Gelinen noktada özellikle Türkiye’de kapitalizm bir cinnet hali yaşıyor. Her gün erkek şiddeti sonucu kadınlar hunharca öldürülüyor. 2 yaşında çocuklar cinsel saldırı ile katlediliyor. 8 yaşında çocuğumuz rahatlıkla katlediliyor. Gündüz kadınlar tecavüz, tacize uğruyorlar, intiharlar 8 yaşına inmiş durumda. Yolsuzluk, uyuşturucu, kara para aklama, mafyatik ilişkiler yasal ve rutin işleyiş olmuş durumda. Ekonomik yıkım olarak yüksek enflasyon- pahalılık, yüksek işsizlik, ücret – gelir düşüklüğü işçi ve emekçileri yaşamdan koparmış durumda. Yanımızda devam eden savaşta İsrail vahşeti soykırım şeklinde sürüyor. 20 bin çocuğun katli, on binlerce çocuğun yarı ölü şeklinde yaralanması vb. listeyi uzatabiliriz. Kapitalizmin insanı dışlayan vahşeti artık bütün sınırları aşmış durumda. Böylesi koşullarda evrim-insanın oluşumu gibi bir konuyu gündeme, değerlendirmeye almak gereksiz veya zamansız bulunabilir. Oysa diyalektik olarak Marksizm içinde her konu bir bütünlük arz etmektedir.
Özellikle gençlerin milliyetçilik ve dinsel bağnazlık çerçevesinde zehirlendiği koşullarda Marksizm’e ilgi duymaları veya Marksizm’den kopmaları bu ve benzeri konuların doğru kavranmasıyla doğrudan ilişkilidir. Özellikle geçmişte sosyalist çevrelerin Darwin-Evrim konusunu seminer konusu olarak ele almaları bilimsel ihtiyaçtan kaynaklı bilinçli olarak ele alınmıştır. Dolayısıyla Marksizm’in önemini kavramak ve Marksizm’e ilgi duymak için Darwin’in Evrim teorisi önemini koruyor. Tersine evrim teorisini reddetmek yaratılış teorisi vb. ilgi Marksizm’den uzaklaşmak için “bilimsel tez” oluyor. Bu anlamda Darwin’in evrim teorisine başvurmak arkaik değil bilimin bir kez daha önemini gösterecek ve Marksizm’in etkinliği ve gücünün bu ve benzeri teorilerden geçtiği görülecektir.
Elbette bu konuyu değerlendirirken amacımız biyolojik ve tarihsel verilerin önemini de reddetmeden Marksist literatürün içindeki yerini ve Marksistlere katkısını değerlendirmeye çalışacağız. Metafizik olarak insanın türeyişini din vb. gibi doğa –üstü güçlerle açıklayanların bilimsel olmadıklarını, oysa diyalektik- maddeci anlayışın konuyu bilimsel saiklerle yaklaştığını, dolayısıyla karmaşık, kavranması zor böyle bir konunun kavranmasına ve anlaşılmasına katkı yapıldığında Marksizm’in diğer tez, önerme ve mücadele hattını da sağlamlaştıracağı açıktır. Fakat diğer pek çok konuda olduğu gibi ( bu konu kendi özgüllüğü içinde daha da karmaşık olduğu için ) konunun her yönüyle bitirilmiş, netleşmiş, sorulacak sorusu kalmamış, boşluğu olamayan bir şekilde sonuçlandırılmış olamayacağı, önemli olanın bilimsel verilerin değerlendirilmesi sonucu temel öncüllerinin ortaya çıkarılmasıdır. Ayrıca “şey” lerin mutlak yanlarının her durumda olamadığı da gerçektir. Bilimsel gelişmeler var olan boşlukları giderek dolduracak veya azaltacaktır. Fakat var olan veya yeni ortaya çıkacak olan önermeler yanlışlıklar içeriyorsa, bunları düzeltmek bilimselliğin, diyalektik-maddeciliğin gereğidir.
İNSANIN DAHA İLKEL BİR YARATIKTAN TÜREMESİ
İnsanın, daha önce gelmiş bir yaratığın torunları olup olmadığını kim öğrenmek isterse, her şeyden önce insanın beden yapısının ve fikri faaliyetlerini incelemelidir. Çok önemli bir noktanın araştırılması gerekir, var olmak için çetin bir mücadele verilmesi sonucu, insanın faydalı beden ve akıl gelişmeleri yarım kaldığı halde, zararlı olanların gelişmesi, süratle çoğalmasından mıdır? Nihayet, türlerin veya ırkların biri, diğerini işgal etmekte veya yerine geçmektedir? Sonunda bunlardan bazıları ortadan kalkmakta mıdır? Bütün bu sorulara cevap verebilmek için insanın türeyişini kendi beden yapısında aramak gerekir.
İnsanın beden yapısı: İnsanın, diğer memeli hayvanlarla aynı tip yapıda olduğu bellidir. İnsan iskeletinin, maymun, yarasa veya fokun kemikleri ile karşılaştırabilir. Aynı şeyler, insan kasları, sinirleri, kan damarları ve iç organları içinde doğrudur. Bütün organların en önemlisi olan beyinde karşılaştırma dışı kalamaz. Fakat gelişmenin hiçbir basamağında, her ikisinin tam bir benzerlik göstermediği de açıktır. Zaten tam bir uygunluğun beklenmemesi de çok tabidir. Aksi taktirde zeka kuvvetlerinin de aynı olmaması gerekirdi. İnsan ve yüksek maymunların beyinleri arasında esaslı farkların çok az olduğu, beynin anatomik ilişkileri açısından insanın antropomorflara ( insan-benzerleri maymunlara )diğer memeli hayvanlardan daha yakın bulunduğu açıklanmıştır.
Bu uygunluğun veya akrabalığın delilleri olarak, beden yapısı ile doğrudan doğruya bağlantısı olan birkaç özelliği belirtmek yerinde olur.
Bir takım hastalıklar, insandan hayvana veya hayvandan insana nakledilebilir. Örneğin, kuduz, çiçek, frengi, kolera böyledir.
Maymunlar, biz insanların yakalandığı salgın hastalıkların çoğuna tutulurlar, maymunların bilinen nedenler ile nezleye yakalandıkları, verem geçirdikleri görülür. Ayrıca bu maymunlarda inme, katarakt (göze perde inmesi ) görülüyordu. Yavru maymunlar diş değiştirme esnasında çoğu kez ateşli hastalıklardan ölüyorlardı. Birçok maymun çeşitlerinin çay, kahve ve ispirtolu içkilere kuvvetli bir alışkanlık gösterdikleri de görülmüştür ve yine tütün içmekten zevk aldıkları da görülmüştür. Bu karşılaştırmalar göstermiştir ki insan ve maymunlarda tat sisteminin ve sinir sisteminin tümünün nasıl benzer şekilde uyarıldığını ispat etmektedir.
Diğer memeliler, kuşlar ve sinekler gibi, insanda da olgunluk, bazı hastalıkların devamı gibi bazı normal olaylar, ay periyotlarına tabi olur. Yaraları aynı iyileşme sürecini takip eder uzuvları kesilecek olursa, özellikle erken embriyonal periyotta kalanlar çok kere en aşağı-hayvanlar gibi iyileşme yeteneğine sahiptirler. En önemli fonksiyon olan üremenin bütün seyri her memelide, birleşmeden başlayarak doğum ve yavrunun yetiştirilmesine kadar tamamen aynıdır.
Embriyonal gelişme: İnsan 1/5 mm. çapında diğer hayvanların yumurtasından hiçbir bakımdan ayırt edilmeyen bir yumurtadan gelişir. İnsan ve köpek embriyonunun aşağı yukarı aynı gelişim basamağındaki resimleri yan yana konduğunda, sanki kopya gibi birbirlerinden hiç farkları olmadığı da görülmüştür. Fakat yürürken ve dururken dayanak noktası teşkil eden ayak başparmağı, insan bedeninin belki de en karakteristik özelliğidir. Bu durum iki santim büyüklüğünde bir embriyonda, ayak başparmağının diğerinden daha kısa olduğunu ve diğerlerine paralel seyredecek yerde, diğer dört-ayaklılarda olduğu gibi, bir açı teşkil ederek yana doğru seyrettiği gösterildi. Bütün bu durumlar göstermiştir ki, insanın gelişmesinin ilk evreleri ile kökenin aslı, kendisinin aşağısında bulunan hayvanlarla özdeştir. Bu bakımından insan, maymuna, maymunun köpeğe yakınlığından daha yakındır.
Rudimentler ( güdük kalmış organlar): Hiçbir yüksek hayvan yoktur ki onda rudimenter organ bulunmasın. İnsan bu kuralın dışında değildir. Rudimentler ya tamamen faydasızlar ya da az faydalıdır, örneğin dört ayaklı erkek hayvanların memeleri ve geviş-getirenlerin üst-kesici dişleri böyledir. Bunların gelişmesi zordur ve doğal ayıklanmaya da tabi değildirler. Diğer mevcut organlar ise gelişebilirler. Rumident organlar çok defa tamamen yok olurlar, fakat bazen tesadüfen tekrar ortaya çıkarlar. Bu geriye dönüş olayı özellikle önemlidir.
Bir organının gelişmemesinin en önemli sebebi, organın özellikle hayat periyodu sırasında iş-dışı bırakma eylemi, kaba olarak kasların faaliyetinin azalması manasında kullanılmamış olup, ister alışkanlık yüzünden kullanılması, ister sadece küçük basınç değişikliklerine maruz kalması, isterse de organın bir kısmına az kan gelmesi olsun, geniş manada kullanılmaktadır. Yani hem çevre ve iradevi faktörlerin hem de kalıtımın etkisi vardır.
Bir cinste normal olarak teşekkül etmiş olan organlar, başka bir cinste rudimenter olabilir ve bu rudimentler başka bir cins kökenden gelmiş olabilirler. Bazı olaylarda, belki doğal-ayıklama ile gerileyebilirler.
Rudimenter kasların insan vücudunun birçok kısımlarında bulunduğu bilinir, bazı hayvanların, özellikle atların derilerini kuvvetle hareket ettirdiğini ve titrettiğini biliriz. Bu Panniculus comosus dediğimiz kaslarla olur. Bu kasın iş yapmaya yeterli artıkları, insan bedeninin muhtelif kısımlarında bulunur. Bu kasın, bir sistemde tesadüfi veya rudimenter teşekküllerin, esas olanların yerini tamamıyla alabilmesi olayının mükemmel bir açıklaması da olduğu bilinir.
Bazı insanlar, kafa derilerinin yüzeysel kaslarını kasabilirler. Araştırmalar göstermiştir ki, bazı insanlar ağır kitapları kafa derisinin bir hareketi ile başından kaydırabilmişlerdir. Bunu aynı akrabadan insanlarında yapabildiği görülmüştür. Bu olayın mutlak faydasızlığı belli olan bazı unsurların devamlılığına iyi bir örnektir. Bu durum çok eski zamanlarda ki yarı-insan atalardan kalmadır, birçok maymunlar kafa derilerini aşağı ve yukarı hareket ettirebilirler ve bu işi sık sık da yaparlar.
Dış kulağı hareket ettiren dış kaslar ile çeşitli kasları kısımları oynatan iç kaslar, insanda rudimenterdir. Panniculus sistemine dahildirler. Şempanze ve orangutan kulakları, insanlarınkine çok benzer ve az gelişmiştir. Bu hayvanlar kulaklarını hiçbir zaman oynatmamışlar ve insandaki gibi rudimenter kalmışlardır. Buna benzer bir durumda, büyük ve ağır kuşların uçmak için kanatlarından faydalanma yeteneğini kaybetmiş olmalarıdır. Bunun sebebi ise, yırtıcı hayvanlar tarafından yakalanmak tehlikesi ile karşı karşıya bulunmamaları olsa gerekir. İnsan ve bazı maymunların kulaklarını hareket ettirememesi, kafalarını kısmen kolaylıkla bir yöne hareket ettirebilmeleri, bu suretle her yönden gelen görüntüleri duyabilmeleri ile telafi edilir. Yalnız insan kulağının bir “memesi” olduğu zannedilmiştir. Fakat bunun bir rudimenti gorilde de bulunur, zencilerde bulunmaması da nadir bir olay değildir.
Ayrıca dört ayaklı bir hayvanın sivri kulağı ile çocuğun kulağı mukayese edildiğinde benzerliğin olduğu açıkça görülmüştür. Dolayısıyla bütünü ile alındığı takdirde, hem insan da hem de maymunda bazı olaylarda bu çıkıntıyı daha önceki bir durumun belgesi olarak almak akla uygun görülmektedir. Üçüncü göz kapağı özellikle kuşlarda iyi gelişmiştir. İnsanda, maymunda ve diğer memelilerin çoğunda, yarım ay şeklinde bir kısım halinde rudiment olarak bulunur.
Koku duygusunun memelilerin çoğu için büyük önemi vardır. Fakat bu duyu pis kokulu bir yerde uyumalarına mani olmaz, birçok vahşinin yarı bozulmuş eti yememeleri için onları uyarmaz. Dolayısıyla insan, kendisinden önceki herhangi bir yaratıktan bu yeteneği, zayıflamış ve rudimenter bir şekilde miras almıştır. Bu duyunun çok gelişmiş olduğu hayvanlarda, örneğin köpek ve atta, şahısların ve yerlerin öğrenilmesi, onların kokuları ile doğrudan ilgilidir.
İnsan, diğer bütün maymunlardan tamamen çıplak oluşu ile ayrılır. Erkekte bir miktar kısa ve sert kıl, vücudun bir kısmını kaplar, kadında da ince bir tüy örtüsü vardır. Fakat kıllanma bakımından muhtelif ırklar birbirinden çok ayrılıklar gösterir. Aynı ırkın şahıslarında da birbirinden çok farklıdır. Bu fark, sadece miktar bakımından değil, bulundukları yer açısından da seçilir. Örneğin bazı Avrupalılarda, omuzlar tamamen çıplak iken, diğerlerinde kalın kıl demetleri bulunur. Ayrıca birçok cılız çocuğun sırtının oldukça uzun, ipeğimsi tüylerle örtülü olduğu görülmüştür.
Yine arkadaki azı dişleri veya akıl dişleri, uygar insan ırkında gerilemeye yüz tutmuştur. Bu diş, çok zaman diğer azı dişlerden daha küçüktür. Şempanze ve orangutanda da böyledir. Ayrıca sindirim kanalında bir tek rumident bilinmektedir. Körbağırsağın appendiks denilen solucan şeklindeki takıntısıdır. Bu kısım bazen, hiç bulunmaz, bazen de çok gelişmiştir. Orangutanda bu kısım uzun ve kıvrımlıdır. İnsanda kısa körbağırsağın sonunda çıkar, 10-12cm uzunluktadır. Yine bazı aşağı-maymunlarda kol kemiğinin aşağı yakınında bir delik bulunur. Delik mevcutsa büyük kol siniri daima oradan geçmektedir. Bu durum memeli hayvanlarda, insandakinin benzeştiği ve rumident olduğunu ispatlamaktadır. İnsandaki kuyruk sokumu kemiğin aşağı-hayvanların hakiki kuyruğuna ne kadar tam bir şekilde benzediği görülmüştür. Üretim sistemi ile çeşitli rumidenter yapılar gösterirse de o kadar önemli değildirler.
Bir cinste kalıtsal olan kısımlar, kısmen öteki cinse nakledilebilir. İnsan dahil bütün memeli hayvanların erkeklerinde, rumidenter süt bezleri olduğu bilinir. Bazı vakalarda bunlar iyi gelişmiştir ve bol miktarda süt de verirler. Her iki cinsteki süt bezlerinin aynı oluşu kızamık esnasında her iki cinste büyümesi de ispatlanır. Memeli hayvanların çoğunda da bulunan prostat bezi, halen dişi rahminin benzeştiği kabul edilmektedir.
Bir ve aynı sınıfın üyelerinde bütün vücudun benzeşik teşekkülünü anlamak, ancak bunların ortak bir kökten geldiğini ve sonradan değişik şartlara uymak zorunda kaldıklarını kabul ettiğimiz takdirde kolay olacaktır. Bundan başka, bütün görüşlere göre bir insan veya maymunun eli ile atın ayağı, yarasanın kanada arasındaki benzerlik vb. tamamen anlaşılmaz bir şeydir. Hepsinin aynı ideal bir plana göre yaratılmış olduğunu söylemek bilim dışı bir izah olur. Değişimlerin oldukça geç embriyonal bir çağda ortaya çıktığı ve uygun bit hayat evresinde kalıtımla intikal ettiği ilkesi hatırda tutulacak olursa, en çeşitli embriyoların az veya çok ortak atalarının yapısını niçin muhafaza ettikleri ve gelişimin nasıl meydana geldiği kolaylıkla anlaşılır. Dolayısıyla bir insan ile köpek, bir yarasa, bir kertenkele vb. embriyonun başlangıçta birbirinden ayırt edilmeyişi hakkındaki göz kamaştırıcı gerçek, başka bir şekilde açıklanamaz.
Ancak bu suretle, insanın ve bütün memelilerin niçin aynı modele uygun yapıda oldukları, niçin gelişimin aynı basamaklarından geçtikleri ve neden bazı rudimentleri korudukları anlaşılabilir. Hepsinin ortak bir kökene sahip olduğunu sakınmadan söylememizin sebebi, bu gerçeğin bilinmesi zorunluluğundandır.
İNSANIN DAHA İLKEL BİR YARTIKTAN TÜREMESİ HAKKINDA
İnsanın halen önemli bir değişmeye karşı karşıya kaldığı açıktır. Aynı ırktan tamamen aynı olan iki şahıs gösterilemez. Milyonlarca yüzü incelersek, hepsi farklı gözükecektir. Çeşitli vücut kısımlarının ölçüleri ve birbirlerine oranları da aynı şekilde büyük farklar gösterir. Bacakların uzunluğu en değişken noktalardan biridir. Kaslar da çok değişkendir. Örneğin 50 kadavra ayağında iki tanesinin bile kaslarının tamamen aynı olmadığı ve bazılarında değişkenliğin geniş olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca iç organların dış kısımlardan daha değişken olduğu görülmüştür. Dolayısıyla çeşitli insanlarda değişik olmayan tek bir organ yoktur.
Yine köpek, at ve diğer av hayvanlarındaki ruhi özelliklerin kalıtsal olduğu, tartışılmaz kabul edilir. Özel eğilim ve alışkanlıklardan ayrı olarak, anlayış, cesaret, kötü veya iyi heyecanın vb. kalıtımla intikal ettiği görülmüştür. Ayrıca çok önemli bir görüşe insan her ehli hayvandan farklıdır, insan soyun hiçbir zaman, uzun süre ne metodik ne de bilinçsiz ayıklanma ile kontrol edilememiştir. Örneğin Isparta’da bir çeşit ayıklanma vardı. Doğumdan kısa bir süre sonra çocuklar muayeneye tabii tutulmakta, sağlam yapılı ve kuvvetliler muhafaza edilmekte, geri kalanlar imha edilmektedirler.
Hayvanlarda olduğun gibi insanda da değişebilmeye sadece aynı genel sebepler etkili olmaz, şurada da, buradaki gibi aynı vücut kısımları benzer bir şekilde taklit edilir. Kısacası organların karşılıklı mekanik etkileri, organların küçülmesine sebep olan gelişim duraklamaları, geriye-dönüş ile uzun zaman kaybola gelmiş karakterlerin yeniden ortaya çıkması ve nihayet karşılıklı- uyum sonucu değişme. Bütün bu kanunlar insanlar içinde, hayvanlarda olduğu gibi geçerlidir. Hatta çoğu bitkiler içinde geçerlidir.
Değişen Şartların Direk ve Belirli Etkisi
Bu konu oldukça çapraşıktır. Değişen şartların bütün organizmaları etkilediği inkar edilemez. Bedenin gelişmesine en büyük etkinin eyaletten geldiği ve doğum yerinin boy üzerine belli bir etki yaptığı da görüldü. Ayrıca tam ters sonuçlara yol açtığı da görüldü, yani iklim, denizden yükseklik, toprağın yapısı ve hayat tarzının etkilerinde olduğu gibi, yine iyi beslenme ve konforlu yaşamında insan boyu üzerinde etkileri olduğu görüldü. Ayrıca şehirde oturmanın ve belli işlerde çalışmanın da bazı yerlerde boy uzunluğu üzerinde ters etkisi olduğu anlaşıldı.
Dış şartların insanlar üzerine daha başka bir etki yapıp yapmadığı bilinmemektedir. Fakat ev hayvanları ile karşılaştırarak soğukluk ve rutubetin, kılın gelişmesi üzerine direk etkisini kabul etmek gerekir. Fakat insan için aynı sağlam kanıt bulunmayabilir.
Organların Çok Kullanılması Veya İş-Dışı Bırakılmasının Etkileri
Bir bireyin kaslarını kullanmasının onu kuvvetlendirdiği, iş-dışı bırakılmasının ve ait olduğu sinir felcinin kasları zayıflattığı bilinir. Göz zedelenir de göz siniri çok defa zayıflar, bir böbrek hastalık sonucu fonksiyon yapmaktan kalırsa, diğeri büyür ve iki misli işi yüklenir. Kemikler büyük bir yük taşımaya zorlandıklarında kalınlaşırlar ve aynı zamanda uzarlar.
Kolların kısalığının, onların çok kullanılmadığından olduğu bilinir. İngiliz işçilerinin elinin daha doğumdan itibaren, burjuvaların ellerinden büyük olduğu sanılmaktadır. Hiç olmazsa bazı vakalarda, el ve ayakları ile çalışmayan sınıflarda çenenin hareket organları ile çene kemiği arasında mevcut bağlantı sebebiyle gerilemesi mümkündür. Ayrıca saat tamircilerinin ve bakır baskısı yapanların kolayca miyop oldukları, oysa doğuda yaşayanların özellikle vahşilerin hipermetrop oldukları bilinen bir husustur. Yine Aymarların açılmış kollarının Avrupalılardan kısa, zencilerden ise çok kısa olduğu görüldü, bacaklarda kısaydı.
Bu gözlemler, kuşaklar boyunca yüksek yaylada oturmanın vücut organlarında, hem direkt olarak kalıtsal değişiklere sebep olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak çok eski bir zamanda insanın atalarının, bir geçiş döneminde bulunduğunu ve dört ayaklılıktan iki ayaklılığa değiştiğini, doğal ayıklanmanın muhtemelen vücudun değişik kısımlarının çok kullanılması veya iş-dışı bırakılmasının kalıtsal olan etkileri ile yüksek ölçüde takviye edildiğini söyleyebiliriz.
Gelişim Duraklamaları
Gelişim duraklaması ile yetişme duraklaması arasında fark vardır. Gelişim duraklamasına maruz kalan organlar, önceki yaradılışlarını korudukları halde büyümeye devam ederler. Bu durum için beyinin gelişiminin duraklamasından bahsetmek yetecektir. Örneğin bazılarının kafatası daha küçük ve beyin kıvrımları, normal insana göre daha azdır. Yine bazı ilkel insan tiplerinin aklı ve diğeri ruhi yeteneklerinin çoğu zayıftır, konuşma yeteneği elde etmeye uygun değildirler.
Geriye Dönüşüm
Herhangi bir teşekkül, gelişiminde duraklayınca, aynı gruptan daha aşağıda bulunan bir yetişkin üyenin ona uygun teşekkülüne tamamen benzeyene kadar gelişimine devam edince, bu belirli bir anlamda bir geriye dönüşüm olarak kabul edilebilir. Embriyonal gelişmenin erken bir basamağında duraklamış bir organın yetişmesinde bu kadar ileri derecede gelişmeye yetenekli olması mümkün değildir. Yine daha aşağı hayvanlarda muntazam bulunan bazı teşekküller normal insan embriyonun da önceden bulunmasa da bazen insanda belirebilirler. Örneğin bazı hayvanlarda iki boynuz tamamen kaybolana veya gövdesine katılana kadar tedricen kısalacaktır. Fakat uzun süreden beri yok olmuş teşekküllerin yeniden hayata dönüştürülmesi olayı geri dönüşüm ilkesi, bunun pek çok uzun bir zaman fasılasından sonrada tam bir şekilde gelişmesine kılavuz olmaktadır.
Köpekdişi, insanda artık düşmanlarını parçalamak gıdasını parçalamak için kullanılan bir silah olmaktan çıkmıştır. Asıl fonksiyonunu yitirmiş olmasından rudimenter kabul edilebilir. Ayrıca insan daha aşağı bir yaratıktan türüyorsa, örneğin kas birçok hayvanda bulunmuştur, fakat bu hayvanların sadece erkeklerinde çiftleşme esnasında işe yarar. İnsanla maymun arasında yine bir bağlantı mevcut değilse, sadece bir tesadüf sonucu insandaki yediden fazla kasın anormal olarak bazı maymunlarınkinin aynı olması tamamen ihtimal dışıdır. Diğer yandan insan, herhangi bir maymunumsu yaratıktan türüyorsa, bazı kasların binlerce kuşaktan geçtikten sonra niçin birdenbire tekrar meydana çıkrıklarını, aynı şekilde at, eşek ve geviş getiren hayvanlarda yüzlerce yahut muhtemelen binlerce kuşak sonra bacak ve omuzlarda koyu renkli çizgilerin yeniden ortaya çıktığını anlamak için dolambaçlı yollara gitmeye sebep kalmamaktadır. Dolayısıyla muhtelif geriye dönüşüm belirtileri ile dar anlamda rudimentler, insanın daha aşağıda bulunan herhangi başka bir yaratıktan geldiğini açıklamaktadır.
Çoğalma durumu değerlendirildiğinde bütün ehli dört ayaklıların ve bütün ekilen bitkilerin, tabiatta bulunan benzer türlere oranla daha çok döl gelişimi olduğu görülmüştür. Aynı şekilde ehli hayvanlarımız gibi, uygar ulusların artmış döl bereketinin kalıtsal bir karakter taşıması da olasıdır. Hiç olmazsa insanda ikiz doğuma eğimin arttığı bilinmektedir. Ayrıca evlenmelerde asla bakkalca hesaplar yapılmamış ve eski zamanlarda her iki cins kendi arzuları ile çiftleşmişlerdir. Herhalde bu yüzden insanın ataları çok hızlı çoğalmış olmalıdır. Fakat çeşitli engeller bu çoğalmayı düşük tutmuştur. Yoksa bütün hayvanlar içinde en az döl veren fil bile birkaç bin yılda bütün dünyayı kaplayabilirdi. Çoğalmanın düşük olmasının birçok nedeni yanında belki de en önemlisi, müsait olmayan mevsimlere tabii olan periyodik kıtlık zamanlarındandır.
Doğal Ayıklanma
İnsanın beden ve ruhunun değişken olduğu bilinmektedir. Bunlardan temel olan değil de bireysel olanların bazılarının yok olup gideceği bazılarının kalıcı olacağı görülmektedir. Fakat insan halen en ham şeklinde bile dünya üzerinde bulunan hayvanlar içinde en egemen olanıdır.
İnsanın en yakın akrabasına, bizden önceki atalarımızın en uygun temsilcisine bakacak olursak, maymunda ellerin insandakinin aynı olan bir plana göre yapılmış olduğunu, fakat muhtelif şekilde kullanabilmek için çok daha azgelişmiş olduğunu görürüz. Sadece insan iki ayaklı olmuştur. Bu duruma ellerin konumu ve kullanması getirmiştir. Bunu kazanmak için ayaklar düz olmuştur ve büyük ayak başparmağı kendisine has bir şekilde değişmiştir. Eller nasıl yakalamak için gelişmişlerse, ayaklarda daha çok taşımak ve hareket etmek için gelişmiştir. Kısacası, halen yaşayan maymunlarda, dört ayaklıların yürüyüşü ile iki ayaklıların yürüyüşü arasında muhtelif basamakları görmekteyiz. Fakat antropomorf maymunlar yapıları bakımından iki ayaklılara, dört -ayaklılardan daha yakındır.
İnsanın atalarının tedricen daha dik durması, kol ve ellerin gittikçe daha çok yakalamak ve başka maksatlar için kullanılması, bacak ve ayaklarını aynı zamanda emniyetle ayakta durmak ve yer değiştirmek için kullanılması ölçüsünde beden yapısında birçok değişiklere de gerekli olmuştur. Kalçalar daha geniş omurga kendine has bir şekilde bükük ve kafa değişik bir şekilde insan tarafından miras alınmıştır.
Ayrıca insanın atalarında, dişler ve çene giderek küçülürken, birleşik kafatası da gittikçe daha çok halen yaşayan insanınkine benzemeye başlamıştır. Yine ruhi faaliyetler geliştikçe beyinde büyümüştür. Karıncaların içgüdülerinin gelişmesi sonucu çok küçük olan beyni çok gelişmiştir.
Diğer yandan, ehli tavşanla yabani tavşanın beyni karşılaştırıldığında, birincisinin beyninin oldukça küçük olduğu görülmüştür. Bu durum ehli tavşanın kuşaklar boyunca hapiste kalışına ve zekasını, içgüdüsünü ve maksatlı hareketlerini az kullanmak zorunda kalışına bağlanabilir. Ayrıca insan beyninin ve kafatasının ağırlığının gittikçe artması, onu taşıyan omurganın gelişmesini de etkileşmiştir. İnsan ırklarında en önemli farklılıklardan birisi de, kafatasının bazılarında uzun, diğerinde yuvarlak oluşudur. Ayrıca küçük insanların kısa kafalı, iri insanların daha çok uzun kafalı olduğu görülmüştür.
İnsan ile diğer hayvanlar arasında göze çarpar başka bir fark da cildinin çıplak oluşudur. Acaba insanın başlangıçta tropik bir bölgede oturmuş olması yüzünden kıllarını kaybettiğini kabul edebilir miyiz? Erkeklerde kılların bilhassa göğüs ve yüzde bulunuşu ile her iki cinste kol ve bacakların gövdeye birleştiği yerde tüylerin muhafaza edilmiş olması, insanın kıllarının iki ayak üzerinde durmasından önce kaybolmuş olduğu varsayımına uygun düşmektedir.
Çünkü şimdi kılların kalmış olduğu yerler, güneşin sıcaklığından en çok korunmuş olan yerlerdir. Kafatası bu esnada dikkate değer bir istisna teşkil eder, çünkü kafa her zaman en çok tehlikeye maruz kalan bir kısım olmuştur. O sebepten sık olarak kıllarla örtülüdür.
İnsanlarında ait olduğu maymunlar dizisinin diğer üyelerinde ve çeşitli sıcak bölgelerde yaşayanların vücudunun da kıllarla kaplı olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Üstelik kılların en sık olduğu yer de sırt bölgesidir. Ayrıca insan veya ondan daha eski olarak kadının cinsel ayıklanma sonucu tüylü postunu kendini beğendirmek sebebiyle kaybetmiş oluşudur. Yaygın bir görüşe göre de kuyruğun bulunmayışı insanın önemli ayırıcı özelliklerinden biridir. Bu durumun doğal-ayıklanma sonucu meydana geldiğini, yani devamlı olarak sürtünme ve yaralanmasından ileri geldiği de ihtimal dışı değildir. Dolayısıyla insanda ve antropomorf maymunlarda kuyruğun uç kısmı çok uzun bir süre boyunca sürtünmekten zarar gördüğü için kaybolduğunu, deri içinde kalan dip kısmın ise güdükleşip, dik durma, yarı doğrulma haline intibak için değişikliğe uğradığını her halde söyleyebiliriz. Bu örneklerde, beden sıvılarının herhangi bir maksatla değişikleri zaman, başka dikkate değer değişikleri de beraberinde getirdiğini de görüyoruz. Bütün bunları, türlerin birbirinden bağımsız olarak yaratılmadığını göstermek, ikincisi ise kullanmanın kalıtsal etkileri ile çok takviye edilen, çevre şartlarının direk etkisiyle de biraz desteklenen doğal ayıklanmanın değişmede esas rolü oynadığını göstermek için değerlendirdik. Yine bütün hayvanların varoluş araçlarının üzerine çoğalmaya uğraşmaları gibi, insanlarının atalarının da varoluş için mücadele ve doğal ayıklanma kanununa tabii olmaması imkansızdır. Ayrıca yaşayan halklara ve maymunların büyük kısmına bakarak, ilk insanların ve insanların ve insanın maymuna benzeyen atalarının muhtemelen toplu bir halde yaşamış olduğu söylenebilir.
Yine tüy örtüsünün kaybı, sıcak bir ülkede yaşayan insan için büyük bir kayıp değildir. Aynı şekilde, köpekdişlerine sahip olmayan dişi hayvanlarda hayatını devam ettirmeye elverişli olduğunu da hatırlamalıyız.
İnsanın beden büyüklüğü ve kuvvet açısından, küçük şempanze gibi bir maymundan mı, yoksa goril gibi kuvvetli bir çeşitten mi? Türediğini bilmemekteyiz. Fakat insanın nispeten zayıf bir atadan türemesi, kendisi için sonsuz derecede yaralı olurdu.
İnsanın beden kuvvetinin azlığı, çabuk koşmaya, doğal silahlara sahip olmayışı vb. başka unsurlarla düzeltilmiştir. Birincisi daha barbarlık devrinde silahlar, araçlar yapmak imkanını veren akli kuvvetleri, ikincisi hemcinslerinden yardım kabul etmeye kendisini götüren sosyal özellikleri.
İNSAN VE HAYVANLARIN RUHİ YETENEKLERİ
İnsan aklının başka hayvanlarınkinden belirgin bir şekilde farklı olduğu doğrudur. Bu durumu ileri derecede organize olmuş maymunlarla karşılaştırırsak bile yine doğrudur. İnsan ırklarının en yüksek zekaları ile vahşilerin aklı arasındaki bu farklar bile, en küçük basamaklarla birbirine bağlıdır. Bu yüzden birinin diğerine değişmesi ya da birinin diğerinden gelişmesi mümkündür. Ayrıca insan ile yukarı memeli hayvanlar arasında zeka yetenekleri bakımından esasta hiçbir fark bulunmadığı görülmüştür.
İnsan, hayvanlardaki duyu organlarının aynına sahip olduğu için temel duygulanmaları da hayvanlarınkinin aynıdır. Aynı şekilde insan, hayvanlarınkine eş bir takım içgüdülere de sahiptir. Nefsini savunma, cinsel arzu, annenin yeni doğmuş olduğu çocuğa olan sevgisi, meme- çocuğun emme içgüdüsü gibi. Belki insan kendisine en yakın olan hayvanlara oranla daha az içgüdü sahibidir. Örneğin Hint adalarındaki orangutanlar ve Afrika’daki şempanzeler, uyudukları yatakları yapmaktadırlar. Yine bu maymunların tropiklerin sayısız zehirli ürünlerini yemekten kaçındıkları da görülmüştür. Dolayısıyla hayvanlarda insanlar kadar sevinci ve acıyı, mutluluk ve sefaleti tanırlar.
Hayvanların, insanların heyecanlandıkları aynı şeylerden etkilendikleri o kadar açıktır ki, korku hayvanlarda insanlarda yaptığı aynı etkiyi yapar. Kaşlar titrer, kalp atışı hızlanır, kasların bazıları gevşer ve kıllar dikelir.
Köpeğin efendisine sevgisi bilinir. Ölüm kavgasında bile köpek efendisine yaltaklanmayı unutmaz. Ayrıca anne sevgisinin en ince ayrıntısına kadar hayvanda da gözüktüğü tespit edilebilmiştir. Örneğin, yavrusunu rahatsız eden sinekleri avlayan bir maymun görülmüştür. Dişi bir jibonun yavrularının yüzünü derede yıkadığı da görüldü.
Daha karmaşık olan şefkat duygularının çoğu, yüksek-hayvanlarla insanda ortaktır. Köpeğin sahibinin iltifatını kazanmak için neler yaptığını herkes bilir. Yine maymunlar yanına yılan cesedi götürüldüğünde üç ayrı tür maymununda korkuya kapıldıkları, çığlık attıkları görülmüştür. Aynı maymunlar, kafeslerine ölü bir balık, fare ya da canlı bir kaplumbağa veya başka şeyler bırakıldığı zaman hiç de böyle davranmamakta idiler. Ayrıca taklit özellikleri de gelişmiştir. Örneğin köpeğin biri, bir kedi tarafından emzirilmediği halde, yavru bir kedi ile birlikte terbiye edildiği için yukarıda anlatılan alışkanlığı edinmiştir. Yine şahinlerin yavrularını becerikli ve uzaklık tahmininde yanılmayan şekilde terbiye edebilmek için, önce onlara ölü fare ve serçeler getirip havadan bıraktıklarını, daha sonra canlı kuşlarla aynı işi tekrarladıkları görülmüştür.
İnsan anlayışının ilerlemesi için dikkat yeteneği kadar önemli olan başka bir yetenek yoktur. Örneğin duvardaki bir sineğe veya başka önemsiz bir şeye takılıyorsa ona bir şey öğretmek ümidi olmadığını ve maymunun dikkatini ceza vererek çekmeye çalıştığı görülüyordu. Tersine ise, kendisine dikkat edebilen bir maymunun kolayca terbiye edebildiği ifade ediliyordu.
Hayvanların kişiler ve mevkiler hakkında ki bir hafızaya sahip olduğu bilinmektedir. Örneğin beş yıl ve iki günlük maksatlı ayrılıktan sonra kulübesine gidilip çağırılan köpeğin önce sevinç göstermediği daha sonra ise sahibine itaat edip onu takip ettiği görüldü. Ayrıca karıncalar, aynı topluluğa dahil olan ırkdaşlarını dört aylık bir ayrılıktan sonra bile tanırlar.
Hayal, insanın en büyük özelliklerinden biridir. Kedi, köpek ve atlar, kuşlar dahil muhtemelen bütün yukarı-hayvanlar, hareket ve ses belirtilerinden bilindiği şekilde rüya gördükleri için bunların da belirli bir hayale sahip olduklarını kabul etmek zorundadır. Fakat insanınkinden bambaşka bir tarza olduğu da bilinmektedir.
İnsan aklının bütün yetenekleri arasında anlayış, mutlaka en önemli yeri işgal eder. Tabiat araştırıcılarının belli bir hayvanın alışkanlıkları üzerinde uzun müddet uğraşınca daima daha çok anlayış ve daima daha az öğretilmemiş içgüdüler tespit ettiklerine inanmaları dikkate değerdir.
Küçük çocukların günlük kavrayışları hakkında derlenen bilgilerle, on bir aylık bir çocuğun her çeşit cisimler ile sesler arasında uyumu büyük çabuklukla yapması ve akıllı köpekten bile daha fazla yorum yeteneğine sahip bulunduğu da görülmüştür.
Kendilerine ilk defa yumurta verilen maymunların bunları yere vurup parçaladıkları ve bu suretle büyük kısmının ziyan olduğu, daha sonraları hayvanlar yumurtayı sert bir yere vurup bir tarafını kırdıktan sonra kabuklarını elleriyle ayıklamayı keşfettiler.
Dolayısıyla insan ve yüksek-hayvanların birkaç içgüdüye aynı şekilde sahip olduklarını yeter derecede ispatlamaya çalıştık. Her ikisi de aynı fikir, görüş ve duygulanmalara sahip olup, benzer üzüntü, eğilim ve heyecanlarla karşı karşıdırlar. Daha karışık olan kıskançlık, şüphe, şükran ve cesaret gibi şeylere de her ikisinde rastlamaktayız. Hayret ve merak hissederler, aynı yeteneklere sahiptiler. Fakat yine de akıl bakımından hayvanlar insanlardan daha düşüktür. İnsan bu başarısını, konuşma yeteneğine ve edinilmiş bilgilerini başkalarına iletilmesine borçludur. Hayvan bireylerinden başlayacak olursak, genç hayvanların yaşlılara göre daha kolay düşmanlarına yakalandığını ve düşmanlarının yaşlılardan daha kolay onlara yaklaşabildiğini herkes bilir.
Yine kuşların ve diğer hayvanların, insan ve diğer düşmanlarla ilişkilerinde dikkatli davranmayı öğrendikleri ve bu özelliklerini tekrar yitirdiklerini kabul etmek gerekir. Bu dikkat, bir alışkanlık, yani bir içgüdüdür. Ama kısmen de bireysel tecrübenin sonucu olmalıdır. Dolayısıyla hayvanın zamanın akışı içinde zekasını ve diğer zihin yeteneklerini daha da geliştirdiğinin mümkün olmadığı hakkında hiçbir direkt belgeye dayanmaya iddia, türlerin gelişmesi meselesini reddeder.
Çok defa hayvanların alet kullanmadıkları zannedilir. Fakat şempanzenin doğal şartlarda cevize benzer bir meyveyi taş yardımı ile kırdığı görülmüştür. Genç bir orangutanın dayaktan korunmak için üstüne saman veya örtü çektiği görülmüştür. Ayrıca birçok işlerde taş ya da sopalardan alet olarak yararlandıkları da görülmüştür. Çok defa şempanzeler kendisini rahatsız edenin üzerine elinde ne varsa fırlatıp atar. Dişleri hasta olan bir maymun cevizleri açabilmek için taşlardan yararlanmıştır. Bu davranışın oluşumu basit sanatlara, ilkel mimariye ve giyinmeye ilk adım atışların göstergesidir.
Soyutlama, Genel Fikirler, Bilinç, Zihni Bireysellik
Hayvanlarında soyutlama yeteneğine sahip oldukları görülmüştür. Örneğin bir köpeğin başka bir köpeği uzaktan gördüğü zaman, bunu yalnız soyut manada bir gerçek olarak kabul ettiği, yani onu sadece köpek olarak anladığı açıktır. Ayrıca hayat ya da ölüm nedir manasını anlıyorsak hiçbir hayvanın, bu bilince sahip olmadığını hemen kabul edebiliriz. Genellikle yüksek hayvanların hafıza, dikkat, fikir birikimi ve bir parça tasavvur kuvveti ile anlayışa sahip oldukları kabul edilmektedir. Fakat kendi çocuklarımızda bile bunların hangi yaşta başladığı bilinmemektedir. Yine de bu yeteneklerin, hiç olmazsa çocuklarda fark edilmeyen kademelerde geliştiğini görüyoruz. Ayrıca hayvanların kendi ruhi bireyliliklerinin bilincini muhafaza ettiklerine şüphe yoktur.
DİL
Bu yetenek, haklı olarak insan ile hayvan arasında temel farklardan biri sayılmıştır. Köpeğin ehlileşmesinden beri, en az dört veya beş çeşit tonda havlamayı öğrenmiş olması önemlidir. Ehlileşmiş köpeğin, avda olduğu gibi şevkle havlamasını, kızdığı zaman hırlamasını, ümitsiz olduğu zaman ulumasını ( örneğin hapsedildiği zaman ) geceleyin ulumasını istediğinde yalvarıcı şekilde havlamasını tanıyoruz.
Yine de konuşmanın başarılı bir şekilde kullanılması, insana özgü bir özelliktir. Ama insan bile, diğer hayvanlar gibi heceli olmayan sesleri, jestlerini, yüz adalelerinin hareketleri ile birlikte düşüncelerini ifade etmek için kullanılır. İnsanı hayvandan ayıran heceli konuşması değildir. Onlarda birçok kelime ve kısa cümleleri anlar ama tek kelime konuşmazlar. Yani heceleme yeteneği, ayırt edici bir özellik değildir. Çünkü papağanlar ve başka kuşlarda aynı yeteneğe sahiptirler. Dolayısıyla insan, hayvanlardan en değişik ses ve fikirleri birleştirmedeki sonsuz yeteneği ile ayrılır. Bu insanın zihni yeteneğinin ileri derecede gelişmiş olmasından meydan gelir. Ayrıca hiçbir filolog, dilin düşünerek bulunduğunu kabul etmemektedir. Konuşma yavaş yavaş ve zamanla bilinçsiz olarak birçok basamaklardan geçerek gelişmiştir.
Maymunların insanlar tarafından kendilerine söylenen birçok şeyi anladıklarına şüphe olmadığını ve tabiatta bulundukları zaman arkadaşlarına tehlike halinde dikkat işaretleri verdikleri görülmüştür. Yine maymuna benzer bir hayvanın, tehlikeyi işaret etmek için yırtıcı bir hayvanın sesini taklit etmesi gerekmiştir. Bu durum dilin oluşumu için belki de ilk adım olacaktır.
Ayrıca dilin devamlı olarak kullanılması ile beyin gelişmesi arasındaki ilişki, hiç şüphesiz daha önemlidir.
Yine kuvvetli ve birbiri ile bağlantılı fikirlerin uzun bir silsilesi dilin herhangi bir şekilde yardımı olmadan da zihinden geçirebilir. Bunu rüya gören köpeklerin hareketlerinden çıkartabiliriz. Hayvanların belli bir dereceye kadar, dil yardımı olmaksızın hareket edecekleri de görülmüştür. İnsandaki gibi iyi gelişmiş bir beyinle konuşma yeteneği arasındaki çok sıkı ilişkiyi beyin hastalıklarının belli çeşitleri de göstermektedir. Bu hastalıklarda konuşma, özellikle zedelenmiştir. Örneğin diğer bütün kelimeler yanlışsız bir şekilde kullanabildiği halde, isimlerin söylenmesi imkansızdır.
İnsan da bazı organların ifade yeteneği arttıkça organların yeniden gelişmesi de mümkündür. Konuşma ve uygun organların yardımı ile, yani dil ve dudaklarla daha da kolaylaşır. Ayrıca dil ve şiveler, geniş bir şekilde yayılmakta ve zamanla diğer dillerin yok olmasına sebep olmaktadır. Dolayısıyla bir ve aynı dilin asla iki kökeni yoktur. Çeşitli diller birbirini ile karışır veya biri diğeri içinde eriyebilir. Görüldüğü gibi heceli konuşma yeteneği insanın daha aşağı bir oluşumundan geliştiği inancını bertaraf edebilecek bir engel değildir.
Yine hayvanların büyük kısmında, güzellik duygusunun karşı cinsi tahrik etmekle sınırlı olduğunu zannetmekteyiz. Oysa erkek kuşun aşk mevsimindeki tahrik edici gösterileri mutlaka dişi tarafından hayranlıkla takip edilmektedir. Fakat hiçbir hayvanın, gece gökyüzünden, güzel bir tabiat manzarasından ya da gelişmiş müzikten anlamasına şüphesiz imkan yoktur. Böyle bir zevk ancak yüksek bir kültürle oluşur.
İnsan ruhunda, hayal, merak ve anlayış vb. yeteneklerinin henüz gelişmediği devrede köpekte olduğu gibi, rüyaları, ruhların varlığı inancına onu götürmeye yetmemiş olmalıdır. İnsanın ilk defa görünmez ruhsal güçlerin ( Tanrı, din vb. ) varlığa inancına götüren aynı yüksek zihni yeteneklerdir.
HAYVAN VE İNSANLARIN YETENEKLERİ
İnsan ile hayvan arasındaki farkın en önemlisi moral duygusu ve vicdandır. Gelişmiş sosyal içgüdüleri olan her hayvanın entelektüel kuvvetleri, insan kadar ya da insana yakın derecede gelişmiş olsa, noksansız bir moral duyguya ve vicdana sahip olacağı açıktır. Bu duygular ve yardım etme hali, aynı türün bütün üyelerini kapsamayıp sadece aynın toplumdan olanlarla sınırlı kalmaktadır. Ayrıca sempati sosyal içgüdülerin esasını teşkil eder, kişisel alışkanlıkta her üyenin davranışında önemlidir.
Sosyal olan birçok tür hayvan vardır. İnsan köpeğe büyük bir sevgi hissi duyar. Köpek de bunu ilgi ile karşılar. At, köpek ve koyunların kendi türlerinden ayrıldıkları zaman ne kadar hüzünlendiklerini ve hiç olmazsa, ilk ikisinin yeniden kendi türlerine kavuştukları zaman ne kadar sevindiklerini herkes bilir. Yukarı hayvanlarda en açık olan karşılıklı yardım duygusu, ortak bir fikirle birbirlerini tehlikelerden korumalarıdır. Fakat ilk defa tehlikeyi fark eden birinin davranışı, ötekilerini ikaz eder. Tavşanlar art ayaklarını yere vurarak işaret verirler. Koyun ve keçiler aynı şeyi ön ayakları ile yapar, aynı zamanda seslerde çıkarırlar. Kuşların çoğu bazı memeli hayvanlar nöbetçi postaları çıkarırlar. Yine bir kartal genç bir maymuna hücum eder, diğer maymunlar onu kurtarmaya gelirler, kartalın tüylerini koparırlar ki artık kartal avını değil kendi canını düşünür. Bu durumda kartal artık sürünün tek bir maymununa bile hücum edemeyecektir. Dolayısıyla topluluk hayatı yaşayan hayvanların birbirlerine karşı sosyal bakımından erişkin olmayan hayvanların duymadıkları bir sevgi duydukları kesindir.
Fakat ölmüş olan arkadaşlarına karşı acı duymazlar. Bu durum yalnızca hayvanlarda değil, örneğin kuzey Amerikalı Hintlilerin kuvvetsiz arkadaşlarını ölüme terk etmeleri ihtiyar ve hasta olan anne ve babalarını canlı canlı toprağa gömenlerin davranışları, bu hayvanların davranışından daha kötü olduğu açıktır.
Hayvanların çoğunun hem cinslerinin acılarına ve tehlikede olmalarına karşı ilgi duydukları muhakkaktır. Bu daha çok kuşlarda görülür. Ayrıca sepet içinde yatan kedi ile arkadaşlık etmiş olan köpeğin, sepet yanından her geçişte onu diliyle yaladığı görülmüştür.
Bazı hayvanları bir arada görmeye ve karşılıklı birçok şekilde yardımlaşmaya sevk eden iç tepkinin, çoğu olaylarda tatmin ve zevk alma duygusunun aynı olan hayvanların diğer içgüdüsel davranışlardan bildikleri ya da içgüdülerin bastırılmasını dürtükleyen tatminsizlikten edindikleri aynı duygulardan geliştiği sonuçlardan çıkarmak doğrudur. Örneğin göçmen kuşların göçüne engel olunursa çok kederlenirler.
İnsanın bütün davranışlarının sevinç veya kederden ileri gelmesi olgusu genel olarak yanlıştır. Fakat bir alışkanlık, körü körüne, kayıtsız şartsız ve tatbik anında zevk ve ya da kederden bağımsız olarak yerine getiriliyorsa, onun ani ve zorunlu bastırılışında açık olmayan bir memnuniyetsizlik duygusu elbette ki daima belirecektir.
Hayvanların önce topluluk hayatı yaşadığı için birbirlerinden ayrıldıkları zaman üzgün olduklarını birlikte yaşayabildikleri zaman ise mutlu oldukları görülmüştür. Ayrıca toplum hayatına kazanılan hayvanlar, tehlikelerden çok kolay kurtuldukları halde, az dostluk gösterenler ve yalnız yaşayanlar büyük oranla kayıplar verirler. Yine çok önemli olan sempati duygusunun, bütün hayvanlarda aynı toplumun bütün üyelerini içine aldığı, yine tanıdık veya az veya çok sevilenlere uzandığı, ama aynı türün bütün üyelerini kapsamadığı görüşü de daha çok gerçeğe yakındır.
Çeşitli içgüdü ve alışkanlıklardan bazıları, diğerlerden daha kuvvetlidir. Öyle ki göçme arzusunun ana sevgisine üstün gelişi gibi, Göç içgüdüsü çok kuvvetlidir. Göç zamanlarında bir kuş, kafesin tellerine vura vura göğsünü kanatır. Sonbaharda kırlangıçların göç arzusunun, kuvvetsiz yavruları terk edip onları açlıktan ölüme terk edecek derecede kuvvetli olduğunu belirtebiliriz.
İnsanın sosyal bir yaratık ( hayvan ) olduğu herkesçe bilinmektedir. Fakat vahşi komşu topluluklarına hemen daima birbirleri ile savaş halinde bulunuşu, vahşilerin sosyal bir hayvan olmadıklarını hiçbir şekilde ispatlamaz. Çünkü sosyal içgüdüler aynı cinsin bütün bireylerini kapsamamaktadır. İnsan sosyal bir hayvan olduğu için arkadaşların bağlılık ve onlara yardım etmeye eğilimlidir. Dolayısıyla insan izah edebilme yeteneğini kazanmıştır. Bu nedenle de barbar ya da kültürsüz insanlardan ayrılmaktadır.
Ayrıca genç ve fedakar bir anne, analık içgüdüsü ile çocuğuna sevgisinden, gecikmeden en büyük tehlikelere karşı koyar, ama hem cinsi için bunu yapmaz. Diğer taraftan bazı insanlarda nefsin korunması içgüdüsü o derece kuvvetli olabilir ki, kendi evladı böyle bir tehlikeye karşı karşıya kalmış olsa bile, yine kendisini suya atamaz.
Eylem içinde korkusunu ya da kendisini kurban etmekten çekinmesini yenen insanın, bir bakıma doğal yetenekleri yüzünden kendini zorlamadan bu davranışa giden yaratıktan daha çok takdire değer olduğunu söylemeye lüzum yoktur.
Açlık gibi, öç gibi, arzu ve hırslar gelip geçicidir ve zamanında tamamen tatmin edilebilir. Kuluçka ve beslenme zamanında ana kuşta, analık içgüdüsü göç içgüdüsünden kuvvetlidir. Pişmanlık, utanç gibi davranışların varlığının nedeni de bilinçtir. Çünkü bilinç geriye bakar ve gelecekte de öncülük görevini yüklenir. Pişmanlıkta çok kuvvetli bir üzüntü anlamı içerir. Pişmanlıkla üzüntü arasındaki ilinti, ağrı ve sancı arasındaki gibidir. Anne sevgisi gibi çok kuvvetli bir içgüdü bastırıldığında, umutsuzluğa sebep olduğu ender görülen bir şey değildir.
Sosyal içgüdülerden ayrı olarak insanda köklü duyguların uyandığı görülmektedir. Dolayısıyla pişmanlık duygusu gibi kuvvetli bir duygunun etkisi altında bulunan insanın sonunda kusurunun bir bedeli olduğunu öğreten bir davranışa yöneldiğini de kabul etmek akla uygundur. Böyle bir durum sosyal sempati ve sosyal içgüdülerin varlığından dolayı tam bir nefse hakimiyet kazanır. Açlık ve intikam duygusu, artık kendisini ekmek çalmaya ya da intikam almaya sevk etmez.
İnsan davranışlarında öldürme, yağma, ihanet, günlük düzen olsa idi hiçbir kabinenin ayakta kalmasına imkan olmazdı. Fakat buna rağmen çocuk öldürmek o dönemde, bütün dünya da büyük ölçüde ve hüküm giymeksizin yürürlüktedir. Ayrıca intiharda eski zamanlarda bir suç olarak kabul edilmiyordu. Yine Hintli kadınların yakalanan düşmanlara işkence edilirken yardım ettikleri herkesçe bilinmektedir. Fakat Amerikan vahşileri, cesaretini ispat edip kuvvetlenmek için en korkunç işkencelere hiç şikayetsiz katlanır. Bu vahşilerin delice dinsel bir motif yüzünden kendini, vücuduna tespit edilmiş bir kancayla direğe asan Hint fakirlerine hayret ettiğimiz bilinçsizlikle şaşmaktayız.
Ahlak denilen duyguların başlangıçta, sosyal içgüdülerden geldiği görüşü yaygındır. Ayrıca insan çok kez, iç tepkiyle davranır, yani içgüdüsel ya da alışkanlığa göre, tıpkı kör gibi içgüdülerini izleyen arı ya da karıncaların davranışına benzer şekilde, bilinçli bir memnunluk duymaksızın hareket eder. Yine insanın en önemli özelliğinin bencillik olduğu fikrini de reddetmek gerekir. Çünkü her hayvanın kendi içgüdülerini izleyerek mutluluk duyması ve bu gerçekleşmediği zaman üzgün olmasına bencillik denilmek istenmektedir.
Beynin sanki ekime en hazır bir tarla halinde bulunduğu zamanda, zihne sokulana bir takım inançların, giderek tamamen bir içgüdü tabiatına büründüğüne işaret eden görüşünde önemli vardır. İçgüdünün özelliği ise, muhakeme edilmeden tabii olmasından ibarettir.
Özet olarak diyebiliriz ki, en yukarı basamağa kadar gelişmiş hayvan aklı ile en az gelişmiş insan arasındaki farkın pek büyük olduğuna şüphe yoktur. Fakat antropomorf bir maymunun birçok şeyi yapabilme yeteneği olmasına rağmen, taştan bir alet yapmanın kendi gücü dışında gücü olduğunu kabul ederdi. Hele metafizik önermelerde bulunmak, bir matematik problemini çözmek ya da Tanrı hakkında düşünmek veya doğa olaylarının büyüklüğüne şaşabilmek yeteneğinden yosun olduğunu itiraf zorunda kalırdı.
İnsan ile yüksek hayvanlar arasındaki ne kadar büyük olsa da, bu sadece derece bakımından olup, ilke bakımından hiçbir fark bulunmaz. Dolayısıyla sevgi, hafıza, dikkat, merak, düşünme arzusu vb. gibi insana ait çeşitli yetenek ve durumların az veya çok gelişmiş bir halde hayvanlarda da bulunduğunu gördük. Ayrıca diğer gelişmiş entelektüel yeteneklerinde, dilin uzun süre kullanılması sonucunda oluştuğunu hatırlamalıyız.
TARİH ÖNCESİ VE UYGAR ÇAĞLAR DA ENTELEKTÜEL VE AHLAK YETENEKLERİNİN GELİŞMESİ HHAKKIKNDA İnsan alışkanlıklarını yeni hayat şartlarına uydurmak yeteneğine sahiptir. Yani kendisini savunmak, ya da gıda yaratmak için silahlar, aletler ve stratejik planlar keşfeder. Daha soğuk bir iklime gittiğinde, giyinerek, kulübelerde barınarak ve ateş yakarak kendini korur. Hazmedilmez gıdaları ateş pişirerek yenilir hale getirir.
İnsandan önceki yaratık sosyalleşir sosyalleşmez taklit arzusu, düşünme ve entelektüel yeteneklerin, hayvanlarda sadece izlerini fark edeceğimiz derecede kuvvetli bir şekilde değiştiği dikkate değer.
Ayrıca bilinç çok karmaşık bir duygudur. Sosyal içgüdülerden oluşmuş, giderek anlayış ve kişisel fayda ve dinsel duygularla sağlamlaştırılmıştır.
Doğal ayıklanmanın uluslar üzerindeki etkisini daha sonraları ele alacağız. Fakat ahlak yeteneği anlamında, her çeşit yükün altında ezilmekte olan mülksüzler ve akılca zayıf olanlar, hemen istisnasız olarak erken evlenmektedirler. Fakat ölçülü kimseler ilerlemiş yaşlarda ilerlemiş yaşlarda evlenmektedir. Bu durumu tabi ki şimdiki bilgilerimizle yalnız basit bir doğal-ayıklama ile açıklayamayız. Bunun nedeninin ekonomik ve toplumsal olaylar olduğu gerçeğini tespit etmeliyiz.
Sonuç olarak hemen hemen bütün uygar dünyayı kapsayan ahalinin bir zamanlar barbarlık devrinde bulunduklarına şüphe yoktur. İnsanların başlangıçta uygar olup basamak basamak aşağılaştıklarını kabul etmek, insan doğasını acınacak derecede aşağı kabul etmek demektir. İlerlemenin gerilemeye oranla çok daha ağır bastığını, insanın yavaş yavaş ve aralıkla da olsa, en aşağı durumdan bugünkü bilim vb. seviyesine yükseldiğini kabul etmek doğru olacaktır.
İNSANIN AKRABALARI VE SOY AĞACI HAKKINDA
İnsanın beden yapısı bakımından en yakın akrabası ile arasındaki fark, bazı doğa bilginlerinin sandıkları gibi, büyük olsa da ve zeka yetenekleri ölçüsü derecesinde farklı bulunsa bile, şimdiye kadar yaptığımız değerlendirmeleri de dikkate alarak, insanın daha ilkel yaratıktan türediğini söyleyebiliriz.
İnsan, hayvanlardaki aynı genel sebepten yüzünden, aynı genel kanunlara tabi olarak bir sürü küçük ve çok yönlü değişikliklere uğramıştır. Dolayısıyla insanın kökeni, diğer bütün hayvanlardan farklı olmuş olsaydı, bu değişik cins belirtilerinin bir manası olmasına imkan bulunmazdı. Diğer taraftan, insanın diğer memeli hayvanlarla birlikte bilinmeyen aşağı bir yaratıktan türediği göz önünde tutulduğu zaman ise, bu belirtiler kolayca anlaşılabilir olmaktadır. Ayrıca derece bakımından fark bulunması, bu fark ne kadar büyük olsa da insanı aynı bir kısma yerleştirmemizi gerektirmez. Örneğin aynı sınıfa ait iki böceğin yani karıncalar ile fidan bitinin karşılaştırmasında özellikle karıncaların daha çalışkan oldukları, birbirlerine haber verdiklerini, aylarca ayrılıktan sonra birbirlerini tanıdıkları, büyük yapılar yaptıkları, gıda topladıkları görülmüştür.
Sadece bir organ ya da bir niteliğe dayanan ( bu organ, beyin gibi çok karmaşık ve önemli bir organda olsa ) ya da zihni yeteneklerin yüksek gelişmesine bağlı bir bölünmenin her zaman yetersiz olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla kök şekilleri akraba ise, bunlardan türeyenlerde akraba olacaklar ve her ikisi birleşik olarak daha büyük bir grup teşkil edecektir. Ayrıca bol miktarda benzer noktaların varlığı, birkaç ama az noktada tam benzerlik ya da benzemezlikten çok daha önemlidir. Organik yaratıklarda benzerlik, aynı hayat alışkanlıklarına sahip olmaya dayandırılamaz. Örneğin iki hayvanın bedeni, suda yaşamaya tamamen intibak etmiş olabilir. Fakat bu hayvanlar doğada birbirlerine hiç de yakın bulunmazlar. Bu sebeptendir ki, artık fonksiyon görmeyen ya da sadece embriyonal durumda mevcut olan faydasız ve rudimenter organların yan oluşumların tasnifte en önemli ögeler olduğunu kabul etmeliyiz. Bu organlar, daha ileri bir devredeki şartlara zor intibak ederler, bu sebepten de bize, türedikleri eski çizgileri ve gerçek akrabalıkları anlamakta kılavuz olurlar.
İnsan beyninin kuvvetle gelişmiş olmasının sınıflandırma için az önemli olduğunu göz önünde tutmak zorunluluğu vardır. Ayrıca insan ile dört ayaklılar arasındaki geri kalan hemen hemen bütün farkın, onların hayat alışkanlıklarına dayandırıldığını ve esas farkın ise insanın dik durması ile ilişkisi olduğunu, yani el ve ayak yapısının, omurganın bükülmesinin ve kafanın duruş şeklinin dik durmaktan ileri geldiğini hatırlamalıyız. Dolayısıyla insan, kendi kendini sınıflandırmak zorunda olmasaydı, kendisi için özel bir yer tesis etmeyi asla düşünmeyecekti.
Yine kollarımızdaki kılların yönü, eskiden ne olduğumuz hakkında dikkate değer bilgi vermektedir. Hiç kimse kollarımızın şimdi yağmuru akıtmaya yaradığına inanmayacaktır. Çünkü bugünkü dik duruş şeklimizde bu işe yarayacak şekilde yönelmiş değildir.
Ayrıca insan ile bazı maymunlar arasında yukarda belirtilen noktalardan ve daha başka birçok noktalardan mevcut benzerliklerin ( çıplak alın, kafadaki uzun saçlar vb. ) aynı ortak atadan türediğinin noksansız sonucu olduğunu kabul etmeye hakkımız yoktur.
Antropomorf maymunların doğal bir alt grup teşkil ettikleri kabul edilecek olursa, antropomorf alt grupların herhangi eski bir üyesinin insanın ilk atası olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu ata sadece Catarrhina’ların bütün grubu ile ortak olan tüm özelliklere sahip olmakla kalmayıp, aynı zamanda kuyruğunun bulunmaması, damar siğillerinin bulunmaması gibi diğer kendine özgü niteliklerle ve tamamen ayrı bir dış görünüşe de sahip bulunacaktır. İnsanın akrabaları ile karşılaştırıldığında ise çok büyük değişikliklere uğradığına ve bunun özellikle beynin kuvvetle gelişmesine ve ayakta durmaya bağlı olduğuna şüphe yoktur. Ayrıca Catarrhina ve Platyrhini’lerin ortak niteliklerinin çoğunu kendisinde toplayan daha eski bir yaratığı doğa araştırıcısı hiç şüphesiz bir maymun kabul edecektir.
İnsanın doğum yerinin neresi olduğunu değerlendirdiğimizde, Afrika’nın goril ve şempanze ile yakın akrabalığı bulunup, önceki zamanlarda nesli tükenmiş maymun cinslerince ikamet edilen bir yer olması muhtemeldir. Ayrıca ne zaman ve nerede olursa olsun insan, tüylerinden ilk arındığı sırada, herhalde sıcak bir ülkede yaşıyordu.
İnsanla, maymuna benzeyen atasını birbirine bağlayabilecek olan fosil kalıntılarının bulunmaması sorununa gelince, yapılan araştırmaların göstermiş olduğu gibi bütün omurgalı hayvanlar sınıfında fosil kalıntıları keşfinin pek çok yavaş gittiğini ve tesadüflere bağlı olduğu bilinmektedir. Ayrıca fosil kalıntılarının bulunabileceği bölgelerin de jeologlar tarafından da henüz araştırılmadığını unutmamalıyız.
Fakat gelişim teorisinin taraftarları olan herkes, beş büyük omurgalı sınıfının yani memeliler, kuşlar, sürüngenler, kurbağalar ve balıkların hepsinin ortak bir atadan türediğini teslim eder. Çünkü bunların özellikle embriyonal devrede pek çok ortak tarafları vardır.
İnsanın atasının, bir zamanlar bütün vücudunun örtülü olması zorunludur. Her iki cinsin sakalları vardı. Kulakları herhalde sivri ve hareketliydi. Vücudunda özel kasları bulunan bir kuyruğu vardı. Ayrıca embriyondaki ayak başparmağında anlaşıldığına göre, o zamanlar ayak kavrama yeteneğinde idi. Atalarımız hiç şüphesiz ağaç hayvanları idiler ve sıcak, ormanlık bir bölgede yaşıyorlardı.
Sonuç olarak, her organizma her zaman için türediği yaratığın yapısındaki genel tipi muhafaza eder. Gerçek maymunlar, iki büyük dala ayrılırlar, eski dünya maymunları ve yeni dünya maymunları, bu sonunculardan nihayet bütün alemin harikası ve şanını teşkil eden insan ortaya çıkar.
İNSAN IRKLARI HAKKINDA
İnsan ırklarının oluşumunda, cildin ve saçların rengi, yüz çizgilerindeki önemsiz farklılıklar ve yüz ifadesi, hüküm vermemizde çok etkili olmaktadır. Irklar bünye yapısı, iklime uyma yeteneği ve muhtelif hastalıklara gösterdikleri duyarlılık yüzünden de birbirinden ayrılırlar. Ayrıca insana en yakın bulunan hayvan gruplarının yani dört ayaklıların hiçbir cinsinin fazla soğuğa ya da iklim değişikliklerine dayanamayacağını ve insana en yakın bulunan cinslerin hiçbir zaman Avrupa’nın ki gibi ılıman bir iklime uyabilecek kadar bile olgunlaşmadığı gerçeği de önemlidir. Yine insanın bütün belirtilere göre, başlangıçta hiçbir okyanus adasında ikamet etmediğini, bu ilişki yüzünden sınıfın diğer üyelerine benzediğini eklememiz gerekir.
Özel farkları olan parazitlerin insanda yerleşmesi olayı, ırkları tamamen faklı bir şekilde sınıflandırmak için yeterli bir belge olarak kabul edilecektir. Örneğin Sandviç adası sakininden bir kaçının, bu gemiye yayılan bitlerin İngiliz gemicilerinin vücuduna geçtikleri zaman üç dört günde öldükleri görülmüştür.
Bir takım ırkların diğer ırklarla ilişkisinde tamamen döl verebildiklerine dair delillere rastlanmıştır. Fakat bunun aksi olan delillerde vardır. Avustralyalı kadınlar Avrupalı erkelerden ender olarak çocuk yapabilmektedir. Bir teoriye göre evcilleştirme ve doğuda bulunan cinslerin çiftleştirilmesinin genel sonucu olarak kısırlık eleminasyon için geçerlidir. Bu çeşitli irdelemelerden, çiftleşmiş insan ırklarındaki döl bereketi ispat edilmiş olsa bile, bizim bu ırkları saf cinsler olarak kabul etmemize engel teşkil anlaşılmaktadır. Ayrıca başka ırklarla çiftleşmiş olan zencilerin torunları ya tamamen siyah ya da tamamen beyaz olup ender olarak da melezdiler. Dolayısıyla insan, ırkları karışmadan bir arada var olabilmek için yeter derecede farklı değildir. Fakat bu karışımın kalıcı oluşu, özel farklılığa en iyi delil teşkil eder. İnsan ırklarını farklı cinsler olarak kabul etmeye engel olan en önemli husus, birbirine dönüşmesi yani olayların çoğunda birbiriyle çaprazlaşsın veya çaprazlaşmasın bu dönüşümün mevcut olmasıdır. Fakat bunların zamanla birbirine dönüştüğünü ve aralarında keskin ayırt edici özellikler bulmaya imkan olmadığını gösterir.
Özetle, evrim ilkesini kabul etmiş olan doğa araştırıcıları bütün insan ırklarının tek bir kökten geldiğinden şüphe etmemektedirler. Ayrıca çevredeki fiziksel şartlardan, çevredeki organizmalardan ve kalıtımdan ileri gelen değişikleri de hesaba katmalıyız.
Halen yaşamakta olan insan ırklarının, renk, kıl, kafatası şekli, beden oranları vb. açısından birbirlerinden çok farklı olmasına rağmen, organizasyonun bütünü göz önünde tutulduğunda, bazı noktalarda tamamen benzer oldukları görülecektir. Bu benzerlik, dans, ilkel müzik, tiyatro, resim, dövmeler ve vücutları süslemede, karşılıklı anlaşmada ve değişik heyecanlarda yüzlerde aynı ifadelerin bulunması ile aynı hece siz çağrılarda bulunmaları ile pek güzel anlaşılır. Dünyanın en uzak ucundan gelen eski zamanlarda yapılmış olan ok uçları tamamen birbirinin aynıdır. Bu olay sadece, değişik ırkların aynı buluş yeteneğine, benzer zihni yeteneklere sahip olması ile açıklanabilir.
Doğa araştırıcıları iki veya daha çok ırk ya da iki akraba oluşumu arasında, alışkanlıklar, zevk eğilimleri bakımından birçok küçük benzerlik gözlemlediği zaman, bunların tümünün bir ve aynı kökten geldiğini ve hepsinin aynı cinsten sayılması gerektiğini söyler. Aynı sonuç insan ırkları içinde çıkarılabilir. İnsanın denizle birbirinden iyice ayrılmış bulunan bölgelerde yayılması hiç şüphesiz çeşitli ırklarda niteliklerin birbirinden ayrılmasına sebep olmuştur. Aksi olsaydı aynı ırka değişik kıtalarda rastlamamamız gerekirdi. Bu nedenle bıçak ucunun bir parça gelişmiş şekli bulunan mızrakla sadece uzun bir çekiç olan topuzun, biricik miras olduğu gösterilmiştir. Çünkü insan, bir defa öğrendikten sonra asla unutmayacaktır.
Bazı dillerin temelden farklı oluşuna dayanarak, filologların bir kısmı, insanın yayılmaya başladığı sırada henüz konuşan bir hayvan olmadığı sonucuna varıyorlar. Dilin, şimdi konuşulan herhangi bir dile oranla çok yetersiz oluşu yüzünden başlangıçta jestlerle desteklenerek kullanılmış olması muhtemeldir. Ne kadar az gelişmiş olsa bile, insana eski zamanlarda da üstünlüğünü temin etmiş bulunan dil kullanmaksızın, insanın zekasının bu yüksek seviyesine varması imkansız olurdu.
İnsan ırklarının birçoğunun ve alt-ırkların kısmen veya tamamen yok olması tarihi bir gerçektir. Yok oluş, özellikle bir toplumun değeri ile bir ırkın diğer ırkla mücadelesinin sonucudur. Olayların sonucunda yok olmanın en önemli sebebi, döl gelişiminin azalması ve hastalıklardır. Doğumların az ölümlerin çok olduğu görüldü. Bunun sebebi de hayat şartlarındaki ve beslenmekteki değişikler olmalıdır. Ayrıca kadınların kısırlığı ile küçük çocukların ölüm oranının çok olması esas sebeplerdir. Fakat yine de en önemli sebep, döl gelişiminin azalması olmalıdır. Avrupalılar taklit etme arzularından dolayı çoktandır giyiniş şekillerini değiştirmişlerdir. Alkollü içkilerin kullanılması da çok yayılmıştır. Bu değişikliklerin önemsiz görülmesine rağmen, hayvanlardaki deneylere dayanarak, yerlilerin döl gelişimini azaltacak unsurlar olduğunu iddia edebiliriz.
Vahşi insan ırklarından çoğunun, farklı şartlara veya hayat tarzlarına zorlandıkları aman veya yeni bir iklime getirdiklerinde kolaylıkla sağlıklarını kaybettiklerine tanık olmaktayız. Ayrıca kısırlığın hafif derecesi bile, bir toplumun azalmasına sebep olan diğer olaylarda birlikte er geç yok olmasına sebep olacaktır. Yine hayvanların büyük kısmını kısırlaştıran başka değişikliklerde bilinmektedir. En bilinen olaylardan biri, Hindistan’da ehlileştirilmiş fillerin üremedikleridir. Dolayısıyla yaşam şartlarında ufak bir değişikliğin vahşi bir hayvanda, yakalandığı zaman kısırlığa sebep olması dikkate değerdir.
Herhangi bir ırkın vahşileri, hayat alışkanlıklarını değiştirmeye zorlandıkları zaman döl gelişimlerinde az veya çok bir değişiklik olacak aynı sebeplerden ve aynı şekilde, Hindistan’daki fillerin ve çıtaların, Amerika’daki birçok maymunlar ve her cinsten birçok hayvanların doğal şartlardan uzaklaştırıldıkları takdirde yaptıkları gibi, yavruları sağlıklarından kaybedeceklerdir.
İnsan ırkları arasındaki dış farkların hepsi içinde cilt rengi, en göze çarpan ve en belirgin olanıdır. Ayrıca çok nemli veya çok kuru bir atmosferin cilt rengi üzerine sıcaklıktan daha büyük tesiri olduğu ileri sürülmüştür.
Bu günkü bilgilerimizle, insan ırkları arasındaki renk farkını, ne bu nedenle elde edilen faydalar, ne de iklim etkisi ile açıklamak durumunda olmamamıza rağmen, iklimin etkisini de tamamen inkar etmemeliyiz.
İnsan ırkları arasındaki dış farklılıkların tümünün büyük bir şekilde değişebilmesi, bu farklılıkların büyük önemi olamayacağını gösteren delillerden biridir. Şayet bunların önemi olsaydı ya uzun süre sabit kalmaları ve kazanılmaları ya da elemine olmaları gerekirdi. Bu bakımından insan, doğa araştırıcılarınca fevkalade değişken kalan, değişmeleri orta derecede olduğu için doğal ayıklanmaya tabii olmayan, proteik ( sık sık şekil değiştiren) ya da polimorf ( çok şekilli ) oluşumlara benzemektedir. Ayrıca insan ırklarının renk, kıllanma, yüz çizgilerinin şekli vb. gibi açılardan farklılığına bakarak, cinsel ayıklanmanın bu olay üzerinde etki ettiği kabul edilebilir.
ÖZET SUNUM
İnsanın daha az organize bir yaratıktan türemiş olduğunu gördük. Bu sonucun dayanmakta olduğu temeller asla sarsılmayacaktır. İnsan ile onun aşağısında bulunan hayvanlar arasında hem embriyonel gelişme, hem de sayısız önemli ya da önemsiz yapı ve bünye benzerlikleri, rudimentler tartışılamayacak kadar açık olaylardır. Bu olay-grupları ( bir grubun üyelerinin karşılıklı akrabalık ilişkileri, geçmişteki ve şimdiki coğrafi yayılımları, jeolojik açıdan birbirini takip etmesi gibi ) diğer olaylarla birlikte gözden geçirildiği zaman evrim ilkesinin açık ve sağlam olduğu anlaşılmaktadır. Bir insan embriyonunun örneğin köpek embriyonuna benzerliğini kafatasının, çevre organlarının ve bütün bedeninin ( organlar için belirli kullanmadan bağımsız olarak ) Başka memeli hayvanlardaki aynı plana uyan bir yapıda olduğunu bazı yapıların, örneğin insanın normal olarak sahip olmayıp, dört ayaklılarda olağan şekilde bulunan kasların tesadüfen yeniden insanda meydana çıktığı görülmektedir. Buna benzer bir takım benzeş olayların bulunduğunu görünce, insanın ve diğer memeli hayvanların aynı kök şeklinden geldiğini kabul etmeye mecbur kalır.
Küçük değişik bireysel farklılıklar, doğal ayıklanmanın varlığı için yeter. Organların uzun süre devam eden kullanma ya da kullanmama durumunun etkilerinin çok büyük rolü olduğuna ve doğal ayıklanmanın aynı olan bir yönde etkili bulunduğuna emin olabiliriz. Ayrıca çevredeki hayat şartlarının doğrudan doğruya ve belirli etkilerine de bir dereceye kadar önem verilebilir, örneğin bol gıda, sıcaklık ya da nem gibi ve nihayet küçük fizyolojik önemi olan birçok özellikler cinsel ayıklanma ile kazanılabilir.
İnsanın muhtemel olarak ağaçlar üzerinde ve eski dünyada yaşayan dört ayaklı, kuyruklu, kıllı bir atadan geldiğini öğrendik. Ayrıca evrim ilkesini kabul eden her kişi, yüksek hayvanların akli yeteneklerinin insandakinden nitelik bakımından değil, sadece nicelik bakımından farklı olduğunu görmek zorundadır. Aynı sonuç insan içinde geçerlidir, akıl onun için en eski devirlerde bile en önemli şey olmalıdır. Çünkü sadece akıl, ona dili bulup kullanmayı, silahlar, alet vb. yapmayı ve bunlarla ( sosyal alışkanlıkları ile de takviye edilmiş olarak ) uzun süreden beri bütün diğer yaratıklar üzerinde egemen bir hayvan olmayı temin etmiştir. Kendi bedeni ile oranlandığı zaman, insan beyninin diğer hayvanlarla karşılaştırılınca açık bir şekilde beliren büyüklüğünün asıl sebebi basit şekilde bir dilin eskiden kullanılmış olmasıdır. Beyin her çeşit şeyin ve özelliklerin işaretini tespit eden, hafıza dizilerini çağrıştıran olağanüstü bir makinedir. Karar vermek, soyutlamak, kendi bilincine varmak gibi daha yüksek yetenekler, her halde diğer zihni yeteneklerin devamlı mükemmelleşmesi ve eksersiz sayesinde meydana gelmektedir.
Fakat en önemli ögeler, sevgi ve sempatidir. Sosyal içgüdüsü olan hayvanlar, diğer hayvanlarla bir arada bulunmaktan zevk alır, tehlike anında birbirini korur ikazda bulunur ve birçok fırsatlarda birbirine yardım ederler.
İnsanla hayvan arasında en büyük ve en manalı farkın, Tanrı inancı olduğu söylenmiştir. Çünkü denmiştir, her şeye erkli ve hep iyilik isteyen bir yaradan fikrinin insan aklında, uzun bir kültürle yükselmeden ortaya çıkması herhalde mümkün değildir.
SONUÇ YERİNE
Yukarıdaki açıklama ve değerlendirmelerin Darwin’in eseri olduğu açıktır. Fakat girişte de belirtiğimiz gibi her teorinin bitmiş, mutlak, eksiksiz olması ne mümkündür ne de bilimseldir. Bu konuda Darwin’in temel öncülleri vererek konunun kavranmasını sağladığı da bir gerçektir. Yine de uluslar ve insanlar arasındaki farkların sanki güç ve zenginlik sonucu oluştuğu gibi tezlerini de doğru bulmadığımızı belirtiriz. Fakat evrim teorisine katlıları da tartışılmazdır. Marksistler olarak teori ve önermelerine genel olarak katıldığımızı, bunların mücadelemizde bizlere yol açıp, güçlendireceğini de söyleyebiliriz.
Darvin yıllarca “insanın kökeni” konusunu işleyen delileri topladı. Fakat ilk zamanlar, bu konuda hiçbir şey yayınlamadı. Ayıklanma ve evrim teorilerini insan ve insanın ortaya çıkışını anlatan çok heyecan verici temalarla tehlikeye sokmak istemiyordu. Darwin’in o zamanlar insanın gelişim tarihinden bahseden çalışmasını evrim ve ayıklanma teorisinin kabulünde karşılaştığı güçlükleri artırabileceğinden korkması yüzünden yayınlamadığını anlıyoruz.
noktada teknolojik ve bilimsel tezlerin çok hızlı ve kaliteli geliştiği düşünülürse, konuyu tutucu, statükocu ve metafizik yaklaşım değil de bilimsel, diyalektik maddeci yaklaşımı esas alırsak Darwin’in teorisini çürütmek mümkün olmadığı gibi doğruluğunun kanıtlarının bugün daha da netleştiğini ve gerçek olduğunu söyleyebiliriz.