2024-09-29 11:11:58

Marksizm ve Devlet

Asım Öz

29 Eylül 2024, 11:11

çevrelerde ve yazınında en yoğun tartışılan ve önemli konulardan olan devlet konusu kapitalizmin kriz-çöküş koşullarında aktüelliğini görünür şekilde devam ettirmektedir. Bu noktada bizlerde bir yanıyla mutlakları, ezberleri de dışlayan şekliyle konuya genel çerçevede katkı sağlamak istiyoruz. Temelde klasik-evrensel Marksist devlet analizi, sınıf, sömürüye dayanan devletlerin egemen sınıfların baskı, zor ve şiddet aracı olduğunu kapsar. Oysa bu tip devletler nesnel olarak aynı zamanda rıza ve ikna üretmek için de vardırlar. Dolayısıyla artık bu devletlere bütünsel veya genişletilmiş devletler denilmektedir. Bu noktada bu tip devletlerin tek başına baskı-zor ve şiddet aparatı olmasının öne çıkarılması veya tersi şekliyle tek başına rıza ve ikna aparatı olmasının öne çıkarılması yanlış olacaktır. Doğru olan iki aparatın diyalektik saiklerle birlikte var olmalarıdır. Elbette yer, zaman ve konjonktüre göre bu aparatlardan birinin başat olması mümkündür. Ama bu başatlık, durumun varlığını devletin diyalektik birliğini dışlamaz. Bu anlamda Marksist devlet analizine katkı anlamında Gramchi’nin Tarihsel Blok tespiti, yani kapitalist devletin baskı-zor ve şiddet aracı olması ile sivil-toplumculuğun bütünselliği önemli olmuştur. Ama daha geniş ve bütünsel devletin-genişletilmiş devletin anlaşılması ve kavranmasına Altusser’in katkısı kendi otantiğinde daha da önemli olmuştur.

Bu girişin referansıyla geniş bir tarihsel çerçeveyi kapsayan devlet konusunun bizim açımızdan önemi Marksist analiz, analitiğin sınırlarını aşmayan çerçevede ( zaten bilimsel ve gerçek olan bu olduğu için)değerlendirilmesi olacaktır. Konunun statik değil diyalektik olarak iki evresi vardır. Biri sınıf-sömürünün yaşandığı toplumlardaki devlet, diğeri sınıfların, sömürünün tedricen ortadan kalktığı toplumdaki devlet, elbette Marksizm her iki alana değinse de başat olarak sınıf-sömürüye dayanan toplumlardaki devlet ile ilgilenmiştir.

Somut durum devletin varlığına bağlı olarak tüm insanların bulundukları her yerde devletle şu veya bu şekilde bir ilişki içinde olduklarını göstermektedir. Örneğin okullar da öğrencilerin devletle ilişkisi, fabrika veya devlet kurumlarında çalışanların devletle ilişkisi, işçi ve emekçilerin grev, direniş vb. eylemlerin devlet ile ilişkisi vb. oluşumlar devletin toplumsal rolünü gösterse de bu rol egemenler tarafından sınıflar üstü gösterilmiştir. Yani sanki devletin toplumun devleti olduğu illüzyonu yaratılmıştır. Bu durum devlete kurtarıcı baba rolü verilerek kutsamayı getirmiş, ayrıca yıkılmayacak kadar güçlü olduğu söylemi ise kitleleri yıldırmak ve pasifize etmek için söylenmiştir. Bu söylemin gerçek olmadığı ise önce Paris Komününde, daha sonra Ekim devrimi ile Rusya’da yaşanmıştır.

programlarında devrim ilkesi olan sosyalistler-komünistler açısından devletin bütünlüklü bir şekilde kavranması ciddi ölçüde önem arz etmektedir. Çünkü devrim, devlet iktidarının parçalanması-yıkılmasını gerçekleştirecek yerine yeni bir devlet inşa edilecektir.

Yine devletin oluşma sürecini şu veya bu şekilde nüfusun, iklim ve coğrafi şartların sonucu olduğunu söyleyenler, bilerek veya bilmeyerek illüzyon yaratarak, devletin gerçek niteliğinin anlaşılmasının üzerini örtmeye katkı sağlamışlardır.

Devlet konusunda Marks’ın katkısı sınırlıdır. Fakat devlete yaptığı başlangıç katkısı Engels’in ve Lenin’e önemli bi öngörü olmuştur. Marks’ta devlet, modern devletin yürütme gücü bütün burjuvazinin ortak işlerini idare eden bir komiteden başka bir şey değildir tespitine dayanır.

Emperyalizm ( tekelci kapitalizm) çağında tekellerin devletle kaynaşması yani tekelci kapitalist devlet olgusu ekonomiyi de içine alarak genişletilmiştir. Dolayısıyla bu durumun kavranması devlet konusunda bugünü anlama ve geleceği kazanma doğrultusunda açılım sağlayacaktır.

Bu girişten sonra konunun diyalektik saiklerle bütünsel değerlendirmesine geçmek uygun olacaktır.

DEVLET NEDİR

Bütünsel veya genişletilmiş devletin en özgün ve yetkin tanımlanmasıyla başlamak istiyoruz.

Devlet, politik kurumlarla, toplumsal kurumların, baskıcı işlevlerle, bölüşüm işlevlerinin, son derece cezalandırıcı işlemlerle, düzenleyici işlemlerin ve son olarak sınıf ihtiyaçlarıyla, idari ihtiyaçların bir karışımıdır.

Lenin, devlet analizine Engels’in, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı ve en yaygın ve o dönemde altıncı baskısı yapılmış yapıtından yararlanarak başlamıştır.

Engels, şöyle demektedir; “ Devlet topluma dışarıdan dayatılmış bir erklik değildir. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, “ahlak düşününün gerçekliği” “ aklın imgesi ve gerçekliği de” değildir. Devlet, daha çok toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki ürünüdür, bu toplumun, önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul ettirir. İşte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve ona git gide yabancılaşan bir erklik devlettir.

Burada Engels, Marksizm’in, devletin tarihsel rolü ve anlamı üzerinde ki temel düşünü tüm açıklığıyla dile getirilmiş bulunuyor. Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar. Ve tersine, devletin varlığı da, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduklarını tanıtlar.

Marks’a göre, eğer sınıflar arası uzlaşma olanaklı olsaydı devlet ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi. Bol bol Marks’tan söz eden burjuva ideologlara göre, devletin rolü, sınıfları uzlaştırmaktır. Marks’a göre devlet, bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır. Şiddetin örgütlenmiş halidir, ayrıca alt yapıyı ellerinde tutan sınıfların üst yapıdaki zor aracıdır, yine sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasalaştırıp pekiştiren bir “düzenin” kurulmasıdır.

Yine, “devlet, eski gentilice örgütlenmeye göre, ilkin uyruklarının toprağa göre dağıtılmasıyla belirlenir” diye devem eder Engels.

İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halka artık doğrudan doğruya aynı şey olamayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur, çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir. Bu kamu gücü her devlette vardır, yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerinden de gentilice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından bileşir.

Engels, toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve git gide ona yabancılaşan ve devlet denilen bu “güç” kavramını geliştirir. Bu güç başlıca neye dayanır? Ellerin altında hapishaneler vb. bulunan özel silahlı adam müfrezelerine. Dolayısıyla sürekli ordu ve polis devlet iktidarının başlıca güç aletleridir.

Toplumun sınıflara bölünüşü olmasaydı, halkın özerk silahlı örgütlenmesi, sopalarla silahlanan bir maymun sürüsünün ilkel örgütlenmesi ya da ilkel ya da klanlar biçiminde birleşmiş insanların, ilkel örgütlenmesinden, karmaşıklığıyla tekniği yüksek düzeyiyle vb. ayrılırdı, ama olanaklı olurdu.

Oysa bu olanaksızdır, uygar toplum, düşman sınıflar biçiminde ve üstelik “özerkli” silahlanmaları aralarında silahlı bir savaşıma yol açabilecek, düşman sınıflar biçiminde bölünmüştür. Devlet kurulur, özel bir güç, özel silahlı adam müfrezeleri meydana gelir ve her devrim, devlet aygıtını yıkarken, arı durumda bir sınıflar savaşımı örneği verir. Egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı adam müfrezelerini yeniden kurmak, ezilen sınıfsa, sömürücülere değil, sömürenlere hizmet etmeye yetenekli bu tür yeni bir örgüt kurmak için nasıl çabaladıklarını bize en açık biçimde gösterir. Dolayısıyla, “özel” silahlı adam müfrezeleri ve halkın özerk silahlı örgütlenmesi anlamında kurumsal çelişkiyi doğru anlamalı ve kavramalıyız.

Engels, bazen, örneğin kuzey Amerika’nın bazı bölgelerinde, bu kamu gücünün güçsüz olduğunu ( Kuzey Amerika’nın, emperyalizm öncesi dönemde, özgür kolonun ağır bastığı bölgeleri, kapitalist toplumda çok ender ve istisna söz konusudur) ama genel bir biçimde güçlendiğini gösterir.

Yine Engels, şöyle yazar: Kamu gücünü ve vergileri ödetme hakkını kullanan memurlar, toplumun organları olarak, toplumun üstünde yer alırlar. Gentilice örgütlenme organlarına gösterilen içten gelme saygı, memurlara karşı da bu saygının gösterildiğini varsaysak bile, onlara yetmez, onların yetkesini, onlara bir kutsallık ve özel bir dokunulmazlık kazandıran olağanüstü yasalarla sağlama bağlamak gerekir. En değersiz polis memuru, gentilice toplumdaki bütün organlarında bir arada sahip olduklarından çok “yetke” sahibidir, ama en güçlü prens, en güçlü devlet adamı, ya da uygarlığın en büyük askeri şefi, en küçük gentilice şefin mazhar olduğu içten gelme ve söz götürmez saygıyı kıskanabilir.

Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme ihtiyacından doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, ekonomik bakımından egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımından da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. Antik devletle (köleci devletle ) feodal devlet, kölelerle, serflerin sömürülmesi organı oldular, ama yalnızca onlar değil, modern temsili devlette ( kapitalist devlette) ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aletidir. Bununla birlikte, istisna olarak, savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı durumlar olur ki, devlet gücü, sözde aracı olarak, bir zaman için bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur. Yani, 17 ve 18 yüzyılların mutlak hükümdarlıkları gibi, Fransa’da Birinci ve ikinci imparatorlukların Bonapartizmi gibi, Almanya’da Bismarck gibi.

Buna, Sovyetlerin, küçük burjuva demokratlar tarafından yönetilmeleri nedeniyle henüz güçsüz, buna karşı burjuvazinin de Sovyetleri dağıtmak için henüz yeterince güçlü olmadığı bir anda, devrimci proletaryayı ezmeye başladıktan sonra, cumhuriyetçi Rusya’daki Krenski hükümeti gibi, diye ekleyeceğiz.

Demek ki devlet, düşünülmeyecek bir zamandan beri var olan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet erkliği düşünü bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumlar sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı olan belirli bir ekonomik gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakta kalmayıp, üretim için gerçek bir engel de olduğu bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlette kaçınılmaz biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitlikçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, tüm devlet makinesini, bundan böyle kendisine laik olan yere, bir kenara atacaktır, asar-ı antika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.

SOYALİZMDE DEVLET, DEVRİM VE DEVLETİN SÖNMESİ

Sosyalizmde devlet, gerçekten tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutacak hiçbir sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu bireysel yaşama savaşımı ile birlikte, bunlardan doğan çatışma aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık bir baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı ve bir devlet, zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem ( üretim araçlarına toplum adına el konulması) aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere karışması, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti yerini şeylerin idaresi üretim işlemlerinin yönetimine bırakır. Devlet “ilga” edilmez söner.

Dolayısıyla Engels’e göre, burjuva devlet “sönmez” devrim sırasında “ortadan kaldırılır” Bu devrimden sonra sönen şey proleter veya sosyalist devlet, devlet olmayan devlet, yarı devlettir.

Bu durumda, proletarya ya karşı burjuvazi tarafından, milyonlarca emekçiye karşı bir avuç zengin tarafından kullanılan bu “özel baskı gücü” yerine, burjuvaziye karşı proletarya tarafından uygulanan bir “özel baskı gücünün” ( proletarya diktatörlüğünün ) geçmesi gerekir.

Yine, Engels’te söz konusu olan şey demokrasinin “uykuya dalması” ve “sönmesidir.” Bu ilk bakışta çok garip görünür. Bununla birlikte, bu ancak demokrasinin bir devlet olduğu ve bunun sonucu, devlet yok olduğu zaman, aynı biçimde demokrasinin de yok olacağı gerçeğini düşünmeyen biri için “anlaşılmaz” bir şeydir. Burjuva devleti ancak devrim “ortadan kaldırabilir” Genel olarak devlet, yani tam demokrasi ise, ancak “sönebilir.”

Engels, ünlü “devlet söner” tezini formüle ederken, bu tezin hem oportünistlere ( onlar devletin güçlenmesini isterler ) hem de anarşistlere (onlarda devletin tamamen ortadan kalkmasını isterler ) karşı yönetildiğini somut bir biçimde gösterir.

Sonra, her devlet, ezilen sınıfa yöneltilmiş, “özel bir baskı gücüdür”. O halde hiçbir devlet, ne özgürdür, ne de halk devleti. Bunun böyle olduğunu Marks ve Engels birçok kez açıklamışlardır.

Sonuçta; zora dayana devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır. Proleter devletin kaldırılması, yani tüm devletin kaldırılması ise, ancak “sönüm “ yoluyla olanaklıdır.

Proletarya, politik üstünlüğünden, sermayeyi burjuvaziden dilim dilim koparıp almak için, bütün araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve olabildiğince hızla, üretici güçlerin miktarını artırmak için yararlanacaktır.

göre, ilkin proletarya ya ancak “sönme” yolunda, yani hemen sönmeye başlamış ve sönmeden edemeyecek biçimde kurulmuş bir devlet gerekir. İkinci olarak, emekçilerin “ egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” olan bir devlete gereksinmeleri vardır.

Devlet özel bir iktidar örgütüdür, belirli bir sınıfın yerine getirmeye yönelik bir zor örgütü. Peki, proletaryanın yenmek zorunda olduğu sınıf hangisidir? Elbette yalnızca sömürücüler sınıfı, yani burjuvazi. Emekçilerin yalnızca sömürücülerin direncini bastırmak için devlete gereksinmeleri vardır, oysa, bu baskıyı yönetme, onu pratik olarak gerçekleştirme işini, sonuna dek devrimci tek sınıf olarak, burjuvaziyi iktidardan tamamen kovmak için, ona karşı savaşımda bütün emekçileri ve bütün sömürülenleri birleştirmeye yetenekli tek sınıf olarak, yalnızca ve yalnızca proletarya yapabilir.

Devlet, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya, Marks’ın bu teorisi, proletaryanın tarihteki devrimci rolü üzerindeki tüm öğretisine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu rolün vardığı sonuç, proletarya diktatörlüğü, proletaryanın siyasi egemenliğidir.

eğer proletaryanın, burjuvaziye karşı devlete özel zor örgütü olarak gereksinimi varsa, o zaman ortaya bir sorun çıkar, böyle bir örgüt, daha önce burjuvazinin kendisi için oluşturduğu devlet makinesi kırılmış, parçalanmış olmadan düşünülemez. Komünist Manifesto bizi işte bu soruna götürür ve Marks 1848-51devrim deneyini özetlerken, işte bu sorundan söz eder.

Komünist Manifesto, devletin bir sınıf egemenliği organı olduğunu gösteren tarihten dersler çıkarır ve şu zorunlu sonuca ulaşır. Proletarya, siyasi iktidarı ele geçirmeden, siyasal egemenliği kurup “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” devleti durumuna yükselmeden burjuvaziyi al aşağı edemez ve sınıf çelişkilerinin var olmadığı bir toplumda devlet yararsız ve olanaksız bir duruma geleceğinden, bu proletarya devleti, daha yengi kazandığı andan itibaren, sönmeye başlayacaktır. Böylece sosyalizmde devlet sorunu somut bir biçimde ortaya konmuş ve değerlendirilmiş bulunmaktadır.

Burjuva devletin gelişmesine tarihsel olarak bakarsak, burjuva topluma özgü merkezi devlet iktidarı mutlakiyetin ( feodalizmin ) çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Bu devlet makinesinin en ayırt edici iki kurumu bürokrasi ve sürekli ordudur.

Bürokrasi, kendi içinde yetki, etki, hiyerarşi anlamında farklılıklar gösterse de, kurumsal olarak egemen sınıfların işlerini yürüten dinamik bir mekanizmadır. Aynı durum belli farklılıklar taşımayı bünyesinde taşıyan sürekli ordu içinde geçerlidir. Ordu zor ve baskı aracı olmanın en yetkin kurumsal yapısı olarak egemen sınıfların zorda kaldığında veya sistemin ortadan kalkması noktasında devreye girer ve görevini ifa eder. Bürokrasi ve sürekli ordu, burjuva toplum gövdesi üzerindeki “asalaklar”, bu toplumu bölen iç çelişkilerin doğurduğu, ama onun can alıcı gözeneklerini “tıkayan” asalaklardır.

Emperyalizm döneminde ise ( banka sermayesi cağı, dev tekeller çağı, tekelci kapitalizmin büyüme yoluyla tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüştüğü çağ) krallıkla yönetilen ülkelerde olduğu kadar, en özgür cumhuriyetlerde de, daha özel bir biçimde “devlet makinesinin” olağan üstü güçlendiği görülür. Ayrıca onun bürokratik ve askeri aygıtının proletaryanın artan bir ezilmesiyle bağlılık içinde, görülmemiş biçimde genişlediğini gösterir.

Marks’ın bir başka önemli gözlemi de vardır;

Buna ilişkin olarak, ne modern toplumdaki sınıfların varlığını, ne de aralarındaki savaşımı bulmuş olma şerefi benimdir. Benden çok önce, burjuva tarihçiler bu sınıflar savaşımının tarihsel gelişimini betimlemiş bu burjuva iktisatçılar bunun ekonomik anatomisini dile getirmiş bulunuyorlar. Benim yeni olarak yaptığım şey

1.Sınıfların varlığının, üretimin tarihsel gelişme evrelerinden başka bir şeye bağlı olmadığını

2.Sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü

3.Bu diktatörlüğün kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey oluşturmadığı tanıtlamak oldu.

Devam edelim. Marks’ın devlet öğretisinin özünü, bir sınıf diktatörlüğünün, yalnızca genel olarak bütün sınıflı toplumlar için, yalnızca burjuvaziyi devirecek olan proletarya için değil, ama kapitalizmi “sınıfsız toplumdan” komünizmden ayıran tüm bir tarihsel dönem içinde zorunlu olduğu anlayanlar, yalnız onlar, iyice kavramışlardır. Burjuva devlet biçimleri son derece çeşitlidirler, ama özleri birdir. Bütün bu devletler, son çözümlemede, şu ya da bu biçimde, ama zorunlu olarak, bir burjuva diktatörlüğüdür. Komünizmde ise hegemonya olarak devletin öz ve biçimi çakışmış olup, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın devletidir. Yani proleter devlet veya proletarya diktatörlüğü,

Bu noktada somut bir örnekleme olan devletin Paris Komünündeki konum ve durumuna değinmek önemli olacaktır.

Paris Komünü, özellikle bir şeyi “ işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinmeyeceğini tanıtlamıştır.” O halde ne yapmak gereklidir, bürokratik ve askeri makineyi parçalamak, yıkmak gereklidir.

Fakat Marksın bu evredeki nihai düşüncesi, işçi sınıfının “ hazır devlet makinesini parçalamak, yıkmak ve onu ele geçirmekle yetinmemek olduğu yolundadır.” Yapılması gereken ise yıkıntılar üzere yerine ne geleceği, ne inşa edileceğidir. Bu ise proletarya devrimle yıkılan burjuva devletin yerine örgütlenmiş proletarya diktatörlüğünün inşa edilmesidir.

Komün, bir devlet olarak ilk önce, sürekli ordunun ortadan kaldırılması ve onun yerine silahlı halkın konmasını gerçekleştirdi ve yine komün, kentin çeşitli ilçelerinden gelen oyla seçilmiş belediye meclis üyelerinden oluşmuştu. Bu üyeler sorumlu ve her an görevden alınabilirler, üyelerinin çoğu doğal olarak ya işçiler, ya da işçi sınıfının ünlü temsilcileriydiler.

Merkezi hükümetin aleti olmaya devam edecek yerde, polis, politik niteliklerinden hemen yoksun bırakıldı ve Komün’ün “ sorumlu ve her an görevden geri alınabilir” bir aleti durumuna dönüştürüldü. Yönetimin bütün diğer kollarındaki memurlar içinde aynı şey oldu. Komün üyelerinden en alt basamağa dek kamu görevi, işçi ücretleri karşılığı görülecekti. Bu durum, kendisini baskı altında tutanları kendisi yendiği anda da halk çoğunluğunun “özel bir baskı gücüne” artık gereksinmesi yoktur. İşte bu anlamdadır ki devlet sönmeye başlar.

Yine Mark’a göre, komün, parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir gövde olmak zorundaydı.

oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir parlamento halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin temsil edeceğini ve ayaklar altına alacağını kararlaştırmak yerine, komünler halinde örgütlenmiş halkın (herhangi bir iş verenin kişisel seçimi gibi) bu işletmeler ( komünler) için işçiler, gözlemciler, muhasebeciler bulmaya yaramalıydı.

Ayrıca, memurculuğu birden bire, her yerde ve büsbütün ortadan kaldırmak söz konusu edilemez. Bu bir ütopyadır. Ama giderek tüm memurculuğun ( bürokrasinin ) ortadan kalkmasını sağlayacak yeni bir yönetim (devlet) makinesinin vakit geçirilmeksizin kurulmasını başlamak için, eski yönetim makinesini hemen parçalamak bir ütopya değil, komün deneyinin ta kendisi, devrimci proletaryanın geçiştirilemez, acil görevinin ta kendisidir.

Kapitalizm yönetsel “devlet” görevlerini basitleştirir. Bu da “tepeden buyurma yöntemlerinin” yadsınmasını ve her şeyin toplumun tümü adına, işçilere, gözetimcilere, muhasebecilere iş veren bir proleter (egemen sınıf ) örgütüne bağlanmasını sağlar.

Sonuçta, ulusal ekonominin tümünün, posta gibi, teknisyenlerin, gözlemcilerin, muhasebecilerin, silahlı proletaryanın denetim ve yönetimi altındaki bütün memurlar gibi “işçi ücretlerini” geçmeyen bir aylık alacakları biçiminde örgütlenmesi, acil ereğimiz işte budur. İşte gereksindiğimiz devlet onun ekonomik temeli budur. İşte bir yandan parlamentarizm ortadan kaldırılırken, bir yandan da temsil organlarının korunmasının vereceği sonuç, işte çalışan sınıfları, bu organların burjuvazi tarafından bozulmasından kurtaracak olan şey.

O halde komün, emeğin ekonomik kurtuluşunu gerçekleştirmeyi sağlamak için proleter devrim tarafından “en sonu bulunmuş” olan biçimidir.

Komün, proleter devrim tarafından, burjuva devlet makinesini parçalamak için yapılmış ilk girişimdir, parçalanmış olan şeyin yerine geçmesi olanaklı ve gerekli olan “en sonu bulunmuş” olan siyasal biçimdir.

DEVLETİN TİP VE BİÇİMLERİ

Devletin tip ve biçimlerinin ne olduğunun anlaşılması ve kavranması da önemlidir. Var olan devletle mücadele ederken hangi araçları kullanacağımız, kimlerle, nasıl birlikler kurulacağının çeşitliliği ve genişliği de devlet tip ve biçimlerinin durumuna bağlıdır. Örneğin iki uç örnek bunu açıkça gösterir. Burjuva demokrasilerindeki devletle mücadele ve birliklerin sınırları başka olmak zorundayken, faşist devlette başka olmak zorundadır, bunu bütün somutluğuyla tarihsel deneyler göstermiştir. Biz bu yazıda ve değerlendirmede devletin tip ve biçimlerinin bütün tarihsel sürecini değil, kısaca siyasal durum ve sonuçlarını ayrıca güncellik anlamında ihtiyaçlara cevap verme durumunu değerlendirmeye çalışacağız.

Devletin Tipi Nedir ve Nasıl Anlaşılmalıdır

Devletin tipini belirleyen sistemin ekonomik altyapısının bütünüdür. Dolayısıyla devletin kendisinin yani tipinin ortadan kalkması sistemin ortadan kalkmasına bağlıdır. Devletin başlıca ve yaşanmış tipleri şunlardır. Köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist devlet tipleri

Köleci Devlet Tipi

Ekonomide-altyapıda egemen sınıf olan köle sahipleri otomatik olarak üst yapıya da egemendir. Elbette bu egemenlik- bağımlılık ilişkisi birden oluşmuş değildir. Bir süreç izleyerek oluşmuştur. Önemli köleci isyanlar gündeme gelmiş sonuçta devlet baskısı ile yenilmiştir. Ayrıca “özgür” kölelerin mücadelesi de yer yer devletle mücadele şeklinde yaşanmıştır. Dolayısıyla bir üst yapı kurumu olan köleci devlet tipi bütün köle sahiplerinin işlerini gören bir araç durumundadır.

Feodal Devlet Tipi

Ekonomiyi elinde tutan senyörlerin üst yapıdaki egemenlik aracıdır. Sistemin varlığı ve sürekliliğinin garantisini sağlayanda bu feodal devlet tipidir. Ekonomik işleyişte serflerle senyörlerin egemenlik bağımlılık ilişkilerini de düzenleyen yine bu devlettir. Elbette “özgür” köylüler i de bu kategoriye katabiliriz. Dolayısıyla feodal devlet tipi bütün toprak ağası ve senyörlerin devletidir.

Kapitalist Devlet Tipi

Bugün dünyada egemen ve tipik olan başlıda devlet tipi budur. Sermayenin oluşum ve gelişmesinin, üretim araçları üzerindeki egemenlik ve mülkiyet ilişkilerinin varlığı ve sürekliliğinin garantisi bu devlet tipinin gücüyle orantılıdır. Kitleleri “rıza” ile yönlendiren de bu devlettir. Baskı ve şiddet araçlarının en gelişkin olduğu devlet tipidir. Dolayısıyla kısaca bu devlet tipi de bütün kapitalistlerin işlerini gören bir araç durumundadır.

Sosyalist ( Proletarya ) Devlet Tipi

Sosyalist devletin özgül durumda olmasından kaynaklı tip ve biçimleri çakışmıştır. Hegemonik ve egemen olan proletaryanın devleti olması anlamında tipin görevlerini biçimin, biçimin görevlerinin tip tarafından gerçekleştirilmesi bir ve aynıdır. Yani örgütlü proletarya tarafından hayata geçer.

Bu durumu açmaya çalışalım. Sınıf ve sömürüye dayanan toplumlarda devletin tip ve biçimleri ayrımı mümkün ve doğrudur. Çünkü bu toplumlarda ( örneğin kapitalizmde) sınıflar ve devlet ortadan kalkmadığı gibi daha da güçlenir, tip ve biçiminin durumu ne olursa olsun bu durum değişmez.

işçi sınıfının tek devrimci sınıf olması, kendi sınıfsal durumunu ortadan kaldıracak tek sınıf olması, dolayısıyla devleti de ortadan kaldıracak tek sınıf olması devleti güçlendirmez, giderek sönümlenerek ortadan kalkmasına yol açar, bu anlamda da ilk andan itibaren de devlet olmayan devlettir. Bu durum da gösteriyor ki devletin tip ve biçimleri çakışmıştır. Yani devletin biçim olarak ortadan kalkması tip ile çakışmasından dolayı sistemin ortadan kalkmasını getirmektedir. Bu durum Rusya’da 1929’daki bürokratik devlet kapitalizminin oluşması ile de yaşanmıştır. Ayrıca devlet biçimlerinin oluşma sürecindeki nedenler de konunun daha net anlaşılmasını, kavranmasını sağlamaktadır. Şöyle ki devlet biçimleri, egemen sınıfın bileşimine, devletin var olan yapı ve kurumlarına, hak ve özgürlüklerin ölçüsüne ve sınıflar mücadelesinin seyrine bağlıdır.

( proletarya ) devletin de, egemen sınıf bileşeni proletaryadan başkası değildir. Devletin yapı ve kurumu proletaryanın yapı ve kurumu olan Sovyetlerden başkası olamaz. Hak ve özgürlüklerin ölçüsü hegemonya olarak işçi sınıfına kadar daralmıştır. Sınıf mücadelesinin seyri, ya proletarya devletinin yıkılışına örneğin 1929’daki ( bürokratik devlet kapitalizmi ) süreç, ya da gerçekleşmemişte olsa proletarya devletin komünizmin üst aşamasına ulaşmayı gerektirir. Lenin’in bu konudaki tip ve biçim önermesinin biz böyle anlaşılmasının doğru olduğunu düşünüyoruz. Halk demokrasileri-cumhuriyeti vb. biçimleri de yanlış bir şekilde devletin sönümlenmesi sonucu oluşmuş gibi lanse edilerek adeta var olan pratik durum teorikleştirilmiştir. Ve bu anlayışta Stalinizm tarafından Marksist devlet teorisine eklenmiştir. Dolayısıyla sosyalizm de proletarya devletin asal görevi proletaryanın bütün işlerini gören bir araç olmasındandır.

Biçimleri Nedir ve Nasıl Anlaşılmalıdır.

Devletin biçimleri, egemen sınıfın bileşimine, devletin var olan yapı ve kurumlarına, hak ve özgürlüklerin ölçüsüne ve sınıflar mücadelesinin seyrine bağlıdır. Bu durum devletin tipleri değişmediği halde (çünkü sistem varlığını sürdürüyor ) biçimlerinin değişebileceğini gösterir.

Devletin Başlıca Yaşanmış Biçimleri Şunlardır.

Köleci toplumda başat olarak görülen devlet biçimleri, köleci demokrasiler, köleci monarşiler ve köleci oligarşilerdir.

Köleci Demokrasiler

Tüm köle sahipleri için demokrasi, yalnız köleler için değil “özgür” köleler içinde diktatörlüktür. Köle sahipleri fiili olarak devletin bütün erklerinin başındadır. Köleleri, üretim fazlası ve buna el koyma isteklerinden dolayı öldürmeyi istisna haller dışında düşünmezler, ancak işe yaramadığı ( sakatlık vb. ) noktada öldürmek gerçekleşir. Bu durum diğer devlet biçimlerinden daha “demokratik” olan köleci demokrasilerde de görülür. Devlet erkindeki bazı kurumsal mekanizma seçimlerini köle sahipleri kendi aralarında gerçekleştirirler. Bu devlet biçimine tarihte tipik olarak Atina’da rastlanmıştır.

Köleci Monarşiler

Büyük bir köle kitlesine tek başına sahip olan monarkın, aynı zamanda köleci üretimi sürdürmek için var olan toprakta dahil üretim araçlarına sahip olması ve bu üretim sonucunda oluşan “birikime” el koymasıdır. Bunu gerektiğinde zor kullanarak yapmasını egemeni olduğu devlete borçludur. Devlet kurumlarının işleyişine, etkinliğe ve yetkinliğine egemenlik anlamında tek başına monarklar sahiptir.

Köleci Oligarşiler

Seçkin bir azınlık olan köle sahiplerinin yar yer daha küçük köle sahipleri de dahil köleler üzerindeki diktatörlüğü demektir. Devlet erkinin fiilen başında olan bu oligarşiler, devletin işlerinin yöneltildiği kurumların oluşması için kendi aralarında seçim yaparlar.

Feodal toplumda başat olarak görülen devlet biçimleri şunlardır. Feodal demokrasi, feodal aristokrasi ve feodal monarşidir.

Feodal Demokrasiler

Tüm feodaller, senyörler için demokrasi “özgür” serflerde dahil serfler için diktatörlük demektir. Feodal meclis seçimleri tüm feodaller arasında yapılır. Toprak da dahil tüm üretim araçlarına bütün feodaller egemedir. Bu egemenlik aracını ise zor ve şiddet anlamında feodal devlet biçimi oluşturur.

Feodal Aristokrasi

Tarihte en tipik olarak görülen devlet biçimidir, belirli bir azınlık feodal veya senyörün büyük bir serf kitlesine egemen olması demektir. Bütün büyük toprakların sahibi aristokratlardır. Devlet erkinin fiili olarak başında olan aristokratlar devlet kurumları ve “meclis” seçimlerini kendi aralarında yaparlar. Almanya’nın o dönemdeki imparatorluk sınırları içinde yer alan Prusya’da, Fransa’da 13. ve 14. Luiler döneminde görülen en tipik devlet biçimi aristokrasidir.

Feodal Monarşiler

Tek kişilik kralların büyük topraklara sahip olarak büyük bir serf kitlesinin üzerinde egemenlik bağımlılık ilişkiler fiilen sürdürmeleridir. Kral kendi devlet kurumlarında da tek egemendir, mutlak monarşiler ya da meşruti monarşilerde tarihte görülmüştür. Bu biçimsel farklılıkların varlığına rağmen kral tek olarak egemendir. En tipik monarşi özelliklerine tarihte Almanya’da Bismark, Fransa’da Bonapart zamanında rastlanmıştır. Bu dönemler elbette feodalizmde kapitalizmin “dengede” bir arada bulundukları zaman aralıklarında görülmüştür.

Kapitalist toplumda başat olarak görülen devlet biçimleri şunlardır. Burjuva demokrasileri (demokratik cumhuriyetler), oligarşik devletler, askeri diktatörlükler, faşist diktatörlükler ve Bonapartizimdir.

Burjuva Demokrasi ( Demokratik Cumhuriyet )

Serbest rekabetçi dönemin devlet biçimidir. Bu serbestlik yalnızca burjuvazi için değil proletarya içinde pazarda iş gücünü ücret karşılığı satmak anlamında eşitliktir. Bu durumun varlığı bile diğer toplumlardan daha ileri olup hak ve özgürlüklerin de genişliğinin göstergesidir. Devlet erkinin fiilen başında bulunmayan burjuvazi, kendi işlerini genel oy hakkının varlığından oluşan parlamento ve bürokrasi aracılığıyla devam ettirir. Devlet erki tüm burjuvazinin egemenliğindedir. Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı olan en iyi politik biçimidir. Çünkü sermaye, demokratik cumhuriyeti ele geçirdikten sonra, iktidarın böyle sağlam öyle güvenli bir biçimde kurar ki, burjuva-demokratik cumhuriyetinde ki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği onu sarsamaz. Fakat en demokratik cumhuriyetler dahi burjuvazinin diktatörlüğü olduğundan, burjuva demokrasilerinde de demokrasi ve özgürlükler gerçekte burjuvazi içindir.

Oligarşik Devlet

Bu devlet biçimleri tarihsel ve başat olarak emperyalizmin oluşması sonucu ortaya çıkmışlardır. Nasıl ki serbest rekabet, burjuva demokrasisine tekabül ediyorsa, tekelde siyasi gericiliğe veya oligarşilere tekabül eder. Oligarşiler, tekellerin egemenliği anlamında örtülü diktatörlüklerdir. Seçkin bir azınlığı diktatörlüğü olan oligarşilerde demokrasinin sınırları finans-kapitale veya tekellere kadar daralmıştır. Yani tekelci egemenlik yalnız geniş kitleler üzerindeki egemenlik-bağımlılık ilişkilerin kapsamaz aynı zamanda yer yer veya bazı dönemlerde diğer tekel-dışı burjuvazi üzerinde de egemenlik olarak görülür. Bu devlet biçimlerinde baskı ve zor ile demokratik hak ve özgürlükler yan yana veya iç içe bulunur. Ama temel olan baskı ve zordur. Oligarşilerde hak ve özgürlükler var olsa bile, devlet biçimi olarak demokrasi emperyalizmle ( tekelci kapitalizm) birlikte ortadan kalkmıştır. Oligarşilerde (biçimsel sivilleşme vb. olsa da) demokrasiyi sınırlayan en önemli organ milli güvenlik kurullarıdır. Milli güvenlik kurulları, oligarşinin asal işlerinin yapılmasına karar verirler, atanmış kurum olmasına rağmen, örneğin seçilmiş olan parlamentoya ilettiği kararlar (istisnalar dışında ) mutlaka onaylanmıştır.

Askeri Diktatörlükler

En başat ve bütünlüklü olarak emperyalizmle birlikte ortaya çıkmıştır. Finans-kapitalin açık diktatörlüğüdür. Geçici bir sürede olsa hiyerarşik bir şekilde devlet kurumlarının askeri olarak düzenlenmesidir. Kitle tabanı veya belirli bir ideolojisi olmaması anlamında faşist devlet biçimlerinden ayrılır. Baskı ve zorun açık uygulanması görülür. Göstermelikte olsa demokrasinin kırıntılarına şu veya bu ölçüde tahammül gösterir. Tarihten en tipik örnekler Şili’de ki Pinochet askeri diktatörlüğü ve Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri diktatörlüğüdür.

Faşist Diktatörlükler

döneminin bir devlet biçimidir. Finans- kapitalin en ırkçı, en zorba ve en kanlı açık diktatörlüğüdür. Var olan devletin faşistleştirme anlamında yeniden örgütlenmesini sağlar. Ayrıca toplumunda yeniden örgütlenmesini hayata geçirmeye çalışır. Kitle hareketi, siyaset ve ideolojisi olan faşist hareket diyalektik olarak bütünsel bir harekettir. Kitle hareketi olarak iktidara gelmeden önce esas gücün küçük-burjuvaziden alır, iktidara geldikten sonra finans-kapitalin baskı ve şiddet aracı olarak işlev görür. Demokrasinin kırıntılarına bile tahammül göstermez, bütün kurumlar tekçi bir anlayışla ( tek parti, tek sendika vb.) örgütlenmiştir. Tarihte en tipik görülenleri, İtalya, Almanya ve İspanya’daki faşist diktatörlüklerdir.

Bonapartizm

Sınıf mücadelesinde savaşan sınıfların yani burjuvazi ve proletaryanın birbirlerine çok yakın denge kurdukları iki sınıfında birbirlerine egemenlik sağlayamadıkları bir dönemde ortaya çıkar. Fakat bu durum Marks’a göre Bonapartizmin birbirleriyle mücadele eden sınıflar arasında tarafsız kaldığı anlamını taşımaz. Bonapartizm tüm sınıfları temsil ettiğini iddia etse de onun varlığı ve doğuşu aslında var olan toplumsal düzeni, mülkiyet ilişkiler anlamında nesnel olarak sermayenin, emek üzerindeki egemenliğini sürdürme ve kuvvetlendirme amacına yöneliktir. Tarihte, Fransa’da 1. Ve 2. İmparatorluk, Almanya’da Bismark rejimi, Rusya’da Krenski dönemi Bonapartist devlet biçimlerinin tipik örnekleridir.

Marksist devlet teorisinin daha doğru ve bütünlüklü anlaşılması ve kavranmasına katkı yapan ise Althusser olmuştur.

Marksist klasiklerdeki devletin, yönetici sınıfların ( 19.y.y da burjuva ve büyük toprak sahipleri “sınıfı” ) artık-değerin zorla elde edilmesi sürecine ( yani kapitalist sömürüye) boyun eğmesi için, işçi sınıfı üzerinde ki egemenliklerini güven altına almalarını sağlayan bir baskı “makinesi” olarak görülmesi gerektiğini, bunun da şu anlama geldiğini belirtir. Hukuki pratiğin gereklerine ilişkin olarak zorunluluğunu ve varlığını tanıdığımız ( dar anlamıyla) özelleşmiş aygıt, yani yalnızca polis, mahkemeler, hapishaneler değil fakat aynı zamanda polis ve uzmanlaşmış yardımcı birlikleridir. “olaylarda başa çıkamadıkların da” son kertede ek bir baskı gücü olarak doğrudan doğruya müdahale eden ( proletarya bu dersi kanıyla öğrendi ) ordu ve bu bütünün üzerinde, devlet başkanı, hükümet ve yönetim.

Dolayısıyla, devletin betimleyici teorisinin doğru olduğunu, yani devletin devlet aygıtı olarak, klasik tamına bir şey eklemenin vazgeçilmez olduğunu düşünüyoruz. Bu durum, devlet iktidarı ( devlet iktidarının korunması ya da elde edilmesi ) ile diğer yandan devlet aygıtının birbirinden ayırmanın önemini gösteriyor.

Devlet iktidarı ile devlet aygıtı ayrımının Marks’ın 18. Brumaire ve Fransa’da sınıf mücadelelerinden beri açıkça Marksist devlet teorisinde yer aldığı söylenebilir.

Bu noktayla ilgili Marksist devlet teorisini özetlemek için Marksist klasiklerin her zaman şunları öne sürdüğünü söyleyebiliriz. 1.Devlet, devletin baskı aygıtıdır. 2.Devlet iktidarını devlet aygıtından ayırmak gerekir. 3. Sınıf mücadelesinin hedefi devlet iktidarıdır ve bunun sonucunda devlet iktidarını ellerinde tutan sınıflarca ( ya da sınıf ya da sınıf bölümleri ittifakı ) devlet aygıtının kendi hedefleri doğrultusunda kullanılmasıdır 4.Proletarya, var olan burjuva devlet aygıtını yıkmak ve bu ilk aşamada onun yerine bambaşka bir devlet aygıtı koymak ve iler ki aşamalarda radikal bir süreci, devletin yıkılma sürecini ( devlet iktidarı ve her türlü devlet aygıtının sonu ) başlatmak için devlet iktidarını elde etmelidir.

Devlet teorisini geliştirmek için, yalnızca devlet aygıtı ile devlet iktidarı ayrımını değil, fakat açıkça devletin (baskı) aygıtının yanında fakat onunla karıştırılmaması gereken bir gerçeği göz önüne almak zorunludur. Bu gerçeğe kendi kavramının adını vereceğiz. Devletin ideolojik aygıtları, Ayrıca ideolojilerinde bir tarihi olduğundan, ideolojileri bu anlamda sınıfsal ve ekonomik saikleriyle birlikte ele almak doğru olacaktır.

Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) Nedir

DİA’lar, devletin (baskı) aygıt ile aynı şey değildirler. Marksist teoride devlet aygıtının şunları kapsadığını hatırlatalım. Hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. ( yani devlet iktidarı ve devlet aygıtı )ki bunlar bundan böylece bizlerin devletin baskı aygıtı adını vereceğimiz şeyi oluştururlar. Baskı kelimesi, hiç olmazsa en son durumda ( çünkü örneğin yönetimsel baskı fiziksel olmayan biçimlere girebilir ) söz konusu devlet aygıtının “zor kullandığını” belirtir.

İdeolojik Aygıtları ile ve birbirinden ayrı ve özelleşmiş kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belirli sayıda gerçeklikleri belirtiyoruz. Bu gerçekliğin içerdiği tüm sakıncaları göz önünde tutarak aşağıdaki şu kurumları şimdilik DİA’lar olarak kabul edebiliriz. ( adlarını saymamızdaki sıranın özel bir önceliği ve anlamı yoktur )

-Dini DİA ( değişik kiliseler sistemi )

-Öğretimsel DİA ( değişik, özel ve devlet “okulları” sistemi)

-Siyasal DİA ( değişik partileri de içeren sistem )

-Sendikal DİA

-Haberleşme DİA’sı ( basın, radyo, televizyon vb. )

-Kültürel DİA ( edebiyat, güzel sanatlar, spor vb. )

Dini DİA

Devlet kendine şu veya bu biçimde bağlı dini kurumlar aracılığıyla, ezilenlerin kalpsiz kalbi, kitlelerin afyonu dini kullanarak onların uyutulması ve mücadele şevkini kırarak, yaşamı dünya dışında aramayı pompalayarak pasifleştirir.

Öğretimsel DİA

Devlet bütün öğretimsel kurumlarıyla egemen sınıflara yetişmiş, kalifiye insan sağlarken, öğretimsel kurumların müfredatındaki konularda geri, yoz, ırkçı-şoven, saldırgan söylemlerle dolu olup egemen sınıflara hizmet eder.

Aile DİA’sı

Devlet, sınıflı toplumların en temel kurumu olan aile ile sistemin devamlılığının garantisini sağlar. Çünkü sistemin ek küçük birimi olan ailede başlayan egemenlik-bağımlılık ilişkileri topluma buradan aktarılır. Ayrıca aile DİA başka işlevleri de yerine getirir. Emek gücünün yeniden üretimine katılır. Üretim tarzlarına göre, üretim birimi ve-veya tüketim birimidir.

Hukuki DİA

Devlet, alanını sanki sınıflar üstü veya bağımsızmış gibi göstererek, kitlelerin aldatılmasına önemli hizmet sunar. Hukuk egemen sınıfların meşruiyetinin yasal kılıfından başka bir şey değildir. Yani hukuk, ekonominin üzerinde olamaz. Dolayısıyla hukuk, paranın egemenliğinin somut yeridir. Parasını olmayanların mevcut yasalara ( kitlelerden yana gözükse bile) rağmen hak aramaları yani sonuçta kazanımları zordur. Ayrıca “hukuk” aynı zamanda hem devletin baskı aygıtında hem de DİA lar sisteminde yer alır.

Siyasal DİA

Egemen sınıflar, siyaset kurumlarının temeli olan ve kendi çıkarlarını savunan ( istisnalar dışında ) partilerle parlamentoyu oluşturur. Parlamento, ne kadar seçilmişlerden oluşmuş olursa olsun egemen sınıfların her 4-5 senedeki seçimleri ile işlerini yürüten organdır. Seçilme mekanizması yine istisnalar dışında işçi ve emekçilere kapalıdır. Siyasal DİA ların işlevi siyasetin bu zemini ( yani parlamento zemini ) dışında da temelde egemen sınıflar yararına iş görür.

Sendikal DİA

Devletten bağımsız gibi görünmelere rağmen birçok sendika sonuçta patronlar veya devletin çıkarını savunur. Sınıf sendikacılığı başat olmadığı durumlarda, sarı, sınıf uzlaşmacı sendikalar egemen durumdadır, emekçilerin küçük ekonomik çıkarları dahil bu sendikal ar tarafından yeterince dikkate alınmamıştır.

İletişim DİA’sı

Devletin en önemli ideolojik aygıtı iletişim alanıdır. Özellikle emperyalizm döneminde iletişimin tekelleşmesi siyasi gericiliği yoğunlaştırmıştır, hak ve özgürlükleri de adeta kuşa çevirmiştir. İletişim aynı zamanda devletin dördüncü gücü ( yasama, yürütme ve yargı dışında ) olması anlamında da önemlidir. İletişim alanı başat olarak egemen sınıfların her boydan hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, yalan ve demagojilerini gizleyerek, emekçileri aldatmak ve uyutmak için ciddi ve önemli işlev görür.

Kültürel DİA

Devlet, kendisine bağlı olan bu kurumlarla, edebiyat, sanat, spor vb. egemen ideolojiyi yaymaya çalışırken, bu kurumların özerkliğine önem vermeyerek, özerk kuruluşlara her türlü zorluğu çıkarır, onlara para vb. yardımı yapmayarak şu veya bu ölçüde kıskaca alarak kendisine bağlamaya çalışır.

Yukarıda kısaca değerlendirmeye çalıştığımız biçimi ile DİA’nın varlığı Marks’ın şu söylemini doğrulamaktadır. “ Egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir.”

Dolayısıyla, DİA’lar devletin ( baskı ) aygıtı ile aynı şey değildirler. Ayrılıklar nelerdir?

İlk aşamada, devletin bir tek ( baskı ) aygıtı varsa, çok sayıda DİA’ların bu çokluğunu bütünleştiren birlik dolaysızca görülmez.

İkinci aşamada, devletin birleşik ( baskı ) aygıtının tümüyle kamu alanında yer almasına karşın, DİA ların ( görünüşteki dağınıklıkları içinde ) en büyük bölümünün özel alanlarda bulunduğunu saptayabiliriz. Kiliseler, partiler, sendikalar, aileler, bazı okular vb. özeldir. DİA ları oluşturan kurumların özel ya da kamusal olması pek önemli değildir. Önemli olan işleyişleridir. Özel kurumlar da aynen DİA’lar gibi “işleyebilirler.”

DİA ları devletin ( baskı ) aygıtından ayıran şu temel farktır. Devletin ( baskı ) aygıtı “zor kullanarak” işler, oysa DİA lar “ ideoloji kullanarak” işlerler. Buradaki ideoloji aynı zamanda bir rızayı da kapsar.

Bu ayrımı düzelterek bir kesinlik kazandırabiliriz. Geçekten de ister baskı ister ideolojik olsun, devletin her aygıtı hem baskı, hem de ideoloji ile işler, ama devletin ideolojik aygıtı ile devletin “baskı” aygıtını birbirine karıştırmamayı gerektiren çok önemli bir ayrım vardır ortada.

Bu ayrım, devletin ( baskı ) aygıtının, kendi hesabına baskıya tümüyle ( fiziki baskı dahil ) öncelik verirken, ideolojinin burada ikincil bir işlevi olmasıdır. ( Bütünüyle baskıya dayanan aygıt yoktur ) örnekler, ordu ve polis hem kendi uyarlıklarını ve yeniden üretimleri sağlamak için, hem de dışarıya sundukları “değerler” ile aynı zamanda ideolojiyi kullanarak işlerler.

Aynı biçimde, fakat tersine DİA lar da ideoloji tümüyle öncelik kazanırken, aynı zamanda baskıya, en son durumda olsa bile, fakat yalnızca en son durumda çok hafifletilmiş, gizlenmiş, hatta sembolik bir baskıya ( bütünüyle ideolojiye dayanan aygıt yoktur ) ikincil bir işlev verildiği söylenmeli. Böylelikle kiliseler ve okul, ceza, ihraç, seçme vb. yöntemlerle yalnız kendi çobanlarını değil sürülerini de “disipline sokarlar.” Ailede böyledir. Kültürel ( içlerinden birini sayacak olursak, örneğin sansür ) DİA da vb.

Yine bildiğimiz kadarıyla, hiçbir sınıf DİA’lar içinde ve üstünde hegemonyasını uygulamadan, devlet iktidarını sürekli olarak elinde tutamaz.

Ayrıca iktidardaki sınıf ( ya da sınıfsal ittifak ) DİA’lar da devletin (baskı )aygıtında olduğu gibi kolayca bir yasa çıkaramaz. Bunun nedeni yalnızca eski egemen sınıfların DİA’lar da uzun zaman önemli mevzilere sahip olmaları değil, fakat aynı zamanda ezilen sınıfların direnişinin, DİA’lar da, ister var olan çelişkileri kullanarak, ister mücadele ile savaş mevzilerini kazanarak sesini duyurma aracı ve fırsatını bulabilmelidir.

Dolayısıyla sınıf mücadelesi DİA’ları aşar, çünkü köklü ideolojinin dışında bir yerde alt yapıda, sömürü ilişkileri olan ve sınıf ilişkilerinin temelini oluşturan üretim ilişkilerindedir.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra cevapsız kalan temel sorumuza cevap verebiliriz. Yani, üretim ilişkilerinin yeniden üretimi nasıl sağlanır? Büyük bir bölümünde hukuki-siyasal ve ideolojik üst yapı yoluyla sağlanır.

Burada önceden de değindiğimiz ve şimdi, aşağıda üç grupta toplayacağımız şu noktalar göz önüne alınmalıdır.

1.Tüm devlet aygıtları hem ideoloji, hem de baskı kullanarak işlerler. Aradaki fark, devletin (baskı) aygıtının baskıya tümüyle öncelik vererek işlemesine karşın, DİA’ların ideolojiye tümüyle öncelik vererek işlemeleridir.

2.Devlet ( baskı ) aygıtının ayrı ayrı üyelerinin bir komuta biriminin devlet iktidarını ellerinde tutan egemen sınıfların siyasal temsilcilerinin uyguladığı sınıf mücadelesi siyaseti biriminin, varlığında merkezileştiği örgütlenmiş bir bütün oluşturmuştur. Buna karşı, DİA’lar çok sayıda ve birbirlerinden ayrıdırlar, “ görece özerktirler “ ve proleter sınıf mücadelesi ile kapitalist sınıf mücadelesi ve onların bağımlı biçimleri arasındaki çarpışmaların sonuçlarını, kimi zaman sınırsız, kimi zaman sınırlı biçimlerde dile getiren çelişkileri nesnel bir alan sağlamaya elverişlidirler.

3.Devlet (baskı)aygıtının birliği, iktidardaki sınıfları sınıf mücadelesi siyasetlerini uygulayanların, iktidardaki sınıfların temsilcilerinin yönetiminde birleşmiş merkezileşmiş örgütlenmesi ile sağlamasına karşın, değişik DİA’lar arasındaki birlik egemen ideoloji ile egemen sınıfın ideolojisi ile, çoklukla çelişkili biçimlerde sağlanır.

SONUÇ YERİNE ÇÖZÜM ÜZERİNE

Althusser’in de katkısıyla bütünlüklü bir hele gelen Marksist devlet teorisi, bugünü ve geleceği de açıklayan, güncelleştirmeye ve somutu yakalamaya açık bir teoridir. Doğru okunur ve kavranırsa kendisini değil, diğer bazı ( devrim, emperyalizm, sosyalizm vb.) konularında doğru anlaşılmasını sağlar. Dolayısıyla “eskimeyen” bir teori olarak yaşamın birçok alanın da doğrudan karşımıza çıkar. Bazen bir grev, eylem veya yürüyüşte baskı-zor, şiddet aracı olarak, bazen DİA’lar vasıtasın ile okulda, ailede, siyasette, dinde vb. ortaya çıkar. Ancak devletin Marksist analizi devletle yaşamda doğrudan karşılaşıldığında bizlere doğru çözümler üretmeyi, kafa karışıklığını önlemeyi, direnme azmini kazanmayı öğretir.

üzerine söyleyeceklerimiz ise, devletle mücadeleyi her yönüyle kazanmak için öncelik, devletin ne olduğu, önemi, sınıfsal yanı vb. konuların doğru kavranmasına bağlıdır. Çözüm üzerine doğru, gerçek, somut üretimde buna bağlıdır. Kapitalist devletle mücadele iki alanda verilmek zorundadır. Bunlar devrim ve reform alanıdır. Birbirlerine bağlanması gereken iki alanı izole etmeden, görevlerini karıştırmadan hayata geçirmelidir. Yani reformlar anlamında ekonomik hakları, demokratik hak ve özgürlükleri kazanma mücadelesini devrime havale etmemek gerekir. Ayrıca devrimin görevi olan devlet iktidarının yıkılması ve yerine yeni bir devletin ( proletarya devleti ) inşasının gerçekleşmesi reformlarında garantisi olacaktır. Bu iki anlayışın yanlış anlaşılması yani devrim anlayışının reddedilmesi sağ, reformları reddedilmesi sol anlayıştır. Bu iki yanlış anlayış devletle mücadeleyi sekteye uğratır, giderek de Marksist devlet teorisinin doğru ve yeterince savunulmamasına yol açar.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.