Kapitalizmin bir dünya sistemi olmasından kaynaklı senkronize durumu küresel boyutlarıyla görünür olsa da bu ulusallığın özgünlüğünü, ulusal devletleri ortadan kaldırmıyor. Etnik ve mezhepsel aidiyetlerin yükselmesi sonucu yer yer ulusal sınırlar daha da kalınlaşıyor. Kapitalizmin küresel sınırlarının varlığı sermayenin dolaşımını kolaylaştırıp, özgürleştirirken, emeğin dolaşımını zorlaştırıp, kısıtlamaktadır. Dolayısıyla kapitalizmin küresel sınırları da sınıfsal olduğu için alt yapısal ve üst yapısal olarak küresel tekelleşme egemenliği olsa da bu durum ulusların ve ulusal devletler arasında ki rekabeti ortandan kaldırmıyor. Bu rekabet en uç noktada yerel, bölgesel ve dünya savaşları olarak yaşanmış olup, süreç sonuçlanmamış yeni versiyonları ile devam etmektedir ve edecek gibi gözükmektedir.
Küresel kapitalizmin kriz-çöküş hali artık kapitalizmin varlığı ve sürekliğinin önemli göstergelerinden olan diyalektik çevrim yasalarında ciddi zorluklar ve tıkanmalar yaratmıştır. Bu durum kapitalizmin yeni değer, fazla değer, artık değer üretiminde ciddi zorlanması noktasında daha görünür hale gelmiştir. Yine kapitalizmin önemli ve başat bir sorunu kapitalizmin diğer bir sorunu ile asgari ölçüde koruma altına alınırken, gelinen noktada bu durum anlık ve dönemsel olarak yüksek enflasyon-pahalılık, yüksek işsizlik, ücret- gelir düşüklüğü çoklu olarak yaşanmaktadır. Dolayısıyla bu durum kapitalist depresyonun başatlığını , kapitalist toparlanmanın zorluklarını göstermektedir.
Kapitalizmin ortaya çıktığı dönemde sloganlaşmış olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik mottosun da mülkiyet görülmediği için bu değerler sınıflar üstü değerlendiriliyordu. Oysa kapitalist mülkiyetin ( özel ve devlet mülkiyetinin bileşkesi olarak ) varlığı gelinen noktada daha aleni ve görünür olduğu için bu değerlerin sınıfsal olduğu açık ve net hale gelmiştir. Yine kapitalizm öncesi toplumlarda toplumsallık ve siyaset başatlığında kapitalist ekonominin devamı varken, Kapitalizm ile birlikte ekonominin hayatın her alanda başatlığı egemen hale gelmiştir. Artık gelinen aşamada servetler oligarşinin bile daha dar bir grubunda yoğunlaşır, toplanırken, işçi ve emekçilere kırıntılarda bile cimri olan bir egemen sınıfla karşı karşıyayız. Ayrıca burjuva sınırlarda olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik mottosu da yüksek oranda iğdiş ve tahrip edilmiş durumdadır.
Dolayısıyla bu somut durum küresel kapitalizm koşullarında oligarşilerin sınıfsal bir eğilimi olarak ancak güvenlikçi devletler, faşizm eliyle uygulanabilirdi. Uygulamada böyle şekillendiği için küresel çapta, ırkçılık, aşırı sağ-yeni sağ, faşizm yükselmektedir. Bu girizgahı son günlerde Fransa’da başlayan ve devam eden sokak eylemlerinin muhtevasının doğru anlaşılması ve kavranması saikiyle yaptık. Kapitalizmin birleşik ve eşitsiz gelişimi diyalektik saikleri devam ettiği için kapitalizmin rutin sorunları ve yıkımı gelişmiş kapitalist ülkeleri de kapsamına alarak devam etmektedir. Elbette geçmişte de başlayan küresel çaptaki bu dalga ve kaynama hali adeta med-cezir şeklinde devam etmektedir. Bir noktada sönümlense de radikal ve kalıcı bir bütünsellikle çözülmediği için yeniden başlamaktadır. Örneğin Fransa’da diyalektik olarak süreç Sarı Yeleklilerin benzin zamlarına karşı muhalefeti ile başlamış, emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı devam etmiş, bugünde banliyölerdeki isyan ile sürmektedir.
Elbette bu Fransa’daki sokak hareketliği ve eylemleri bir süreç sonra sönümlenecektir. Ama kapitalizmin yapısal kriz, çöküş halinden kaynaklı temel yıkıcı sorunları ve kirliği, çürüme hali devam ettiği sürece bir başka gelişmiş kapitalist ülke ve diğerlerinde de başlayacaktır. Bu durum aynı zamanda pasif bir egemen sınıf tavrı değil, onların mezar kazıcılarının da aktif olduğu , aktif bir işçi ve emekçilerin muhalif tavrıdır. Dolayısıyla süreçte dinamik ve aktif olarak “devrim ve karşı devrim gelişerek ilerler” ilkesi gündemden inmemeye ve gündemi meşgul etmeye devam edecektir.
Somut duruma baktığımızda Fransa’da son günlerdeki sokak eylemliliği ve isyanı diyalektik olarak adeta niceliğin niteliğe dönüşen bir birikimim patlamasıdır. Bu birikimde tekil değil bütünseldir. Yani ekonomik, politik, sosyolojik, psikolojik, kültürel, etnik, mezhepsel vb gibi. Bunlardan biri ve birkaçı bazı dönemlerde başat olsa da diğerlerinin varlığı da devam etmektedir. 17 yaşındaki bir Cezayir asıllı Fransız vatandaşı olan çocuğun-gencin polis tarafından aleni öldürülmesi bir yanıyla ve başat olarak polis içindeki faşist eğilimde olanların egemenliğini gösterirken, diğer yandan kapitalizmin kirliliğinin, çürümesinin, barbarlığının da bir sonucudur. Yine bu olaydan kaynaklı isyanın başat yanı Arap ve siyahlara dönük ırkçı ve faşizan eğilim olsa da banliyölerde yaşanan derin yoksulluk, işsizlikten kaynaklı nedeni olduğu da reddedilemez.
Dolayısıyla böylesi sıcak isyan günleri özellikle sol-sosyalistler için taraf olmak ve olayların doğru kavranması için adeta bir laboratuvar ve turnusol olacaktır. Bir tarafta eşitlik, özgürlük, kardeşlik şiarıyla yaşanan burjuva devrim ve 72 gün sürse ve yalnızca aktif olarak Paris’te yaşansa da komünizmin özelliklerini taşıyan Paris Komünü, diğer tarafta özellikle Afrika’da sömürgelere sahiplikle ilklerden birisi olan kapitalist-emperyalist Fransa. İşte bu noktada Paris Komün’inden yana taraf olmak bugünkü isyanın haklılığını ve meşruluğunu gösterecektir
Fransa’nın deniz-aşırı sömürgeleri olan Cezayir , Tunus, Fas başta olmak üzere Kuzey Afrika ve kıtanın geri kalan ülkelerinden Fransa’da çok sayıda emekçi yaşıyor. Fransa kapitalizminin ucuz işgücü olarak da kullandığı bu emekçilere ( Türkiye’de Suriye’li bazı mülteci işçilerin ucuz işgücü olarak kullanıldığı gibi ) “kardeşimiz” vb dense de ikinci sınıf vatandaş oldukları açıktır. Bu arada Fransa’nın kapitalist - emperyalist tutumu da devam ediyor. Tek başlarına işbirlikçiler ve orduları yetmez olunca , Fransız askerleri koşuyor yardıma. Afrika’da, Mali ve Çad’da , Cibuti, Gabon, Fildişi Sahili ve Senegal’de Fransız askerleri var. Bu askerler Fransa’nın yüksek çıkarlarını ve bekasını koruyorlar. Ayrıca Fransa kapitalizm- emperyalizmi bu deniz aşırı ülkeleri çok uluslu tekelci şirketleri aracılığıyla yeraltı ve yerüstü değerlerini sömürmekte ve sermaye transferleri de devam etmektedir.
Son olayda 17 yaşındaki gencin polis tarafından öldürülmesi ve geçmişte de bir çok Afrika ve Asya kökenlilerin ırkçılık saikiyle katledilmesi şu nesnel gerçekliği bir kez daha açık ve net olarak göstermiştir. Fransa ve benzeri gelişmiş kapitalist ülkelerde olsa kapitalist devlet aparatının sınıfsal yanı ve özellikleri muhteva olarak aynıdır. Yani devlet egemenlerin zor, baskı ve şiddet aracıdır. Yine aynı kapitalist devlet sistemin sürekliliği için rıza üretmek zorundadır. Bu anlamda genişletilmiş ve bütünleşmiş bir devlettir. Dolayısıyla devletin olduğu tüm toplumsal sistemler ölüm ve şiddet üretmektedir. ( Tek istisna devlet olmayan devlet şeklindeki proletarya devletidir)
İşte 17 yaşındaki çocuğun polis tarafından katledilmesinden sonra adeta ateş çemberine düşmüş gibi isyan ve eylemler ülke çapına yayılma şeklinde devam etmektedir. Aynı veya benzeri ırkçı ve düşmanlaştırma uygulamaları diğer kapitalist ülkelere de domino etkisi olarak yayılmış durumdadır. Şimdilik Belçika ve Almanya başta olmak yayılmış olayların süreçte diğer ülkelere sıçraması da sürpriz olmayacaktır. Fransa ‘da binlerce gözaltılar, Belçika ve Almanya yüzlerce gözaltı kapitalist devlet aparatının sınıfsal özelliğini gösterirken bu gözaltılar başat olarak ve özellikle Fransa’da küçük yaşlarda çocuk ve gençleri kapsaması muhalifler ve emekçilere dönük caydırıcılık ve korku yaymak saikiyle yapılmış olup devam edecektir.
Bu noktada isyancıların, eylemcilerin başta arabalar ve bazı mülkiyetlere saldırması ve yakma olayları, liberaller ve reformistler tarafından vandallık olarak kınanması bizlerce sürpriz olmamıştır. Bu anlayışlar yer yer eleştirelde olsa kapitalizmi savunmaktalar. Devrimci Marksistler için egemenlerin her boydan şiddeti meşru değilken, ezilenlerin şiddeti meşrudur. ( Burada tek istisna olarak sivil kitlelere dönük ve çocukların istisna tutulması koşuluyla ) Daha önce küresel çapta binlerce sivil ve çocuğun katledilmesi ve Fransa’da son olayda 17 yaşındaki bir çocuğun polis tarafından ırkçı saldırı ve tasarlayarak katledilmesi yaşanırken mülkiyetlere saldırı ve yakma olaylarına gözyaşı dökme anlayışı en hafif tabirle vicdanların körleşmesi, kuruması demektir. Bu noktada mantıklı gerekçe olarak hem sivil ve çocukların katledilmesi hem de yakma eylemlerine karşı çıkma tarafsız tutumu da böylesi ince olaylarda güçlüden yana taraf olmak demektir. Ateş düştüğü yeri yakar misali kitle psikolojisinden kaynaklı kendiliğinden öfke ve isyan hareketleri i durdurmak ve engellemek mümkün değildir.
Sonuçta Fransa’da başlayan bu isyan süreçte elbette sönümlenecektir. Ama yoksulluk ve ırkçı saldırılar kapitalizm şartlarında ortadan kalmayacağı için potansiyel olarak varlığını devam ettirecektir. Bu mücadelelerden kazanımla çıkılması tüm etnik ve mezhepsel farklara rağmen tüm halkların Fransa ve diğer ülkelerdeki enternasyonalist anlayışla birlik ve dayanışmasından geçmektedir.
Bu bölüme kapitalist ekonomideki güncel gelişmelerin değerlendirilmesi ile başlamak istiyoruz. Yakın zamanda iki seçim yaşanmasına rağmen, şimdide üçüncü seçim olan yerel seçim tarihi yaklaştığı ölçüde iktidar özellikle İstanbul’u almak doğrultusunda adeta gaza basmış durumda. İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır mottosu ile hareket eden Erdoğan seçimleri kazandığı gün balkon konuşmasın da yerel seçimlerin kazanılmasına özellikle İstanbul’un kazanılmasına start vermiş olarak yerel seçim çalışmasını başlatmış oldu. Artık bir Erdoğan klasiği olarak ( elbette devlet ortaklığı ile ) bütün ekonomik faaliyetler yerel seçimlere endeksli olarak devam edecektir. Dolayısıyla seçim faaliyetini seçim ekonomisi, seçim bütçesi ve belki de ek bütçe ile sürdürülmek zorunda kalınacaktır.
Bu seçim ekonomisinden, seçim bütçesi veya ek bütçeden zararlı çıkacak olanlar yine her zaman ki gibi işçi ve emekçiler olacaktır. Kârlı çıkanlar ise yine her zaman olduğu gibi tekeller, finans kapital olacaktır. Seçim ekonomisi ekstra vergiler demektir. Adeta sayısı unutulan vergi çokluğunun tabana yayılması işçi ve emekçilerin ekstra yükü demektir. Bu yük işçi emekçilere yüksek enflasyon, yüksek işsizlik, ücret gelir düşüklüğü ile döneceği için açlık ve yoksulluk daha da artacaktır. Fabrikalarda ise artık değer oranları daha da yükselecek, yoğun işçi çıkarmalar da sürpriz olmayacaktır.
Büyük tekellere ve finans kapitale doğrudan veya dolaylı aktarılan transferler, burjuvazinin ekstra servet biriktirmesine yol açacaktır. Özellikle bu durum finans kapital bankalarının her yıl açıklanan kârlarının yüksekliği ile de görülmektedir. Bu anlamda bir analoji yaparsak nasıl ki 12 Eylül askeri diktatörlüğünün gelmesi ile yükselen işçi hareketi durdurulduğu için dönemin işverenler sendikası başkanı Halit Narin geçmişte işçiler güldü şimdi gülme sırası bizde mealli açıklaması ile kendi içinde bir gerçeği ifade etmiş oldu. Geçmişte daha belirgin olarak Özal ve Derviş dönemlerinde ekstra gülen sermaye, bugün de kendi has adamları olan Şimşek’in ekonominin başına getirilmesi ile yine tekrar gülmeye devam edeceklerdir.
Ulusal ve uluslararası sermeyenin desteği ve onayı ile göreve gelen Şimşek bu görevin gereği olarak burjuvazinin önündeki tüm finansal engelleri kaldırmak için çalışmalara başlamıştır. Şimşek özellikle enflasyon-pahalılıktan kaynaklı alım gücü düşüklüğü ile daha da yoksullaşan geniş emekçi kitlesi için ekonomi- maliyenin başındaki kişi olarak laf olsun diye veya formalite icabı bile olsa tek söz etmemektedir. Son açıkladığı programda da mali disiplin, bütçe açıkları, enflasyonun düşürülmesi çalışmaları özünde tümüyle finans kapitalin daha da zenginleşmesi için ve var olan engellerin kaldırılması doğrultusundadır.
Bu arada iktidar somut uygulama ve tasarruflar ile seçim ekonomisine devam ediyor. İktidar seçim ekonomisi- seçim bütçesi ile emekçilere dönük nominal artışlarda bile zorlandığı için ( karşılıksız para basımı ve Erdoğan’ın sıcak para bulmak için Körfez ülkelerinden bazılarını ziyareti de yeterli olmayacak ve fayda getirmeyecektir ) bu artışların düşüklüğü ile tepkilerde devam ediyor. Son iki gelişme toplumsal ve siyasi muhalefeti kısmi de olsa hareket geçirmiş durumda.
Özellikle burjuva yaslarına göre yasal bir işleyişi olan TüİK’in açıkladığı enflasyon oranları şaibesini korumaktadır. Bu anlamda bilinçli yapılan yanlış enflasyon hesapları ile TÜİK suç işlemektedir. Hangi enflasyon sepetini baz aldığı ve bu sepetin saydam bir şekilde açıklanması yasal bir zorunluluk olmasına rağmen gizlendiği açıktır. ( Bu noktada DİSK bu bilgileri ısrarla istemesine rağmen ve TüİK ‘inde yasal olarak bu bilgileri vermesi zorunluyken vermediği söylenmektedir ) Elbette bu enflasyon oranlarının TÜİK tarafından düşük açıklanması kendi yaslarına göre de suç teşkil etmesinin önemi bir yana, temel sorun ve manipülasyonda burada başlamaktadır. Yani milyonlarca emekçinin maaşlarına zam TÜİK in enflasyon oranlarına endeksli olmasıdır.
Öyle bir kirlenmiş, çürümüş , vahşi, barbar zombi bir kapitalizm ile karşı karşıyayız ki zaten her geçen gün ekmekleri küçülen emekçiler ( Geniş emekçi kitlesinin temel gıdası olan ekmek fiyatlarının 10 lira olma aşamasına gelmesi bu örnek mecazın artık gerçekliğini de göstermektedir ) açlık ve yoksulluk içinde adeta debelenirken hala onların küçük gelirlerine bile göz diken ve onu almaya odaklanmış durumdadır.
İşte bu noktada açıklanan enflasyon oranlarının Temmuz zam artışlarına denk gelmesi tepkileri yükseltmiş durumda. TÜİK’e göre Haziran enflasyonu aylık bazda 3.92 yıllık 38.21, ENAG’ın açıkladığı enflasyon oranı yıllık bazda 108,58 ve gıda enflasyonu da 53.92 bu veriler bile tam olarak enflasyonu-pahalılığı yansıtmamasına rağmen TÜİK ‘in açıkladığı oran ENAG göre bile yarısına bile yaklaşmıyor. Bu durumda bu yüksek enflasyon-pahalılığa karşı memurlara verilen artış yüzde 17, emeklilere verilen artış ise yüzde 19 ile sabitlenmiştir. Ayrıca memurlara dönük 8 bin lira seyyanen zamdan, emeklilerin yararlanmaması ayrı bir eşitsizlik ve garabet olmuştur.
Yine beklentileri karşılamayan bu zamlı artışlara ( Bu arada memurlara dönük Erdoğan’ın 22 bin sözünün tutulması bir yanıyla Memur-Sen’e bir kıyak ve tabandaki tepkilerin sönümlenmesi ve Memur-Sen’in büyümesine dönüktür ) karşı başta DİSK ve Sağlıkçıların kısmi de olsa sokaklara çıkmaları önemli olmuştur. Özellikle DİSK’in TÜİK önüne gitmesi ve TÜİK enflasyon oranlarını protesto etmesi ve tüm emekçileri mücadeleye çağırması da ayrıca önemli olmuştur. Bu noktada daha önemli olan başta DİSK olmak üzere ve diğer sendikaların da mücadeleyi daha kitleselleştirmeleri ve üretim yerlerini de kapsayacak şekilde sürekli hale getirmeleridir.
Bu bölüme burjuva muhalefet kanatları içinde en büyüğü olan CHP’deki güncel gelişmeler, sol-sosyalist muhalefetteki güncel gelişmeler ve Yanardağ olayının yeni boyutlarının değerlendirmesi ile devem ediyoruz.
CHP ‘de kazanılmış bir seçimin duyarsızlık ve sokaklardan korkunun esiri olarak kaybedilmesi sonucu iç çekişmeler ve yeni çelişkilerin ortaya çıkmasıyla birlikle adı konmamış siyasi savaş açık veya örtük şekilde devam ediyor. Bu sorunların ve çelişkilerin kendi sosyal demokrat çizgi çerçevesinde çözümü sermaye ve devlet egemenliğinden , emek ağırlıklı ve sol anlayışla çıkmak gerekli ve zorunludur. Bunun için ise yapılması gereken özelikle kapitalizm içinde ve burjuva temsili sistem çerçevesinde daha başat olarak liderlerin, başkanların önemini reddetmeden ama temelde kurumsal ve yapısal soruların çözümü anahtar durumundadır. Bu da yine sosyal demokrasinin emek ve sol ağırlıklı ideolojik, politik, örgütsel, çalışma tarzı olarak değişme, yenilenme ve gelişimi ile mümkündür.
Ama gelinen noktada güncel somut duruma baktığımızda CHP’de bu bütünsel kurumsal ve yapısal çözümlerden uzak kariyerist, sekter , ikameci tutumlar açık veya örtük şekilde devam etmektedir. Seçim öncesi Kılıçdaroğlu çevresinde adeta pervane olanlar, mevzilenen, konumlananlar, özellikle görevden alınınca çark etmişler ve ilkesiz bir şekilde Kılıçdaroğlu’nun karşısına geçmişlerdir. Başarıdan kendine pay çıkarıp, yenilgiyi başkalarının üzerine atmak küçük burjuva bir sekter tavır bu toprakların adeta alameti-farikası olmuştur. Elbette ki seçimler öncesi de Kılıçdaroğlu ve yönetime emek ve sol çizgide muhalefet ve mücadele edenleri ( Örneğin İlhan Cihaner gibi ) dışarda tutuyoruz.
Kılıçdaroğlu’nun bu seçim yenilgisinin önemli bir nedeni olan sol politikalar belirleyiciliğinde tabandaki emekçileri kazanma olarak sağa açılma veya sağdan insan kazanma yerine üst düzey sağ insan devşirme programı tutmamıştır. Yanlış bir tutum olduğu içinde maddi bir zemini yoktur, olmamıştır. Kılıçdaroğlu ve yakın siyasi çevresinin bütün yaşanan bu tutumdan kaynaklı olumsuzluklar ve yıkım hala ortadayken aynı anlayışta ısrarlı tavrı da hız kesmeden devam etmektedir. Kılıçdaroğlu seçim öncesi ırkçılara, faşistlere ayırdığı mesaiyi sola, emekçilere ayırsa daha olumlu olacakken aynı politikada ısrar bir yanıyla geniş emekçi kitlesinin küçük bir nefes almasının mümkün olabileceği ( Seçimleri kazanmanın yüksek beklentisi olarak ) beklendiği için başat olanın seçim kazanma olduğu için amaç ve hedefte burada toplanmıştır.
Ama seçimler kaybedilmiş, iç tartışmalar daha uygun ve olağan ortamlarda yapılıyor, ders almanın zeminin seçim öncesinden çok daha rahat koşulları varken takıntılı veya tutucu bir şekilde aynı tutumla devam etmek siyasi garabet veya siyasi körlüktür. Kılıçdaroğlu’nun bütün danışmanlarını ( 80 danışmanla ironikte olsa nitelikli bir örgüt kurmak mümkündür, birde bunların ekonomik giderleri ve bu giderlerin kimden çıktığı düşünülürse bizlere düşen danışman enflasyonunuzla yolunuz açık olsun demek olacaktır ) nicelik olarak değiştirmesi çok da önem arz etmemektedir. Önemli olan az sayıda da olsa nitelikli danışmanlar olması gerekirken, Zafer Partisi ve diğer ülkücü-faşistlerden adeta danışman devşirmek çıkmaz bir yol olarak çözümsüzlük veya çözüm üretememektir. Bırakalım sosyalist-komünistlerden bir çok nitelikli insan (ekonomik olarak da zorluk çekerken ) rahatlıkla danışman olabilecekler ve daha verimli olacakken onların dikkate alınmamasını, kendi içinden parti kademelerinin içinden fedakarca çalışan ve bedel ödeyen ve ekonomik zorluk çeken bir çok parti emekçileri de dikkate alınmamaktadır. Bu bağnaz, takıntılı ısrar ( ama siyasi çizgisi gereği olarak ) parti içinde sanki başka kimse yokmuş veya kalmamış gibi ırkçılıkta açık veya örtük olarak önde olanlardan biri olan Engin Özkoç’un en önemli ve kritik görev olan örgütlenmenin başına getirilmesidir.
Evet Kılıçdaroğlu’nun yanlıştan dönmeyen bu ve benzeri tutumuna geçmişte, seçim öncesi ve seçim sonrasında ilkesel bazda yani emek , sol ağırlıklı muhalefet edenler doğru yaparak anlaşılmışlardır. Ama onlar bile taban bileşenlerinin hassasiyetlerini dikkate alarak yer yer taviz vermeleri veya dengeleri korumaları belki daha da önemli olarak birliklerini korumak için kitle çizgisine önem vermeleri bir zafiyet değildir. Ama diğer taraftan Kılıçdaroğlu’nun sağ anlayışına karşı temelde ve radikal olmayan, defalarca denenen ırkçı-ulusalcı çizginin hala çözüm ve alternatif olacağını söyleyenlerde değişim adı altında başka bir muhafazakar anlayış içindeler. Bir tarafta HDP’lilere, Kürtlere, başta Suriye’li mülteciler olmak üzere diğer mültecilere karşı ırkçı ve düşmanca tavrı tescili olan Bolu Belediye Başkanı olan Tanju başkanın Ankara yürüyüşü fiyasko olacak ama elbette ırkçılığın yükselmesine de katkı sağlayacaktır. Yine İmamoğlu’nun çizgisinin netleşmemesi ( İstanbul Belediye başkan adayı veya parti genel başkan adayı olmak gibi ) ve belirsizliğini koruması ve yayımladığı manifestonun değişime ne ve nasıl katkısı olacaktır yaşayarak görülecektir.
Sol-sosyalist cephede yeni güncel gelişmeler çok yaşanmadığı için yine bizler dışardan gözlemci olarak yorum ve değerlendirme yapmak istiyoruz. Öncelikle Emek ve Özgürlük İttifakının büyük partisi olarak HDP ‘den başlamak istiyoruz. HDP doğal olarak seçim sonrası ders niteliğinde değerlendirmeye devam ediyor. İç tartışmaların olumlu çözümlenmesi, dışa dönük faaliyetlerle birlikte yürütüldüğünde daha başarılı olunacaktır. Bu noktada somut olarak tespit edilen ve kendi adayını çıkarmama tutumunun eleştirisi gelinen noktada yerel seçimlerde kendi adayını çıkarma ile netleşmiş durumdadır. Elbette HDP’nin bu özeleştirisi sonucu kendi adayını çıkarması tutumu doğal ve olağan olacaktır. Nasıl ki HDP başta İstanbul olmak üzere diğer büyük illerde CHP adayını desteklediyse bu yerel seçimlerde de CHP’nin HDP adayını desteklemesi doğru ve uygun adaylarla yanlış olmayacaktır. Burada tek istisna başta İstanbul olmak üzere özellikle diğer büyük kentlerde geniş emekçi kitlesinin küçük de olsa nefes alma zemini olan belediyelerin siyasal İslamcı ve ırkçı faşist iktidara bırakılmamasıdır. Bu arada TİP milletvekili olan Can Atalay’ın hala cezaevinde olmasını protesto eden eylem ve mücadelesine Meclis ve sokaklarda devamını önemli gördüğümüzü ve desteklediğimizi belirtelim.
Merdan Yanardağ olayına gelince burada da çok fazla yeni güncel gelişme olmadığını belirtelim. Tutuklanmasına yapılan yasal itirazın reddedilmesi sürpriz olmamıştır. Yanardağ’ın tutuklanma nedeni olarak çoklu özelliklerin olduğu giderek netleşmeye başlamış durumdadır. Özellikle son günlerde TELE-1 e dönük ağır ekran karatma ve program kapatma ve para cezaları, giderek TELE-1 in lisansının iptali ile tümden kapatılması da sürpriz olmayacaktır. Dolayısıyla bu devlet-iktidar ortaklığının tasarrufu olan Yanardağ’ın tutuklanması ve TELE-1 e dönük yüksek cezalar, Yanardağ’ın tutuklanmasının tek başına Öcalan açıklaması olmadığını göstermektedir. Hatta tutuklanması için yasal bir gerekçe ancak Öcalan açıklaması olabilirdi demek te yanlış olmayacaktır.
Dolayısıyla bu aşamadan sonra Yanardağ ve TELE-1 e dönük bu saldırı yalnız Yanardağ ve TELE-1 kapsamayıp tüm muhaliflere dönük olacaktır. Özellikle yerel seçimlerden sonra bu saldırı daha belirli hedeflere dönük olacaktır. Dokunulmazlığı kalkan Kılıçdaroğlu’na dönük fezlekelere bağlı saldırı ve İmamoğlu’nun aynı şekilde hedef olması sürpriz olmayacaktır. Bu anlamada gerek Yanardağ’ın tahliyesi ve TELE-1 in ağır cezadan azade olması ve bundan sonraki saldırılara engel olmak veya caydırıcı olmak için aydınların imza kampanyası ve sosyal medya mecralarındaki protesto anlamındaki mücadeleler önemli olsa da yeterli olmadığı görülmüştür. Bu anlamda geriye kalan ve sürekliliğini sağlamasını gereken mücadele üretim yerleri de içinde olmak üzere sokakları, meydanları özellikle sivil itaatsizlik eylemleri olarak kullanmaktan geçmektedir.
SONUÇ YERİNE
Kapitalizme ve onun türevi olan faşizme karşı kitleselleşmek için nesnel koşullar diyalektik ve bütünsel zemin olarak mevcuttur. Temel sorunsal ise öznel koşulların oluşturulmasıdır. Bizler bu noktada tartışma ve başlangıç olsun anlayışı ile önemli gördüğümüz sosyalistlerin birliği konusunda bazı tespitlere kısaca değinerek yazıyı sonlandırmak istiyoruz.
Elbette faşizme karşı adı konmuş merkezi birliklerin bile gerçekleşmediği koşullarda sosyalistlerin birliğini istemek gerçeklik olarak görülmeyebilir. Elbette bizler de bunun farkındayız ama işçi sınıfı ile sosyalistlerin birleşmesinin geçmişten bugüne özlemine ulaşmak ancak böylesi birliklerden geçmektedir. 80 milyon bir nüfusa sahip Türkiye’de küçük bir yüzde olan egemen sınıf dışında milyonlarca işçi ve emekçinin bulunduğu koşullarda tek başına ve hatta bugünkü ittifaklar bile yeterli değildir, olmayacaktır. Dolayısıyla tüm sosyalistlerin nitelikli kadrolarına ihtiyaç vardır. Bu kadrolar ortak program çerçevesinde adeta seferberlik gibi sahaya çıktıklarında ve bu faaliyetlerini sürekli hale getirdiklerinde geçmişin de özlemi olan işçi sınıfı ile sosyalistlerin birleşmesi ete –kemiğe bürünmüş şekliyle maddi bir gerçeklik olacaktır. Elbette bu faaliyet bir başlangıç olacak ve ancak süreçte istenilen sonuçlara ulaşılacaktır.