2025-02-09 16:29:34

Tüm işçi ve emekçilerin mücadelesi giderek yükselmekte

Asım Öz

09 Şubat 2025, 16:29

Kapitalizmin diyalektik saiklerle bir dünya sistemi olması noktasında küresel kapitalizmin dönemsel, güncel gelişmelerini değerlendirmemiz hem küresel kapitalizmin doğru anlaşılmasını, kavranmasını sağlayacak hem de Türkiye kapitalizm ile küresel kapitalizmin ortak ve farklı yanlarının görülmesini de sağlayacaktır. Bu anlamda son günlerde öne çıkan dış olay ikinci kez Trump’ın başkanlığı devir almasıdır. Bu durum küresel kapitalizmin dönemsel gidişatını da belirleyecek, etkileyecek bir süreç olarak görülmelidir.

Bu arada dış gelişme olarak bir diğer dönemsel gelişme ve üzerinde dikkat kesilmesi gereken konu da ilk kapitalist-emperyalist, sömürgeci güç olan güneş batmayan imparatoru İngiltere’nin hemen her dönem ABD’nin yanında yancı, türev olarak konumlanması olmuştur. İngiltere’nin bu yancı, türev durumunu bile açık yaşamadığı da bilinmektedir. Son dönemde ise İngiltere bu konumundan özellikle kapitalizmin küresel krizinin de etkisiyle konsept değişikliğine giderek daha açık, özne ve etkin olarak küresel arenada yerini almıştır. Bu durum süreçte İngiltere’nin ABD ile çelişkiler de dahil özellikle AB ülkeleri ile arasında askeri ve ekonomik alanda rekabet, yine özellikle Ortadoğu ve Afrika patentli pazar kavgası, tedarik zincirlerindeki yeni gelişmeler, teknolojik olarak dijital gelişmeler de başat olarak çelişkilerin temelini oluşturacaktır. Dolayısıyla İngiltere’nin bu somut durumunu ve sürecini dikkatlice takip etmek ve gözlemek gerekmektedir.

Son günlerin önemli dış gelişmesi 20 Ocakta Trump’ın görevine başlamasıdır. Bu noktada Trump’la ilgili son dönem ve güncel gelişmeleri değerlendirmeden önce kısa bir ABD ve başkanlar değerlendirmesi yapmak güncel gelişmelere de önemli referans olacaktır. Elbette öncelikle şunu belirtelim. ABD’de başkanlar bu derece gündem olup, yoğun tartışılmamıştır. Trupm’ın adeta alameti- farikası kendi ideolojik, siyasi eğiliminin özgünlük taşımasıdır. Bu durum Trump’ın diğer başkanlardan farkı aşırı sağ-faşist eğilim olarak bir kitle tabanı olmasıdır. Bu taban yine ABD tarihinde bir ilk olarak ABD’nin varlık ve sürekliliğinin simgesel gücü olan Kongre binasının basılıp ölümlerin olduğu bir kalkışmanın faili olmuştur. Bu durum içerde güven, huzur, istikrar arayan ABD için ciddi bir kırılma meydana getirmiştir.

Dolayısıyla Trump’ın ikinci kez seçilmesi ABD’nin genel konumundan bağımsız değildir. ABD özellikle askeri alanda küresel çapta egemenliğini sürdürse de ( burada bile AB ve Çin’in askeri rekabeti unutulmasın) özellikle ekonomik alanda küresel çapta yüksek borç içindedir. Küresel rekabette tek güç olarak varlığı artık çoklu rekabetle ortadan kalmış olup özellikle Çin’in dijital alanda yer yer belirleyici olması ABD’nin imparatorluk ve hegemonik egemenliğinin ciddi bir kırılmaya uğraması ve yara almasını getirmiştir. Dolayısıyla Trump’ın faşist bir eğilim olarak ortaya çıkmasının temel saiki ABD’nin dönemsel kapitalist-emperyalist zemininin varlığından kaynaklı olmuştur.

Bu anlamada Trump’ın bu faşist eğilimi ABD’nin iç ve dış politikasında elbette önemli olacaktır. Ama ABD’nin iç ve dış politikalarını belirleyen ve etkileyen tek başına başkanlar olmadığı da bilinmektedir. Başat olarak ise iç ve dış politikayı belirleyen, etkileyenin çok uluslu şirketler, Pentagon, Dış İşleri Bakanlığı, CIA vb. olduğu da bilinmektedir. Dolayısıyla Trump’la birlikte ABD’nin geleneksel politikaları temelde değişmeyecektir. Hatta Trump’ın önceki şahinliğinden çark edip ABD geleneksel ve genel politikasına uyumu da sürpriz olmayacaktır. Bu noktada Trump’la birlikte de ABD’nin içte güven, huzur ve istikrar anlayışı ve dışarıya korku salmak konsepti de devam edecektir. Yine geliştirmeme, engelleme, bastırma gibi içe ve dışa uyguladığı politik özelliği de diyalektik saiklerle ve güncellenerek dönemsel doktrinlerle ( örneğin “önleyici vuruş” doktrini gibi ) devam edecektir.

Bu değerlendirmenin referansıyla Trump’a dönük son güncel gelişmeler ile devam etmek istiyoruz.

Amerika’yı yeniden büyük yapmak için Tanrı tarafından seçildiğini iddia eden Trump, ikinci başkanlık dönemine dolar tanrılarıyla poz vererek başladı. Elan Musk, Jeff Bezos, Mark Zucker berg, Sundar Pichai gibi tekellerin fenomenleri idollerinin yanı başında yer aldılar. Seçildiği gün yaptığı konuşmada “ Savaş açmak için değil, savaşları bitirmek için” geldiğini, önceki başkanlık döneminde İŞİD’i yenmekten başka bir şey yapmadığını söyleyen Trump, ayağının tozuyla öncelikli hedeflerini sıralamaya başladı. Danimarka mülkiyetindeki özerk Grönland Adasına, Kanada’ya, Meksika Körfezine ve Panama Kanalına göz koyduğunu açıkladı. Küba’yı da terörü destekleyenler listesine yeniden ekledi.

Ortadoğu’daki yangını tutuşturan tahriki yapan Trump’tır. Genişleyen Çin sermayesi ve pazarını, kıymetli metal ve elementler üzerindeki hakimiyetini etkisizleştirmek için Grönland’ın dijital teknolojide ve batarya üretiminde kullanılan lityum, titanyum vb. kaynaklarına, kömür, uranyum ve elmasına göz diken Trump, Panamayı da muhtemel Çin savaşı için işlevsel gördüğü için istiyor. Elbette bu komşu coğrafyaları ABD güvenlik konsepti içinde kontrol altına almayı umuyor. Trump ABD mali sermayesinin yayılmacı emellerini ve hedefindeki dünya düzenini en fütursuz, en gerici, en şoven, en saldırgan söylemlerle ifade ederken başta ABD emekçileri olmak üzere dünya emekçilerini de iyi şeyler beklemiyor. Yine Trump Paris İklim anlaşmasından çekilmekle, kitleleri oyalamak için söylemlerine büyülü kavramlar dahil eden, demokratik görünümlü dünya sermayesine akıl hocalığı hizmeti veren otoritelerin yeşil ekonomi zırvasına da bir son vermiş oldu.

Yine Trump bir önceki döneminde kürtaj yasağının ucunu göstererek kadınların sokağa dökülmesine yol açan yeni bombası LGBTİ oldu. ABD sadece iki cinsiyetin, kadın ve erkeğin olacağını söyleyerek cinsiyetçi siyasetini bir adım öteye taşıdı. Sadece bunlar da değil, ABD halkını sağlık hizmetlerine ulaşamaz hale getiren acımasız düzeni sürdürebilmek için Dünya Sağlık Örgütünden çıkacaklarını buyurdu Trump. Kovid döneminde aşı karşıtlığını besleyen sayısız komplo teorilerine yatırım yapan sermaye lobilerinin de gönlünü aldı. Faşizan gelişimin bu pervasız figürü, gelir gelmez imzaladığı çok sayıda kararnameyle, ABD’deki kararnameler sistemini perçinlemiş oldu. Tek adam, yani yeni kral kendisinin de dahil olduğu ABD mali sermayesinin taleplerini doğrudan ve kısa yoldan hayata geçirmek için hiç vakit kaybetmedi.

Sonuçta Trump manipülasyon ustası olarak, siyahların, beyazların ve Hispaniklerin, halkın büyük çoğunluğunun kendisine oy verdiğini ve bu yüzden her şeye hakkı olduğunu iddia ediyor. Oysa onu, suikast korkusundan bir salona sığdırdığı yemin seremonisinde hazır bulunan ve İsrail katliamına da “manen ve maddeten” destek olan açgözlü dünya burjuvazi destekledi esas olarak.

Yine Trump’ın başkanlığı ile birlikte kolektif kapitalist emperyalizmin diğeri olan Avrupa başkentlerinde en önemli tartışma dört yıl boyunca transatlantik ilişkilerinin nasıl şekilleneceği yönünde olacaktır. Elbette her ülke için bu sorunun yanıtı aynı değildir. Örneğin aşırı sağcıların iktidarda olduğu Macaristan ve İtalya’da endişe ve çekinceden çok alkış ve övgü var. Macaristan’da Başbakan Viktor Orban, X üzerinden yayımladığı Trump’ı tebrik mesajında AB’de “yurtsever” bir devrim başlatacağını ve “ Brüksel’i işgal edeceğini “ duyurmuştu. İtalya başbakanı Meloni devir-teslim törenine Avrupa’dan katılan tek başbakandı.

Bu noktada öyle görünüyor ki, milliyetçi temelde önce Amerika diyen Trump, dört yıl boyunca AB içindeki uyumsuzluğu kışkırtacak hamleler yapacak. “ Motor” durumundaki Almanya ve Fransa ile AB’nin yöneticileri de bunun farkında. Bu nedenle Trump göreve başladığında hep transatlantik ilişkilerin önemine, AB’nin 400 milyonluk nüfusuna, pazarına ve toplam ekonomik gücüne işaret ettiler. Trump’tan da bu gücü dikkate almasını istediler. Buna rağmen Trump’ın gündeme getirdiği gümrük vergilerinden başlayarak bir dizi yaptırıma ancak birlikte durarak yanıt verebileceklerine inanan iki ülkenin buna gücünün yetip yetmeyeceği ise tartışmalı. Her iki ülkenin ABD’yle ayrı çıkar birlikleri, bağımlılıkları ve çatışmaları var. Bu nedenle her konuda aynı kararlı duruşu göstermeleri pek mümkün görünmüyor.

Ancak buna rağmen Alman ve Fransız sermayesi ABD’ye karşı birlikte hareket etme zorunda olduğunun farkında. Bu nedenle siyasetçilerin durumundan bağımsız bir süreç devam edecek. Trump’ın rüzgarını arkasına alan her iki ülkenin aşırı sağcılarının iktidara gelmesi, güç kazanması durumunda ise tabloda kısmi bir değişiklik olabilir. Bunun farkında olan Trump-Musk ikilisi AB’yi istikrarsızlaştırarak güçten düşürme planı çerçevesinde her iki ülkede de aşırı sağa açıktan destek veriyor.

Sonuç olarak Trump’ın bu aşırı sağcı faşist eğilimi küresel çapta Trump karşıtlığı üzerinden yeni bir anti-emperyalist dalganın koşullarını da yaratıyor. Aynı ve benzeri olmasa da 1960-70 ler döneminin anti-emperyalist mücadele geleneğinin öne çıkması sürpriz olmayacaktır. Bu noktada sorun teşkil eden emperyalizmi kapitalizmden ayrı, ondan kopuk veya onun üzerinde farklı bir kategori olarak görme yanlışlığı olacaktır. Oysa emperyalizm dönemsel kapitalizmin özgün adıdır. Dolayısıyla Lenin dönemin Marksizm’e en yakın emperyalizm teorisini oluşturmuş biri olarak(Ve bugün de başat olarak doğruluğu devam eden) emperyalizm teorisini bütünlüklü ele almıştır. Dolayısıyla emperyalizmi yalnızca veya başat olarak siyasi ve toprak bakımından yayılmacılık olarak görmek dar ve sığ bir anlayıştır. Çünkü bu yayılmacılığı yaratan da kapitalizmin kendisidir. Bu anlamda da emperyalizme tekelci emperyalizm değil, tekelci kapitalizm denmiştir.

Bu bölüme iktidar ve muhalefetin güncel gelişmelerinin genel değerlendirmesi ile devam ediyoruz. Bu rutin burjuva siyaset üzerine değerlendirmeler de temel amaç Türkiye kapitalizminin otantiği ve derinliğinin kavranması ve tahkimi için güncel, somut gelişmelerin öneminden kaynaklıdır. Bir önceki yazımızda iktidar ve muhalefet üzerine yaptığımız değerlendirmeler üzerine yeterli yeni güncel gelişmeler görülmediği için bu yazıda kısa bir değerlendirme yapmak uygun olacaktır.

Türkiye kapitalizminin kriz-çöküş koşullarından kaynaklı ekonomik yıkım durumunun yarattığı açlık ve yoksulluk öyle çekilmez bir noktada ki bunun somut, örnek belirtileri yaşanmaya devam ediyor. Bu durumun güncel örneği Antalya’da gecekonduda çıkan yangında alevlerin ve dumanın arasında mahsur kalan üç küçük çocuğun ölümden dönmesinden sonra hastaneye götürüleceğini öğrenen 8 yaşındaki çocuğun “ Annemin parası yok götürmeyin” demesidir. Bu durum açlığın, yoksulluğun boyutunun geldiği nokta ve kapitalizmin vahşiliğinin, çürümesinin, zombiliğinin, geberen olmasının da en kısa, öz açıklaması olmuştur.

Elbette buna benzer bilinen, bilinmeyen yüzlerce örnek yaşanmış olup, süreç yenilerine de açıktır. İşte böyle bir kapitalizmin özellikle ekonomik yıkım uygulamaları, benzeri şekliyle (24 Ocak kararları nasıl ki ancak 12 Eylül askeri diktatörlük koşullarında uygulandıysa) bugünde ancak güvenlikçi devletin baskı ve şiddeti yetmeyecek şekliyle adeta koşar adım faşizme sürüklenmekte olup ancak böylesi koşullarda uygulanabilecektir. Bu durum öyle görünür şekliyle yaşanmakta ki faşizmin Papaz hikayesine benzer şekliyle kendinden olmayan her insan potansiyel suçlu olarak cezalandırılmaktadır. Bunun son örneği uçlarda olmayan Halk-TV yöneticileri ve gazetecilerine yansımış olup süreç yeni tasarruflar ile devam edecektir. Bu noktada öyle bir karanlık ortam, zemin yaratılmış ki durumdaki bugün kim gözaltına alınacak, tutuklanacak diye beklenir olmuştur.

İşte bu noktada iktidar ekonomik yıkıma çözüm üretemediği noktada elindeki tek çözüm aparatı sopa olmaktadır. Bir de buna aradan 12 yıl geçmesine rağmen hala devlet-iktidar için kabus olan Gezi isyanı güncelliğini kaybetmeden ekleniyor. Artık her kitlesel eylemlilik bir kez daha Gezi benzeri isyanlar, direnişler yaratır diye egemenler için caydırıcılık yaratsın diye Gezi’ye bağlanmaktadır. MHP eğilimli olduğu veya a-politik bir kesim reklamcılar bile Geziye bağlanarak tutuklanabiliyor. Konu Gezi olunca hemen hiç sesi duyulmayan AKP Gençlik kolları Başkanı “ Bir daha bu ülkenin bir karış sokağını işgal etmeye kalkışırsanız milli iradenin asli unsuru olan biz gençleri karşınızda göreceksiniz” demiştir. Bu açıklama bir yanıyla ön alma, caydırma patentli bir açıklama diğer yanıyla (yüzde 50 yi evde tutamıyoruz şekliyle) tehdit, gözdağı veren, korku yaymak üzere yapılmış bir açıklamadır. Yine Bahçeli’nin rutin tehdit içeren açıklaması “ Yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim” açıklaması ile işlem tamamlanmış olup sürecinde nasıl şekilleneceğinin adeta aynası olmuştur.

Burjuva temsili sistemin ana muhalefet partisi CHP ile ilgili önemli ve öne çıkan birkaç konuya değinerek devam ediyoruz. Egemenlerin son dönemde CHP’ye dönük saldırgan tutumu faşizmin Papaz hikayesinden kaynaklı düşmanlık olarak görülmelidir. Ama CHP’ye göre daha uç da olan muhaliflere aynı saldırgan tutumun şimdilik de olsa gösterilmemesi CHP’nin nicel ve nitel olarak taban bileşenlerinin gücünden, etkinliğinden kaynaklıdır. Dolayısıyla CHP ideolojik politik çizgisi gereği sermaye-devlet yanını değil de emek yanını öne çıkardığında bu saldırılara süreçte de muhatap olacaktır. İmamoğlu’nun ifadeye çağrılması ve önceki ve devam eden süreç, İmamoğlu’nun hem İstanbul Belediye Başkanlığından tasfiyesi hem de cumhurbaşkanlığı adaylığının engellenmesi doğrultusunda “yasal” gözüken operasyon olmuştur. Süreç her yöne evrilmeye açık süreç olarak devam edecektir. Ama bugüne kadar İmamoğlu belirli bir yaptırımla ( örneğin gözaltı ve tutuklanma gibi ) karşılaşmamış ise bunun temel nedeni son Çağlayan’daki gibi bir kitle katılımı etkisinden kaynaklıdır. Elbette zorunluluklar devlet-iktidarı İmamoğlu’nu da gözaltı ve tutuklamaya sevk etmesi de sürpriz olmayacaktır. Ama bu nokta da kitle katılımlı eylemlilikler daha da yükselebilir ve İstanbul dışına da ülke geneline de yayılabilecektir.

CHP’ye dönük önemli görülebilecek bir başka gelişme de CHP kitlesinin ve CHP’ye yakın kitlenin uzun bir zamandır savunduğu önseçim uygulamasının Cumhurbaşkanı adaylığı içinde uygulanacak olması bu kitleler için bir güven ve enerji olacaktır. Ama bu önseçim olayı her şeyi çözecek anahtar da olmayacaktır. Çünkü CHP’nin ideolojik-siyasi çizgisinden kaynaklı üyelik profili taraftara tekabül eden bir nicelik olarak şekillendiği ve bu üyeler her boydan manipülasyona açık olarak bir esnekliğe sahip oldukları için seçimleri sağlam olmayacaktır. Ama yine de atanmışlığa karşı önseçim daha demokratik bir platformdur. Elbette bu noktada devreye zorunlu ve otomatik olarak erken seçim girmektedir. CHP’nin Özgür Özel’in iktidara geliyoruz, sandık, erken seçim, yer yer hemen seçim çağrıları nasıl olacaktır. Bu durum şimdiki aşamada net olmayan bir muamma olarak durmaktadır. Çünkü bu çağrıların yüksek sesle yapılması ancak derin yerlerden alınan bir kulis bilgisi olarak iç ve dış egemenlerin erken seçim talebinin zorunlu olarak iktidar tarafından yerine getirilmesi şeklinde olabilir. Ama bunu komplo deyip dışarda tutarsak CHP’nin yapması gereken erken seçim tarihini tespit edip tek konu olarak ajitasyon çerçevesinde seçim tarihine kadar, erken seçim talebinin gerçekleşmesi için meydanları, sokakları korsan vari dar kapsamlı eylemlilikler değil geniş katılımlı kitlesel sivil itaatsizlik eylemlerine açması olacaktır.

Kürt hareketi, DEM ve sol- sosyalistler olarak yeni olan sürece dönük önceki yazılarımızda genele dönük yeterli değerlendirme yaptığımız için burada güncelliği de kapsayan özlü bir toparlama yapmak istiyoruz.

Önceleri HDP’nin kapatılmasını isteyen, DEM Partili milletvekillerinin maaşlarının kesilmesi ve DEM Partiye yapılan hazine yardımlarının kesilmesine isteyen bu anlamda şahin tavırlarından taviz vermeyen Bahçeli’nin adeta barış elçisi gibi tavırları görüldü. Bu durum doğal olarak birçok çevre ve kişi için beklenmeyen bir sürpriz oldu. Bizler ise Bahçeli’nin bu tavrının blöf ve sahte olmadığını ısrarla belirttik. Bu ısrarımız Bahçeli’nin şahin tutumundan vazgeçip barış isteyen noktaya gelmesinden değildir. Bahçeli açıklamalarıyla barış isteyen noktaya gelmemiştir. Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır diyerek zaten ırkçı tutumundan vazgeçmiş de değildir.

Bu anlamda uzun yıllardır iç ve dış egemenlerin etkin kanatlarının Kürt sorununun çözümü için kendi çıkarları ve bekaları için çözüm istedikleri bilinmektedir. Yakın zamandaki çözüm süreci de böyle başlamıştır. Yeni süreç ise önceki çözüm süreci gibi belirle bir hazırlık süreci ile başlamayıp, ciddi bir tıkanmadan kaynaklı zorunlu bir tasarruf olarak başlamıştır. Daha önceleri de kapitalizmin çözüm üretmede tıkandığı noktada ortaya çıkan ( özellikle erken seçim konusunda ) Bahçeli bu kez yine iç ve dış egemenlerin seçilmiş görevlisi olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bizler için böyle bir sürecin başlaması Bahçeli dışında da olsa bizce yine olağan olacak ve sürpriz olmayacaktı. Bu noktada Bahçeli’nin seçimi ise iç dış egemenlerin önceki çözüm sürecinden aldıkları ders sonucu gündeme gelmiştir. Çünkü Kürt sorunun ılımlı çözümüne bile MHP-Bahçeli’nin karşı çıkacağı sürecin başlamadan biteceği şekliyle sokakların kullanacağı ve iç savaş riskinin bile olduğu koşullarda Bahçeli en uygun figür olmuştur. Faşist partilerde çelik disiplin şeklinde hiyerarşi olduğu ve Başbuğların emri kesin olduğu için MHP kitlesini ancak Bahçeli böyle bir durumda engelleyebilir ve durdurabilirdi.

Böylesi saiklerle başlayan süreç Bahçeli’nin adeta el yükselterek DEM Partililerin Öcalan ile görüşmelerini öneren talebi ile devam etti. Bahçeli’nin bu talebi sonucu DEM Parti heyeti iki kez Öcalan’la görüştü. Ve Öcalan’dan getirdikleri mesajların önemli gördükleri bir kesimini de kamuoyu ile paylaştılar. Bu noktada Bahçeli’nin yaklaşık 4 ay önce başlattığı sürece dönük Erdoğan’ın tutumu ne olacak diye tartışmalar başladı. Erdoğan ise Bahçeli’yi övücü sözlerle savunarak, demir eldiven metaforunu da eklemeyi unutmadı. Süreç böylece devam ederken iktidar sözcüsünün artık İmralı ile görüşme kapanmıştır ve terör örgütünün silahları bırakmasını bekliyoruz mealli açıklaması adeta geniş çevrede yine beklenmeyen bir şaşkınlık yarattı.

İşte genel hatlarıyla bu yeni sürece dönük gelişmeler üzerine gelinen aşama olarak değerlendirme ve yorumumuzu yapmak istiyoruz.

Öncelikli belirtelim, ısrarla ve tekrarla egemen ulus sosyalist-komünisti olarak en küçük şoven ve şovenizm zehrinin şerrinden azade olmak devrimci-komünist görev ve sorumluluktur. Bu anlayışın referansıyla dikkatli bir şekilde yorum ve değerlendirme yapmaya çalışıyoruz. Elbette Kürt sorunu uzun zamanın birikimi sonucu bütünsel olarak çözümü potansiyel olarak her durumda hak ediyor. Bu anlamda sorunun anlık ve bütünsel çözümü için yeterince birikim oluşmuş durumdadır. Ama bazı tarihsel dönemlerde akut ve ana halka olarak tek bir konunun çözümü de geniş kitlenin talebiyle örtüşür ve önemli hale gelir. Yani bütünsel sorunların çözümüne ulaşmak parça parça olan sorunların çözümünden geçer. Bu noktada kapitalizm içinde çözüme katkı için uzlaşı ve tavizde zorunlu olabilir.

Bu anlamda da Kürt sorunu çerçevesinde Büyük Barışa ulaşmak için faşistlerle el sıkışmak, onlarla aynı platformları paylaşmak zorunlu olabilir. Bu durum demokratlığın ve sosyalistliğin-komünistliğin bir engeli değil, tersine ezilenlerden yana taraf olmak anlamında sosyalistliğin-komünistliğin daha güçlenmesi demektir. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümünde Kürt hareketi özne olsa da bu sorunun çözümü diğer karşıt özne olan devlet-iktidarla çözümlenecektir. Bu anlamda Kürt hareketi ve DEM Partinin ilkeli olması yeterlidir. Dolayısıyla başlangıç olarak geniş kitlenin de talebi olan ölümlerin durması için barış istemi hemen her koşulda savunulmalıdır. Çünkü istenilen her sistem canlı yaşam üzerine inşa edilir, kurulur bu anlamda ölüm kutsanamaz. Artık doygun hale gelen kan deryası durmalı ve ortadan kalkmalıdır.

Ama Kürt sorununun çoklu çevre, çoklu aktör, bölge ve küresel çapta bir sorun haline gelmesi, çözümün çok boyutlu olması ve en ılımlı- barışçıl çözüme bile iç ve dış egemen kanatların savaş isteyen bir kesimince engel olunması noktasında yeni sürecin başlamadan bitmesi mümkündür. Gelinen aşamada bir taraftan son günlerde DEM Parti ve diğer muhalif kesimlere baskılar devam etmektedir. DEM Partinin Mersin Akdeniz Belediyesi eş başkanlarının tutuklanması ve yerlerine kayyum atanması, yine DEM Partili Siirt belediyesi eş başkanının yargılandığı davadan aldığı ceza gerekçe gösterilerek görevden alınması ve yerine kayyum atanması ile baskılar devam etmektedir. Diğer muhaliflerden CHP Gençlik Kolları Başkanının polis zoruyla gözaltına alınması ve şartlı bırakılması ve gazetecilerin gözaltına alınması ve Halk TV Genel Yayın Yönetmeninin tutuklanması da baskıların devamı için somut işaret olmuştur.

Dolayısıyla bu saldırılar devam ederken birde buna İktidar sözcüsünün son günlerde yaptığı açıklamada İmralı’ya gitmenin kapandığı ve terörün bitmesini tek çözüm olarak görmeli mealli açıklaması eklendiğinde yeni başlayan sürecin bittiği veya devlet –iktidarın tek özne olarak bizim istemlerimizi yapacaksınız noktasına gelmesi sürpriz olmayacaktır. Elbette istenilmese de sürecin bu noktada sonuçlanması gerçekleşirse kaybeden Kürt hareketi ve Dem Parti olmayacaktır. Dolayısıyla barışı engelleyen Kürt hareketi ve DEM parti olmadığı için ısrarla barış çabaları sürdürülmelidir. Şayet yeni süreç sonlansa da kısa zaman içinde bile olsa devlet-iktidar tekrar barış adımlarını atmak için ortaya çıktığında bile Kürt hareketi ve DEM Parti bunlar takiyeci diyerek uzak durmamalıdır. Sonuçta geniş kitlenin önemli bir talebi olan barışı savunmak ve barışın önünde engel olmamak her durumda kazanacak asla kaybetmeyecektir.

Bu bölüme birkaç aydır diğer sorunların (özellikle Kürt sorununun ) öne çıkması noktasında değinemediğimiz ekonomik durumun güncel gelişmelerinin öne çıkan ve önemli gördüğümüz kesitine değinmek istiyoruz. Bu anlamda temel önemde olan ekonomik sorunlar güncelliğini kaybetmeyecektir. Ayrıca devlet –iktidarın öne çıkan diğer sorunları gerekçe yaparak bu ekonomik sorunların üzerinin örtülmesi ve tartışmasının engellenmesine de yol verilmemelidir. Dolayısıyla bu zaman kesitinde öne çıkan ve önemli gördüğümüz ekonomik gelişmeleri kısa kısa ele almak istiyoruz.

Öncelikle yine kapitalist ekonominin güncel gelişmelerinin doğru anlaşılması ve kavranması için kapitalizmin evrensel ve güncel gelişmeleri anlamında temel konuları hatırlamak gerekmektedir. Kapitalizm üretim araçları ve özellikle büyük tüketim araçları üzerinde kapitalist mülkiyettir. ( özel ve devlet mülkiyeti olarak) Ücret, fiyat, kâr sarmalı diyalektik olarak devam etmektedir. Kapitalizm yalnız işgücünün meta olması değil aynı zamanda hemen tüm kültürel kodlarında meta olması aşamasına gelmiştir. Teknolojinin hızla gelişimi sermayeyi ortadan kaldırmamış, klasik sermaye yanına, dijital sermaye de eklenmiştir. Tekelleşme hızı çok yükselmiş olup bu anlamda diyalektik olarak tekel dışı sermayenin yutulması da hızlanmıştır. Yine gelinen aşamada devlet ile burjuvazi arasında çelişkiler giderek daha da yükselmektedir.( Bu noktada son dönemde ki değerlendirmeleri dikkatli bir şekilde izlemek gerekmektedir.)

Bu dönemin önemli bir gelişmesi asgari ücretin tespiti olmuştur. Asgari ücret yüzde 30 artış ile 22.104.67 TL olmuştur. Bu artış oranı bir önceki artışa göre( yıl içinde iki kez artırım yapılmıştır) nominal artışı bile yakalayamamıştır. Alım gücüne bağlı gerçek ücretin ise adeta gölgesi bile olmamıştır. Asgarin ücretlilerin Avrupa ülkelerinde yüzde 5 ler de bir yeri varken bu oranın Türkiye’de yüzde 60 lara yakın olması doğal olarak asgarin ücretin ortalama ücret olarak görülmesini getirmiştir. Bu noktada ciddi bir zafiyet asgari ücretin ucube bir sermaye bileşenleriyle belirlenmesi, asgari ücretin toplu sözleşme ile belirlenmesinin engellenmesini getirirken, daha da vahimi bunun kanıksanması, kabulü olmuştur.

asgari ücretin belirlemesinde öncekilere göre sıra dışı bir farklılık, ilginçlik yaşanmıştır. Asgari Ücret Tespit Komisyonu yarım asırdır hiç gece vakti toplantıya çağrılmamıştı. Gece asgari ücret açıklanmamıştı. Bu bilinçli bir tasarruf olmuştur. Perşembe günleri açıklanan faiz öncesi Merkez Bankası asgari ücretin az artırıldığını görsün istendi. Dolayısıyla Merkez Bankasını faizlerde düşüş süreci başlatmasıyla patronlara, ücretler ve faizler konusunda yeni yıl hediyesi vermiş olacak. Patrona asgari destek oranı 700 TL’den 1000 TL’ye çıkarıldı. Artış yüzde 42, işçiye yüzde 30 verilirken patrona yapılan bu kıyağın bedeli yüz milyarlarca lira ediyor. Dolayısıyla bu yeni asgari ücretten sanayi burjuvazisi, ihracatçı, KOBİ’ler, yeni yılda 6630 liraya kendisine MESEM üzerinden öğrenci emeği tahsis edilecek patron. Yani bunların hepsi memnun olmuştur. Yine küfe metaforunu kullanarak “Enflasyonla mücadele için ücretler baskılanmalı” diyen burjuva iktisatçıların emekçilerin sırtındaki küfeyi görmeyecek kadar patron yanlısı olmaları da elbette sınıfsal tercihleri olmuştur.

Sonuçta asgari ücret bütün ücretlerin adeta anası olduğu için işçi sınıfı için önemli bir araç olarak sendikal ve siyasal mücadelede sınıf bilincin gelişimine katkı sağlamaktadır. Bu anlamda özellikle sendikaların asgari ücretin yükseltilmesi ve esas olarak da toplu sözleşme ile belirlenmesi için sürekli mücadele içinde olmaları gerekmektedir. Ama sendikaların ( birkaç istisna dışında ) işçi sınıfına yarı gönüllü yaklaşımı onların bu mücadeleyi kazanıma kadar değil de yarı yolda bırakmayı getirmiştir. Oysa son dönemde bazı örnekler özellikle Metal işçileri grev yasağına rağmen kazanıncaya kadar mücadele sürdürerek başarılı olmuşlardır.

Yine açlığı içinde taşıyan yoksulluğun adeta tavan yapması ve bunun nedeni olarak servetlerin katlanmasına bilimsel saiklerle bakmak daha da önemli hale gelmiştir. Sermayenin tekelleşme anlamında merkezileşmesi ve yoğunlaşmasında görülen devasa büyüme ve gelişme, küresel çapta milyarlarca işçi ve diğer emekçiyle küçük üretici- küçük esnaf, kent-kır küçük burjuvazisi için daha ağır yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Servetler öyle katlanmış durumdaki oligarşi içindeki burjuvazinin bile daha da dar bir kesimi servetlere sahip hale gelmiştir. Öyle ki burjuvazinin “yıkılmaz kaleleri” olarak pazarlanan tüm ülkelerde sömürülen sınıf ve tüm ezilenlerin üzerindeki yükler 2024’te daha da ağırlaşmış durumda.

2023’te 14 trilyon dolar toplam servete sahip olan 2700 civarındaki dolar milyarderi 2024’te servetlerini daha da büyüttüler. Silah, enerji, iletişim alanları başta olmak üzere teknolojik ilerlemelerin etkin biçimde kullanıldığı tüm sektörlerde emek aleyhine koşullar ağırlaştı. 1 trilyon 720 milyar servetleriyle en zengin on kişi 3,5 milyar insanın toplam gelirinden daha fazlasına sahipken yoksullaşma, açlık ve işsizlik daha da yükseldi. 2023’te 2,5 milyar kişi günde ancak 2 dolar, 1,1 milyar kişi ancak 1 dolar harcayabilecek durumdaydı ve 2024’te bu durum daha da kötüleşti. Günümüzde 220 milyon kişi işsizdir, yüz milyonlarca işçi Hindistan’da 180, Bangladeş ve Pakistan’da 100 dolar civarında aylık ücretle çalıştırılıyor. Bu duruma rağmen dünya ülkelerinin askeri harcamalara ayırdığı toplam miktar 2,5 trilyon dolar civarındadır ve bu miktar yıldan yıla da artmaktadır. Bu yıkım kötü yaşam koşullarıyla savaşların yol açtığı göçler nedeniyle giderek daha da kötüleşmektedir.

noktada yoksulluğun kriterleri de önemli hale gelmiş durumdadır. Ücretleri düşüren ve gelir dağılımı bozukluğunu artıran politikalar işçi sınıfının yoksullaşmasına neden olurken yoksul halk kitlelerini büyütür. Yoksulluk ne kadar sürdürülebilir kılınırsa, yoksullaşan kitleler de bağımlı hale gelir. Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri, yoksulluğu yeniden üretecek dinamikleri güçlendirmektir. Bugün IMF Türkiye Masası Şefinin, dün salgın döneminde Dünya Ekonomik Formu veya Dünya Bankası gibi sermaye örgütlerinin reçetelendirdiği “yoksullara destek” amaçlı reform paketlerinin altındaki saik, işçi sınıfını yoksullaştırmaktır. Dolayısıyla bu doğrultuda “yoksullukla mücadele” politikaları yerini “yoksulluğun hafifletilmesi veya “yoksulluğun azaltılması” olarak bilinen kapitalizmin yeni politik setlerine bırakmıştır. Mülkiyet yapısını parçalama stratejisiyle uyumlu bu politikalar, sermayeye “hayırseverlik” kisvesi altında alan açmayı da kolaylaştırır.

Yine kapitalizmde yoksul nüfusu büyütmenin öncelikli araçlarından biri ücretlerin genel seviyesini düşürmektir. İşçi sınıfı daha çok çalışıp daha düşük ücret aldıkça, patronların kâr oranları da o ölçüde artar. Ücretlilik sisteminin kendisi, Marx’ın “Ücretli Emek ve Sermayede” bahsettiği “işçinin köleliği, kapitalistin egemenliği” dediği türden eşitsiz ilişkinin kaynağıdır. Yine Marx, 1844-1848 yazılarında “ Modern işçi sanayinin gelişmesiyle yükseleceği yerde hep aşağı, hatta kendi öz sınıfının koşullarından daha aşağı iner. İşçi bir yoksula dönüşür” diye belirtir. Dolayısıyla sermaye, yoksulluğu metalaştırarak, işçi sınıfını yoksullaştırarak, sınıf-içi katmanları karşı karşıya getirerek toplumsal egemenliğini inşa eder. IMF Türkiye Masası Şefi, ücretlerin genel seviyesinin düşük tutulmasının daha çok yoksulluk anlamına geldiğinin farkındadır. Bu anlamda yakın zamanda Asya-Pasifik ve Afrika ülkelerinde yaşandığı üzere yoksul halk isyanlarının iktidarlar ve şirketler açısından oluşturduğu potansiyel tehditleri bertaraf etmek, kontrol edilebilir bir yoksulluk yaratmak bu stratejinin bileşenleridir.

Dolayısıyla kapitalizmden kaynaklı servetlerin ekstra büyümesi ve bu durumun getirdiği yoksulluğa karşı özellikle Türkiye’de mücadele ve grevlerin gelişimine bakmak daha da önemli hale gelmiştir.

Son dönemde özellikle işçi sınıfının motor gücü olan sektörler de işçilerin kazanıncaya kadar mücadelesi başarılı olmuştur. Bunlar Hitachi Energy, Schneider Elektrik ve Polenez işçilerinin kazanımıydı.

Hitachi Energy, Schneider fabrikalarındaki sözleşme MESS’le Birleşik Metal-İş arasında 9 Ağustos da başlayan beş işletmeyi kapsayan fabrikalardaki görüşmenin bir parçasıydı. Görüşmelerde sonuç alınamaması üzerine 5 işletmeye bağlı 9 fabrikada 2 bin işçiyi kapsayan grev kararı alındı. Ancak grev, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “ Milli güvenliği bozucu nitelikte” olduğu gerekçesiyle yasaklandı. İşçiler ve sendikaları Birleşik Metal –İş yasağı tanımayarak grevlerine kararlılıkta devam etti. Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu Hitachi Energy’de 4 Aralık’ta başlatılan ve yasağa rağmen devam eden grev 24 Aralık’ta kazanımla sonuçlandı. Sözleşmeyle işçilerin saat ücretlerine yüzde 60.5 zam yapıldı. Ortalama işçi ücreti 65 bin TL’yi bulurken MESS 3 yıllık TİS dayatması ve esneklik içeren maddelerinin tümünü geri çekmek zorunda kaldı.

Schneider Elektrik’te de 25 günlük fiili grevin ardından 6 Ocak’ta MESS Hitachi’de olduğu gibi dayatmalarını çekerek işçiler ve sendikaları Birleşik Metal-İş’in taleplerini kabul etmek zorunda kaldı.

Yine Tek Gıda-İş Sendikasına üye olduktan sonra Kod-46 ile tazminatsız işten atılan 146 Polonez işçisi, 173 günlük direnişin sonunda 7 Ocak günü taleplerini kabul ettirerek kazandılar.

Ayrıca 700 bin kamu işçisinin TİS’i, Petrokimya iş kolunda sözleşmeler, Belediye işçilerinin karşı karşıya kaldığı yaygın sorunlar, 5 milyon kamu emekçisinin ağustos ayında yapılacak toplu görüşmesi Eylülde başlayacak MESS’le Türk Metal, Birleşik Metal-İş, Öz Çelik-İş arasında yapılacak 150 bin işçiyi kapsayacak grup sözleşmesiyle sürecek.

2025 yılı emek mücadelesinin etkinliği ve yaygınlığı anlamında ses getirecek düzeyde devam etmektedir. Parça parça da olsa eylemlilikler sağlık, metal, petrokimya, belediye, gıda ve inşaat işçileri, kamu emekçileri, emekliler son haftalarda giderek artan biçimde grev çeşitli direniş biçimleriyle eylemdeler. Her gün bir ya da birkaç işletmede daha eyleme geçildiğine tanık olunuyor.

Dolayısıyla karamsarlığa ve umutsuzluğa yer yoktur, gerek de yoktur. Tüm işçi ve emekçilerin mücadelesi giderek yükselmekte olup sürekliliği sağlandığında kazanımla sonuçlandığı yaşanan örneklerle görülmüştür. Bu anlamda kazanım ve başarı için işçilerin talepleri etrafında, varsa sendikaları yoksa seçecekleri bir komite etrafında birleşmek. İnisiyatif almada cesaret göstermek, yasa ve yasaklar ne diyor diye değil kazanmak için ne yapmak gerektiğinde birleşmiş olmak, komşu işletmelerin işçileriyle ve yerel emek güçleriyle az çok bir dayanışmayı sağlamak olduğunu bilerek hareket etmek gerekmektedir.

SONUÇ YERİNE

Kapitalizmin kirliliğine, vahşiliğine, zombiliğine, geberen olmasına Türkiye koşulların da o kadar fazla örnek olay, konu var ki, bunlardan son günlerde yanan otel katliamı, cinayeti bu sıfatların hepsini kapsamaktadır. 36 sı çocuk 78 insanın katliamına yol açan yangının sorumluluğunu birbirlerinin üzerine atan yine diğer felaketlerde olduğu gibi sorumlusu adeta buhar olmuş gibi bir kişinin bile istifa etmediği bir yangın yine ilk günlerdeki güncelliğini kaybederek unutulmaya başlamıştır. Oysa deprem veya orman yangınlarının bazılarının doğa olayı olduğu bu anlamda insanların bunu engellemesi mümkün olmadığı bilimsel bir gerçektir. Ama zararın hiçliği veya azlığı yani öncesi, sırası ve sonrasında tamamen insan odaklıdır. Oysa otel yangınlarının depremler gibi doğa olayı da olmadığı için tamamen insan odaklı olup kapitalizmin kirliğinden kaynaklandığı açıktır.

Bu tip katliamların önlenmesi için kapitalizm içinde de rahatlıkla çözüm üretmek mümkündür. Bunun için etkin bir mücadele örneği yakın dönem için Yunanistan’da yaşanan ve 57 insanın ölümüne neden olan tren kazasına karşı Yunan halkının günlerce sokaklardan çekilmemesinde görülmüştür. Katliamın birinci yılında da AB politikalarına ve kapitalist mülkiyetin toplumsal sonuçlarına karşı on binlerce insan meydanları doldurmuştur. Yine yakın bir örnek de Sırbistan’da yaşandı. 1 Kasım 2024’te Novi Sad tren istasyonunun beton çatısının çökerek 15 kişin ölmesi üzerine halkın büyük bir kitlesi ülkenin birçok noktasında yetkililerin hesap vermesi talebiyle harekete geçti, öğrenciler üniversiteleri boykot ederek sokaklara döküldü.

Böylesi vahşi bir katliam yaşanırken, canlı yaşama ve gerçekliğe uygun olmayan sığ, küçük dünyaların küçük hesapları da yer yer gündem oldu. Otel de yananların zengin olmaları (sanki ölümlerinin iyi olduğu noktasında) ölümün kutsanması ayrı bir zaaf ve garabet olmuştur. Oysa her şey bir yana 36 masum çocuğun, bebeklerin katliamının böylesi bir açıklama ile ele alınması zalimliktir. Öncelikle şunu belirtelim, otelde kalan insanların orta sınıf veya üzeri oldukları otelin kalitesinden de bellidir. Büyük zenginlerin ülkede ve dünyada hangi otelleri seçtiklerini bilmek için bu alanda uzman olmaya da gerek yoktur. Ayrıca bırakalım orta sınıf veya bir üstü insanların böyle bir otel yangında ölmelerini büyük patronlar veya zenginlerin bile böylesi ölümlerini savunmak insanlık dışıdır. Bu noktada söylenecek tek gerçeklik kapitalizmin sonuçları değil de kendisinin yani sistem olarak ortadan kalmasıdır. Bunun içinde devrim ve sosyalizmi-komünizmi ısrarla savunmak yeterli olacaktır. Ama esas zafiyet ve kırılma noktasında bakılması gereken böyle bir acı yaşanırken yanı başında kayağa devam edilmesidir.

Bu cinayet gibi yangının temel nedenlerine baktığımızda rahatlıkla Grand Kartal Otelde başlayan yangının ihmaller ve denetimsizlik yüzünden katliama dönüştüğünü görürüz. Bu anlamda iktidar, bürokrasi ve burjuva basın arasında gerçek sorunları gizlemeye dönük “Katil kim” oyunu oynanıyor. Başta söyleyelim katil kapitalizmin müsilaj olmuş bütün unsurlarıdır. Kartalkaya katliamında, işletme maliyetlerini düşürmek için yangın tedbirini almayan, ihmallere ve denetimsizliklere yol veren, işletmelere kolaylık sağlamak için mevzuatı sürekli esneten ve değiştiren, doğayı talan ederken de işçileri sömürürken de her türlü imtiyaza ve teşvikten yararlanan büyük bir sermaye ağı karşımızda.

Kartalkaya cinayetinin anatomisinde üç yılda 5.6 milyon dolar kâr eden otel şirketinin yaklaşık 28 bin dolarlık yangın önleme maliyetlerinden ve denetimlerden kaçmasını kolaylaştıran iktidar-sermaye ilişkileri görülüyor. Odaların gecelik 30 ile 50 bin olduğu Grand Kartal’ın 2021-2023 yıllarında beyan ettiği vergiye tabi toplam kazancı 95 milyon 177 bin lira. Otel şirketi 2024 yılı öncesinde 3 yılda dolar cinsinden 5.6 milyon dolar kâr ederken maliyeti metrekare başına 300 ile 600 lira arasında değişen yağmurlama sistemlerini kurmaktan kaçınıyor. Ya da 150’den fazla odalı büyük otellerde maliyeti 250 bin civarında olan yangını önceden fark eden ikaz sistemlerini kurmuyor ve aktif çalışmasını sağlamıyor. Metrekare maliyeti 4 bin 500 lira olan yangın merdivenlerinin yapımından kaçıyor.

Sonuçta bu katliamdan özellikle yönetici pozisyonda olan herkes sorumludur. Irkçılıkta birinciliği kimseye kaptırmayan Bolu Beyi ( belediye başkanı ) bazı muhalif TV ler de sorumluluğu üzerine hiç almamak için çırpınırken, şu soruyu biz kendisine buradan soruyoruz. Otele yangın konusunda şartları yerine getirmediği için onay vermemekle doğru yaptınız, ama otele bağlı başka bir mekana uygun olsa bile olur vermeniz, Otelde başlayan yangınının orayı da saracağını düşünerek ilgili yerlere şikayet etmek herhalde Suriyelilerle uğraşmaktan aklınıza gelmemiştir.

konu ile ilgili şu önemli değerlendirme ile sonlandırmak istiyoruz. Bu katliamda ihmalleri ve denetimsizliği engelleyecek mevzuatın varlığından daha önemli ve ciddi bir sorun daha söz konusu. Türkiye’de halk sağlığı, işçi sağlığı, çevre sağlığı, imar, inşaat, yapı, ihale kanunlarında tüm mevzuat şirketlerin kâr marjları ve sermaye birikimi gözetilerek adeta yazboz tahtasına dönüştürülmüş durumda. Sermaye birikiminin sonsuzluğu ile eş zamanlı değişiklik furyası kusursuz mevzuata ya da onu uygulama iradesine asla müsaade etmiyor.