedik ama kendileri, terörist değil vatansever muhalif savaşçılar olduklarını iddia ediyorlar. Bir süredir uluslararası bir tehdit oluşturduklarını görmedik.”

Türkiye’ye gelince Erdoğan, Esad ile görüşmek için bütün kapıları zorlamaya çalışıyorken Türkiye’nin HTŞ’nin Halep’e yönelik saldırısını desteklemesi ilk bakışta çelişkili bir durum olarak görünebilir. Ancak İdlib’deki kontrol/ gözlem noktalarının Türkiye denetiminde olması ve Türkiye destekli cihatçı grupların bir kısmının bu saldırının içinde yer almasına kadar HTŞ’nin Halep’e yönelik saldırısının Erdoğan iktidarının bilgisi ve bölgedeki hesaplarından bağımsız olmadığını görmek için öyle derin analizler yapmaya gerek yok. İktidar yanlısı medya organlarının HTŞ’nin Halep’e yönelik saldırısından büyük heyecan duyması bile durumu anlamaya yetiyor. Bu noktada alt-emperyalist Türkiye’nin Senegal’de, Somali’de, Libya’da, Katar’da, KKTC ve Azerbaycan’da askeri üsleri ve askerlerinin olması diğer ve yeni yayılmacı hedeflerini de göstermektedir.

Sonuçta kapitalizm-emperyalizmin saldırganlığı ve işgali sonucu aktif ve potansiyel bir savaş üreten Orta Doğu bütünsel yıkımla daha açık ve net olarak karşı karşıya gelmiş durumdadır. Var olan ve tarihsel ve güncel olarak sürekliliği olan etnik, mezhepsel ve sınıfsal sorunlar ( özellikle Kürt ve Filistin sorunu ) yakıcı ve yıkıcı şekilde devam ettiği sürece Orta Doğu’da yangın hem bölgeyi hem de diyalektik olarak dünyayı yakmaya devam edecektir. Karşı devrim ve devrim karşılıklı ilerler ilkesinin buradaki somut durumuna baktığımızda bugünün güçlü ve egemenleri yarının adeta çöpleri olacaklardır. Bu anlamda Orta Doğu’da sınıfsal, etnik, mezhepsel tüm çelişkilerin radikal ve kalıcı çözümü Orta Doğu federal sosyalizm-komünizmin inşası ile mümkün olacaktır.

Bu bölümde İktidarın ve muhalefetin son dönem ve güncel gelişmelerinin genel bir değerlendirmesinin yapmak istiyoruz.

İktidarın rutin güncel değerlendirilmesini yapacağımız sırada Orta Doğu ve Dünyayı sarsacak önemde bir olay-konu gündeme düştü. 61yıllık Esad dönemi ( belki şimdilik ) sona erdi. Dolayısıyla bu konunun öne çıkması ve yoğun tartışmaların da uzun bir süreci kapsaması da mümkün olacaktır. Bu anlamda konunun sıcak olması ve nesnel bilgilerin süreç içinde daha da netleşeceği için belki birkaç değerlendirmeye ihtiyaç olacaktır. Bu konuyu ilerideki yazılara bırakarak iktidarın rutin değerlendirmesine geçmek istiyoruz.

Gelinen noktada iktidar elindeki en sağlam güven aparatı olan seçim yengisini de son yerel seçimlerle kaybetmekle sarsılmaya, bocalamaya, tıkanmaya devam ediyor. İktidarın içte özellikle ekonomik olarak yıkımı yaşaması ve ne yaparsa yapsın çözüm üretememesi de bütün hızıyla sürmektedir. Bu noktada iç ve dış egemenlerin manipülasyonun gereğini yerine getiren Bahçeli’nin Kürt sorunu ve Öcalan konusunda açıklamaları beklenmeyen etki ve tartışma yarattı ve süreç devam ediyor. Elbette bu konuda Bahçeli’nin seçilmesi bilinçli ve hazırlıklı bir süreç olarak görülmelidir. Bahçeli’ni Kürt sorunu konusunda şahin ve ultra ırkçı tutumu olmasına rağmen Kürt konusu ve Öcalan konusunda farklı bir tutumda açıklama yapması hedefi ve anlamı olan bir açıklama olmuştur. Bu durum bir yanıyla eğer Bahçeli’de böyle bir tutum içindeyse sorunun çözümünün mümkünlüğü gündemdedir denilmektedir. Diğer yandan ise Kürt sorununun Bahçeli eğiliminin de içinde olduğu iç ve dış egemenlerin isteği şekilde çözümlenmesinin istenmesi demektir. Bu noktada Bahçeli’nin ileri, geri nokta atışları da devam edecektir.

İktidarın diğer ortağı olan Erdoğan eğilimine baktığımızda nüans farklarıyla Bahçelinin Kürt sorunu ve Öcalan konusunda söyledikleriyle ortaklaşmaktadır. Dolayısıyla iktidarın Kürt sorunu konusunda tutumu yeni versiyonları da kapsayacak şekilde devam edecektir. Bu noktada İktidar kendi varlığı ve sürekliliği için gündeme getirilen Kürt sorunu konusuna sarılması da zorunlu olmuştur. Erdoğan’ın “iç cephe” vurgusu, “ iç kalemizde gedik açılırsa bunu toplamak meşakkatli olacaktır. Hepimiz bedel öderiz” İç cephe hedefimiz bizim Kızıl Elmamızdır.” Sözlerini bu çerçevede okumak gerekir. Elbette İktidarın Kürt sorununu kendi kısa, orta ve uzun vadedeki çıkarları şeklinde çözümünü istemesi ile Kürt hareketi ve DEM Partiye dönük saldırısına devam etmesi bir çelişki değil iktidarın bütünsel anlayışının gereği olmuştur. Son günlerdeki bu saldırıların bir önemli kesitine baktığımızda bunu somut olarak görüyoruz. Esenyurt Belediye Başkan yardımcısının evinin basılmış ve hakkında yakalama kararı çıkarılmıştır. Yine Dersim Eş Başkanı Birsen Orhan’ın tutuklanması ve DEM Partili 9 kişinin tutuklanması görülmüştür. Belki de en ilginç olan bir devlet –iktidar tasarrufu da olarak Ardahan’da bir muhtarın yerine kayyum atanması olmuştur. Muhtarın Alevi olması ve Denizlerin, Mahirlerin 10 yıl önceki fotoğraflarını sosyal medyada yayınlanması, kitlelerle en yakın bağları olan muhtarı bilinçli hedef yapmıştır.

Muhalefetin ana partisi olan CHP’nin son güncel gelişmelerine baktığımızda ise daha önceki değerlendirmelerin somutluğunun devam ettiğini söyleyebiliriz. Açıktır ki CHP’nin içe dönük, kapanmacı bir anlayışla hareket edip gerçek gündemle değil sanal gündemle ilgilenmesi zaten belirli sınırlarda olan enerjisini daha da tüketecektir. Elbette CHP’nin içe dönük ideolojik, politik ve örgütsel yanlarını emek ağırlıklı kazanımlar olarak tartışması gerekli ve önemli olacaktır. Ama dışa dönük faaliyetlerdeki başatlık aynı zamanda içteki sorunların da daha olumlu çözümlenmesine katkı sağlayacaktır.

Öncelikle CHP’nin seçim başarısı ve özellikle birinci parti olmasının temel saiklerini doğru anlamak ve kavramak gerekmektedir. Sağ eğilimin kalelerinde bile belediye başkanlığını kazanılmasının başat nedeni CHP’nin genel tutumundan değil CHP belediyelerin çalışmalarından kaynaklıdır. Geçmişte AKP’nin adeta girilmez kalelerinden olan sosyal yardımlar başatlığında başarısı öyle bir noktaya geldi ki AKP iktidardan düşer şayet CHP iktidara gelirse tüm sosyal yardımlar kesilecek anlayışı adeta tunç yasası oldu. İşte özellikle 2019 yerel seçimler ile başlayan ve 31 Mart seçimleriyle daha da öne çıkan CHP’nin seçim başarısının temel nedeni AKP’nin elindeki bu tunç yasasını ve metafor olarak önemli silahını alması olmuştur. Artık durum öyle bir noktaya gelmiştir ki CHP’li belediyeler yalnız AKP belediyelerini sosyal yardımlarda yakalamak dışında onlardan daha öne geçmesi hem AKP’nin gerilemesini hem de CHP’nin seçim başarısı ve birinci olmasıyla ilerlemesini getirmiştir.

İşte devlet-iktidarın son günlerdeki CHP’li belediyelere dönük saldırısı ve yaptırımlarının temel saikleri ve arka planı CHP’li belediyelerin AKP’li belediyelerin elindeki tek kullanışlı araç olan sosyal yardımları kendilerine dönük almaları olmuştur. Belediyeler için başta sosyal yardımlar olmak üzere diğer hizmetler için Merkezi destek önemli olduğu için İktidar önce CHP’li belediyeleri buradan engellemek istemiştir. Ama bu noktada iktidar hem kendi belediyelerin varlığı hem de geniş kitlenin mağduriyeti olacağı için bu tasarruftan vazgeçmese de çok da radikal tutum da alamayacaktır. Sosyal yardımlar alanında önemli bir uygulama olan kreşlerin kapatılması yaptırım ve tasarrufu da iktidarın başka bir tasarrufu olacaktır. Kreş olayı bütünlüklü bir olay olduğu için iktidarın CHP’yi cezalandırmasında çok önemli bir yaptırım olacaktır. Kreş olayı bütünlüklüdür. Hem anneyi, çocuğu hem de tüm aileyi ilgilendirmektedir. Dolayısıyla iktidar analoji yaparsak adeta baltayı taşa vurmuş önemli konularda böylesi tasarruflarda bulunması kendisine süreç içinde negatif olarak dönecektir.

Sonuçta CHP gerek Kürt sorunu konusunda barışçı tutum ve emek ağırlıklı yanını daha da geliştirirse ve yeni olan Suriye ve Esat konusunda doğru tutum alabilirse gelişmesi devam edecektir. Bu anlamda temel olan bu konular CHP için adeta bir turnusol olacaktır. Bunun için CHP’li 414 belediye başkanının Ankara’da toplanıp sosyal belediyecilik kapsamında 5 maddelik bir bildirge yayınlaması önemli olmuştur. Ama bu noktada esas önemli olan bu bildirgedeki maddelerin hayata geçmesidir. Ayrıca ısrarla ve sürekli her talebin kazanımı ve kalıcı olması için meydan ve sokakların kullanılması olmazsa olmaz noktadadır.

Bu bölüme bir illüzyon ve manipülasyon yaratan bu anlamda netleşmeye ihtiyaç olan bir işçi direnişi üzerine genel bir değerlendirme yapmak istiyoruz.

Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Maden Ocağında, 20 Kasım Çarşamba sabah vardiyasının başlamasıyla yer altına inen yaklaşık 500 işçi ve yeryüzünde onlara destek veren işçilere eylemlerinin onuncu gününe girdi. Maden ocağı önünde nöbet tutan işçiler Ankara’da bulunan Hazine ve Maliye Bakanlığına doğru yürüyüş başlattı. İşçilerin yürüyüşü sırasında Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Çayırhan Termik Santralı ve Maden Ocağının özelleştirilmesine ilişkin ihaleye son teklif verme süresinin 4 Aralık 2024’ten 4 Mart 2025 tarihine kadar uzatıldığını açıkladı.

Bunun üzerine toplantı yapan işçiler, Ankara’ya başlattıkları yürüyüşü sabah saatlerinde sonlandırma kararı aldıklarını duyurdu. Özelleştirmeye karşı kendilerini maden ocağına kapatan işçilerde eylemlerini sonlandırdı. İşçiler, santral önünde kurulan çadırlarda nöbetleşe direnişlerde devam edecek.

Öncelikle şunu belirtelim işçilerin bu direnişini açık ve net olarak destekliyor ve selamlıyoruz. Elbette ateş düştüğü yeri yakar analojisiyle işçilerin özelleştirmelerle kaybedecekleri her kazanım önemlidir ve küçümsenemez. Dolayısıyla bizlerin dışarıdan gözlemci olarak yaptığımız değerlendirme ile bizzat işçilerin yaşayarak kısa, orta, uzun vadede kaybedecekleri kazanımların küçük, büyük olmasının önemine vakıf olması bir ve aynı değildir. Dolayısıyla özelleştirme ile işçilerin başta işlerini kaybedecek olmaları, dönemsel olarak kiraların adeta el, cep yaktığı koşullarda işçilerin barındıkları lojmanları kaybedecek olmaları, ayrıca ücret düşüklüğü, diğer sendikal ve özlük haklarını da kaybedecek olmalarının endişe ve korkusunu yaşamalarının ciddi bir yıkım olacağı açıktır. Dolayısıyla işçilerin bu direniş ve mücadelesi kararlı ve sürekli olursa kazanım ile sonuçlanacaktır.

Elbette tüm direnişlerin istenilen düzeyde kazanımla sonuçlanması için yalnızca işçilerin kendi mücadelesi yeterli olmayacaktır. Aynı süreçte ülke çapında başta işçiler olmak üzere tüm emekçilerin bu direnişleri desteklemesi kazanımların daha kolay ve kalıcı olmasını sağlayacaktır. Bu noktada Genel Maden İşçileri Sendikası, Çayırhan termik Santralinde ve Maden Ocağında varlık satışına karşı başlatılan eyleme destek verdi. Sendika Başkanı ve yönetim kurulundan oluşan heyet bölgede işçilerle bir araya geldi. Sendika Başkanı Hakan Yeşil yaptığı konuşmada “ Zonguldak’taki madenci kardeşlerimiz sizlere destek amaçlı pazartesi gününden itibaren bölgelerdeki temsilcilerimizle basın açıklaması ve işi yavaşlatma eylemi başlatacaklar. Elbette bu destekler önemli ve değerlidir. Yalnız direnişteki işçileri değil, destek veren işçilere de birlik ve dayanışmanın önemini somut olarak gösterecektir. Ama bu desteklerin daha da yaygınlaşmasının önemini de ayrıca belirtelim.

Bu direniş ve mücadeleye ilişkin böyle bir başlangıç değerlendirmesi yapmamızın önemli ve temel nedeni konunun felsefi ve teorik yanına dönük yapacağımız genel değerlendirmenin arka plan saiklerinden kaynaklıdır. Elbette işçilerin bir dizi kazanımlarını kaybedecekleri özelleştirmelere karşı direnişlerinden önemle bahsettik. Ama bu özelleştirmelerin çözümü ve alternatifi var olan devletleştirme değildir olmamalıdır. Zaten işçilerin bedeller ödeyerek kendi kazanımlarıdır devletleştirmeler. Bu kazanımlar sonuçta küresel çaptaki kazanımlardır. Kapitalizmin ortaya çıktığı koşullarda sermaye birikimi, iç pazarın korunması ve gümrük duvarlarının korunması vb. doğrultusunda devlet müdahalesi zorunlu olmuştur. Bu dönem kapitalizmin kendi kurallarıyla hareket ettiği özgül bir dönemdir. Zaten hemen her dönemde devlet-özel sektör ilişkisi ve devlet müdahaleleri zorunlu ve temel olmuştur.

Kapitalizmin genişleme dönemi olan bu dönemde görünüşte devlet eliyle ama özünde mücadele ile kazanımlar sonucu işçi ve emekçiler başta ekonomik olmak üzere bir dizi kazanımların sahibi olmuşlardır. Örneğin Türkiye’deki devlet bankaları olan Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıf Bankaları kapitalizmin genişleme döneminde kendi kuralları çerçevesinde hareket ederek köylülere, esnafa kısmi destekte bulunmuştur. Yine Türkiye gibi ülkelerde özel sektörün varlığı, gelişmesi ve palazlanması için devlet desteği zorunlu ve temel olmuştur. Giderek kapitalizmin 1929 krizinin etkisiyle de gündeme gelen devletin kendi fabrikalarını açması bir yanıyla da özel sektörün önündeki engelleri ( özellikle ara malların üretimi için) aşma doğrultusunda uygulamalarıdır. Ama devletin bu fabrikalarında da artı değer üretimi ve sömürü mekanizmaları devam etmiştir. Bu noktada artı değere kolektif bürokratlar el koymuştur. Kapitalizmin genişleme dönemine denk gelen bu devletleştirme anlayışının bir dizi iyileştirmeleri kapsaması, kapitalizmin bu sömürü mekanizmasını ortadan kaldırmıyor.

Gelinen aşamada kapitalizmin nihai krize girmesi, yeni değer, fazla değer ve artı değer üretmede zorlanması nedeniyle ultra vahşi hale gelmesi, çürümesi, geberen olması ve zombi olması kendi kurallarını bile reddeder noktada kuralsız olarak hareket etmesini getirmiştir. Bu somut durum var olan kapitalizmin işleyişi olarak devletleştirmelere de yansıdığı için artık devletleştirmelerden kalan kısmi kazanımlarda ortadan kalkmış veya kalkma noktasına gelmiştir. Dolayısıyla var olan devlet ve devletleştirmeler adı konsun veya konmasın özelleşmiştir. Bu durum var olan kapitalist devletin sınıfsal özelliğinden kaynaklı olarak işçilerden yana değil özelleştirmeleri savunması, özelleştirmelerin yasal mevzuatını yapması, özelleşmelerin önündeki tüm engelleri kaldırmak için çaba göstermesinden de açıkça bellidir. Yine gelinen noktada Türkiye’deki devlet bankalarına baktığımızda yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama ve çeşitli mafya faaliyetlerinde kullanılarak köylülere, esnafa vb. gibi emekçilere genişleme dönemindeki kısmı iyileştirmeler bir yana ekstra vergiler, ekstra ipoteklerle ve borçlanma ile emekçilerin küçük tasarruflarına bile göz dikmişler ve el koymuşlardır.

Sonuçta tüm işçi sınıfının özelleştirmelere karşı direnişleri önemli ve desteklenmelidir. Ama bu özelleştirmelerin çözümü ve alternatifi yaptığımız değerlendirme birlikte kavrandığında devletleştirmeler değildir. Dolayısıyla işçi sınıfının kapitalizmin gelinen aşamadaki somut durumunda özelleştirmelere karşı mücadelesinde var olan ve geliştirmesi gereken kazanımlar devlet ve devleştirmeler sonucu değil işçi sınıfın direniş ve mücadelesi ile kazanılmış olacaktır. İllüzyon ve manipülasyon yaratan bu konuda işçi sınıfının tüm kazanımları ve kaybedecekleri kendi eserleri olacaktır.

SONUÇ YERİNE

Uzun bir süreçten bugüne ve son dönemde bazı alanlarda literatüre önemli gördüğümüz bilimsel gelişmelerin girmiş olmasını takip edip, gözlemde bulunmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Marksizm’in komünist programının değişme, gelişme ve zenginleşmesi doğrultusunda güncellenmesine de bu bilimsel araştırma, incelemeler katkı sağlayacaktır.

Özellikle son dönem ve günlerde suç kavramının öne çıkması Türkiye pratiğinde bireysel ve kurumsal olarak çok açık, net ve görünür hale gelmiştir. Bu anlamda konunun bilimsel saiklerle değerlendirilmesinin önemli olduğunu belirtmek istiyoruz.

Türkiye’de çeşitli alanlarda ve düzeyde suç patlaması yaşanıyor. Organize suçlardan ağır suçlara, yolsuzluktan gaspa, cinsel saldırıdan çocuk ve hayvan istismarına dek suçun çeşitli ve mahiyeti toplumun tüm nüfus katmanlarını içerek şekilde genişliyor. Sokaklarda uzun namlulu silahlarla çatışmalar ve infazlar, uyuşturucu ve silah ticareti, mafya baronlukları, sokak ortasında kadınlara yönelik şiddet vakaları artıyor ve kamusal mekanlar giderek daha da tekinsiz hale getiriliyor.

Dolayısıyla suç ve suç kavramı homojenleştirilerek tek bir nedenle açıklanamaz. Suç ve suçlu sayısındaki artışı, toplumsal ahlaki çürümeye veya değerler sisteminde yozlaşmayla açıklama çabaları ise neden-sonuç ilişkisini metafizik bağlamda kurduğu için eksik ve hatalıdır. Kriminal ilişkiler maddi ve somut olup, siyasal ve ekonomik faktörlerin etkisiyle belirlenir.

Bu noktada 2023 yılına ait suç verileri Türkiye’de suçun mahiyetine dair veriler sunuyor.

Türkiye’de 31 Ocak 2023 itibarıyla 348 bin 265 mahkum ve tutulu bulunuyor. 31 Ocak 2023 itibarıyla Avrupa Konseyine üye ülkeler arasında mahkum ve tutuklu sayısının en yüksek olduğu ülke Türkiye. Suç oranları incelendiğinde ise2023 yılında bir önceki yıla göre en fazla artışın dolandırıcılık, kasten öldürme, yağma, uyuşturucu madde imali ve ticareti suçlarında olduğu görülüyor.

Yine 2023 yılı “güvenlik birimine gelen veya getirilen çocuk istatistiklerine göre 242 bin 875’i mağdur olarak, 178 bin 834 suça sürüklenme sebebiyle olmak üzere 537 bin 583 çocuk, suçun öznesi ya da mağduru olmak zorunda kaldı.

Suç ve suçluya dair teorik yaklaşımlara baktığımızda liberal bakış açısı tüm sorumluluğu bireye yükler- tıpkı yoksulluk analizlerinde yaptığı gibi – Suçun sınıfsal, ekonomik ve siyasal kök nedenlerini sorgulamaktan kaçınan liberal bakış açısı, sadece olaylara ve istatistiklere odaklanarak, çözümü güvenlik ve cezalandırma kapasitesinin fiziki ve teknik gelişiminde arar.

Bu noktada Hegel, suçluyu bir nesne veya adaletin kölesi olarak görmek yerine, “özgür” ve “Kendi kaderini tayin eden “ bir varlık konumuna yükseltir. Marx, Hegel’in aldatıcı formülasyonunda “özgür irade” soyutlamasını insanın kendisi yerine koyduğunu yazar. Cezayı suçlunun kendi iradesinin bir sonucu olarak gören bu teori, aynı türden ceza vererek misilleme hakkının metafizik bir ifadesinden ibarettir. “ Göze göz, dişe diş, kana kan.”

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.