Son günlerde Kıbrıs’a müdahalenin yıldönümü dolayısıyla yine Kıbrıs sorunu gündeme gelmiş olup tartışmalar devam etmiştir. Geçmişte özellikle kapitalizmin ekonomik sorunları yıkıcı noktaya geldiğinde egemenlerin bu içteki sınıfsal sorunun üzerini örtmek için tek başvurdukları ırkçı-şoven anlayış olarak Yunanistan-Kıbrıs’ı gündeme getirmeleri olmuştur. Bu noktada savaş çığırtkanlığı, tehditler yer yer somut saldırılarla devam etmiştir. Elbette bu durum karşılık verilerek Yunanistan-Rum egemenleri içinde geçerlidir. Bu noktada Kıbrıs’ın küçük bir Ada olsa da cazibe çekmesi uyuşturucu kaçakçılığı, kara para aklama, kumar, fuhuş, mafya, faşist yöneticilerin parayla diploma vermeleri ve siyasi cinayetlerle vb. anılmasının başatlığından kaynaklı olmuştur. Bir başka somut durumda son günlerde yeni yıldönümü kutlamak için iktidar ve muhalefetin adeta Kıbrıs’a çıkarma yapmalarıdır. Bu ziyarette de yine konunun teknik yanı gündem olmuştur. Yani Özgür Özel’in Erdoğan ve Bahçeli ile birlikte oturmaları ve konuşmaları gündem olmuş ne konuştuklarının şifreleri çözülmeye çalışılmıştır. Ayrıca bu durum son günlerde yara alan “yumuşama” ve “normalleşmeye” geri dönülme olarak okunmuştur. Oysa bu iktidar ve muhalefet birlikteliği ve samimiyeti yeni değil her ulusal sorunlarda ırkçılık, milliyetçilik olarak yaşanmıştır.
Dolayısıyla geniş kitleler için ırkçılığın görünür olduğu ve sol-sosyalistler için de netleşmede sorun teşkil eden ve karmaşık olan bu konuda bütünlüklü olarak analiz ve analitik önermelerde bulunmak önemli ve zorunlu olmuştur diye düşünüyoruz.
Kıbrıs sorunu tipik olmayan a-tipik özellikler taşıyan bu anlamda da karmaşık gözüken bir sorun olarak algılanmaktadır. Sorunun a-tipik ve karmaşık gözükmesi, algılanmasını hangi saikler meydana getirmektedir? Kıbrıs klasik özellikler taşıyan bir ulus mu, ulus-devlet mi, devlet yapay mı kurulmuştur, yoksa doğal mı kurulmuştur. İki farklı ulus mu, iki farklı halk mı var, kim çoğunluk kim azınlık, çoğunluk ve azınlık durumunu neler oluşturmuştur. İki ayrı kimlik mi var, yoksa tek bir kimlik mi var. Türkler sayısal anlamda (azınlık olmaları anlamında) ülkeye sonradan gelen “kendi gelenler” mi? Türkiye’nin bölgedeki stratejik bir varlığı mı? Geçerken uğrayan ve bir gün gidecek olan göçebeler mi? Kıbrıs’ın sırtındaki bir kambur mu? Ülkenin beslemeleri mi? Tüm bu sorulara doğru cevaplar üretmek hem konunun karmaşıklığını ortadan kaldıracak, hem de doğru anlaşılmasını, kavranmasını mümkün kılacaktır.
Ayrıca konunun sağ ve sol siyasetler tarafından nasıl anlaşıldığı ve kavrandığının değerlendirilmesi de önem arz etmektedir. Sağ siyasetler her konuda olduğu gibi bu konuya da şematik, statükocu ve ırkçı bir anlayışla yaklaşmışlar, taksim ve ayrılma sağın tüm versiyonları için başat bir özellik olmuştur. Sol siyasetler ise, Türkiye’de, Yunanistan’da, Kıbrıs Rum ve Türkleri arasında yer yer şovenizme düşmüşler, ayrıca istikrarsız bir tutum almışlardır. Bu durumun başat özelliğini de Yunanlılar ve Rumlar yaratmışlar, özellikle Komünist AKEL yılarca ENOSİS’i savunmuştur.
ve Kıbrıs Türkleri arasında ise sol-sosyalist siyaset dar bir bakışla kendi insanlarının sorun ve haklarıyla uğraşmayı şovenizme düşerim endişesi ile olsa gerek sürekli görmemekten gelmiş ve yalnız dış tarafı tutmanın şovenizm olmadığını sanarak indirgemeci bir anlayışla olaya yaklaşmıştır.
TARİHSEL GELİŞMELER, EKONOMİK, ULUSLAŞMA, SINIFSAL VE DİĞER ÖZELLİKLER
TARİHSEL GELİŞMELER
Kıbrıs adası, coğrafi konumundan dolayı tarih boyunca hangi güç Doğu Akdeniz’e egemense o gücün egemenliği altına girmiş, bu egemenliğin tam olarak kurulamadığı devirlerde ise değişik güçlerin çekişmelerine sahne olmuştur.
Cilalı Taş Çağına giden bulgulara göre Kıbrıs’ın ilk yerlileri Anadolu’dan göç edenlerdir. Bunlar doğaldır ki dillerini de birlikte getirmişler, kökeni İ.Ö. 3000’e çıkan bu eski Anadolu dili İ.Ö. 3. Yüzyıla dek kullanılmıştır.
İ.Ö. 2000 yıllarında ada Alasya adı taşımaktaydı. İlk kez İ.Ö. 1500 yıllarında Anadolu dışından gelen bir halkın, Mısırlıların denetimine geçmiş olan ada, bu tarihten beri devire ve Doğu Akdeniz’e egemen devlete göre Mısır, Hitit, Fenike, Asur, Pers, Makedonya Krallığı, Roma İmparatorluğu, İslam Halifelikleri ve Bizans Hükümdarlığı altında kalmıştır.
Daha sonraları 9 Eylül 1950 de Lefkoşe’nin alınışıyla başlayıp 1 Ağustos 1571’de Mağaso’nın alınışıyla tamamlanan Kıbrıs’ın fethinden sonra 1878’e dek süren Osmanlı egemenliği devrinde adanın Rumca konuşan Ortodoks mezhebinden yerli halkı Venedik’in ve dolayısıyla Katolik Kilisesi’nin boğucu baskısından kurtarılmış, serflik kaldırılmış, Venediklilerin yasakladığı Ortodoks Kilisesi’nin yeniden açılmasına izin verilmiştir.
Bunun yanı sıra yürütülen nüfus yerleştirme siyasetiyle de Kıbrıs’a Türk- Müslüman göçmenler gönderilmiş ve bunlar aracılığıyla Osmanlı egemenliği sağlanmıştır.
Kıbrıs’ın Osmanlı Devletinin elinden çıkması 1878 yılına rastlar. Bu tarihte Osmanlı devleti gün geçtikçe zayıflayan, gerileyen bir güç, Kıbrıs’ın yönetimini devalan İngiltere ise özellikle Asya’ya doğru yayılan ve dünya ticaret yollarını denetimi altına sokmak isteyen yükselen, bir güçtür. Her iki devlet de kendi aralarında olduğu kadar Rusya ile de çekişme halindedirler ve Osmanlı Devleti zaman zaman Rusya’ya karşı İngiltere’ye dayanmaktadır. Kimi zamanda tersini yapmaktadır.
İngiltere’nin 17. yüzyıldan bu yana kurmakta olduğu sömürge imparatorluğunu elde tutabilmek için Orta Doğu’da Kıbrıs gibi bir üssü gereksinmesi ve Osmanlı İmparatorluğunu güya Rusya’ya karşı daha iyi koruyabilmek gerekçesi ile adanın yönetimini geçici bir süre üstlenmesi, aslında bugünkü Kıbrıs sorunun kökünde yatar.
Kıbrıs’a sahip olmak, İngiltere’yi Akdeniz’de üstün bir duruma yükseltecek ve Levant ( Doğu) ülkelerin gelecekteki yazgısını belirleyici bir konuma ulaştıracaktır. Mısır ve Suriye derhal İngiltere’ye bağımlı olacaklar ve Küçük Asya’nın hareketlerini önleyici bir duruma ulaşmış olacaktır. Böylece Sultan her zaman denetim altında tutulacak ve Rusya’nın bu bölgedeki saldırıları önlenmese bile geciktirilmiş olacaktır. Kıbrıs’a sahip olmak, İngiltere’nin ticaretini kayda değer ölçüde arttıracak, Ada’nın madenlerini işletmesini, Mısır’ın şeker ve pirincinin, Anadolu’nun tütün ve pamuğunun dağıtım hakkını İngiltere’ye sağlayacaktır.
Kıbrıs sonunda böylesi çok yönlü dış baskılar ve şantajlar sonucu, egemenliği Osmanlı devletinde kalmak üzere, 1878’de geçici bir süre için İngiliz yönetimine bırakılmıştır.
Eğer Rusya, Kars ve son çarpışmada Ermenistan’da ele geçirmiş olduğu diğer yerleri Türkiye’ye geri verecek olursa, Kıbrıs Adası İngiltere tarafından boşaltılacak ve 4 Haziran 1878 tarihli anlaşmada geçersiz hale gelecektir.
Bu açık antlaşmaya rağmen İngiltere gelenek hela getirdiği bir tutumla imzasını çiğnemiş ve Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşına Almanya safında katılmasını gerekçe göstererek 5 Kasım 1914’te anlaşmayı tek yanlı olarak yürürlükten kaldırdığını ve Kıbrıs’ı topraklarına kattığını açıklamıştır.
Ayrıca Lozan barış görüşmeleri sırasında da Türk tarafının konunun üstünde fazla durmayışından yararlanarak Kıbrıs üzerindeki fiili egemenliğini yasallaştırmıştır.
Bununla birlikte, vurgulamak gerekir ki Lozan’da Türkiye, Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılmasını Yunanistan ile belirli bir denge çerçevesi içinde kabul etmiştir.
BİRİNCİ CUMHURİYETİN KURULUŞUNDAKİ GELİŞMELER
Kıbrıs’ta çok toplumlu geleneksel yapıdan modernleşme sürecine geçişte, siyasi ve toplumsal dönüşümler, “ortak irade” oluşturmadığı gibi, çatışan iki ayrı ulusal bilinç ve ulusal projenin doğmasına yol açmıştı. Başka türlü söylersek, Kıbrıs’ın çeşitli etnik grupları kaynaştıran bir modernleşme süreci yaşanmadı. Tam aksine, modernleşme ve onunla birlikte gelen milliyetçilik, çatışma kültürünü de beraberinde getirdi.
Kıbrıs’ta 1571’de Osmanlı döneminin başlamasıyla, Ada’ya aktarılan nüfus sonucunda, Müslüman ve Hıristiyanlar, örneğin 1832 istatistiklerine göre toplam nüfusun % 37,23 ü karışık köylerde yaşıyordu. Osmanlı düzeninde etnisitenin zaten bir önemi yoktu. İmparatorluk dini temeller üzerinde örgütlenmişti. Yani Müslümanlar ve gayri Müslümanlar vardı. Millet sistemi olarak adlandırılan bir sistem dinsel özerkliğe dayanıyordu.
İngiliz yönetimi ile birlikte (1878) millet sistemi sona erdi. 2. Dünya Savaşından sonra ise Enosis talebi toplumun bütün kesimleri tarafından savunulan ortak ulusal hedef haline gelmişti. Hem sağ hem sol cenah, farklı anlayışlarla olsa da, Enosis’i toplumun önüne tek seçenek olarak koymuşlardı.
Toplumsal varlığı koruma endişesine sürüklenen toplum, aydınların yardımıyla geleneksel dini kimliğin yerine, Türk etnisitesini temel alan siyasi ve toplumsal reform arayışlarına yöneldi. Türk etnisitesi yüklenen anlam ise XX. Yüzyılın ilk yarısından Kemalizm’in Türkiye’de kurguladığı “ Laik Türk” kimliğinden başka bir şey değildi. Bu koşullar altında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulması ve Mustafa Kemal’in başarıları, Kıbrıs Türk toplumunu etkisi altına almaya başlamıştı. Kemalizm’den etkilenen genç kadrolar dinci geleneksel elite karşı kampanya açtı. İngiliz yönetimi ile işbirliği halinde olan Osmanlı geleneksel elitine karşılık, Kıbrıs Rum modernleşmesi ve modernleşmeyle birlikte güçlenen Kıbrıs Rum milliyetçiliği karşısında tutunma endişesine kapılan yeni kuşak, gözlerini Türkiye’ye çevirdi. Denktaş’ın sözleriyle “ Atatürk bile İstiklal Savaşı ile ilgili kitaplar okur, arkadaşlarımla bunları tartışır, Türk olmanın gururunu yaşardık. Türkiye’yi görmek en büyük arzumuzdu.”
2. Dünya savaşı sırasında Kıbrıslı Rumların yükselen Enosis talebi karşısında Kıbrıs Türk toplumunda ilk kitlesel örgütlenme gerçekleşti ve Kıbrıs Adası Türk Azınlıklar Kurumu (KATAK) kuruldu (1943). Temel amaç Enosis’i engellemek olarak açıklandı.
Geleneksel Kıbrıs toplumu çözülerek modernleşmeye geçilirken, Kıbrıs’ta ortak bir siyasi irade oluşmadığı gibi, çatışan aidiyetler yükselişe geçmişti. Giderek, iki farklı “tutku” şekillenmişti. Denktaş’ın sözleriyle “ Türkiye tutkusu, içimizde bu tutku, Rum kilisesini yakıp kavuran Enosis tutkusundan daha da az değildi. Onlar “ Enosis için ölürüz” diyorlardı, biz ise Enosis olmasın diye ölürüz. Çünkü Enosis olursa zaten öleceğiz” diyordu.
Daha sonraları İngiltere’nin yoğun çabası, Kıbrıslı Türklerin Enosis’e karşı açtığı kampanya ve Türk kamuoyunun hareketlenmesiyle Türkiye, Kıbrıs sorununda taraf olacak ve 1955 yılında Londra’da gerçekleştirilen üçlü konferansa ( İngiltere, Yunanistan, Türkiye ) katılacaktı. Hem Kıbrıslı Türklerin, hem de Türkiye’nin resmi görüşü, İngiltere Ada dan çıkacaksa, Kıbrıs’ın Türkiye’ye verilmesi doğrultusundaydı. Bu arada, Türk toplumunun Enosis’e kesinlikle karşı olduğunu vurgulamak için, İstanbullu Rumlara karşı 6-7 Eylül saldırıları hazırlanmış, Özel Harp Dairesinde görevli, sonraları Orgeneralliğe kadar yükselen ve Milli Güvenlik kurulu Genel Sekreterliğine de getirilen Sabri Yirmibeşoğlu bir mülakatta övünerek şunları söylemişti. “ 6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi.”
İngiltere, Kıbrıslı Rumların Enosis isteklerine karşı Taksim tezini ortaya attı ve Türk tarafına taksimi savunmasını önerdi. İngiltere’nin taktik yaklaşımına karşın, Türkiye “ Taksim” tezini benimsedi ve her tarafa “ Ya Taksim Ya Ölüm” mitingleri örgütlendi.
Türk Mukavemet Teşkilatı ( TMT ) böylesi koşullar altında kuruldu ve taksim uğruna toplumun çeşitli kesimlerine ve özelliklede PEO sendikasının Türk üyelerine karşı baskı ve şiddet uygulamaya koyuldu. Daha sonraları NATO ile ABD, Batı ittifakının genel çıkarları adına, tarafların soğuk savaşın mantığına bağlı kalarak kendi “ ulusal çıkarlarından” feragat ederek uzlaşmalarını gündeme getirmeye başladı. Nihayet 1960’da “ Gizli Diplomasi “ yönetimiyle bağımsız bir Kıbrıs devleti kurulmasına karar verildi. Enosis ve Taksim dışlanarak iki toplumlu bir Kıbrıs Devleti kuruldu. Bu uzlaşmanın itici motoru, Komünist tehlikeydi.
Kıbrıs Rum toplumunun önde gelen liderleri için de Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin kurulması “kabul edilir” değildi. XIX. Yüzyılın ortalarından XX. Yüzyılın ortalarına kadar uzanan yaklaşık bir asırlık süre içinde Kıbrıs, modernleşme ve Helen milliyetçiliğinin harekete geçirici etkileri altında, Helen ulusunun organik bir parçası olarak kurgulanmış öyle anlamlandırılmıştı. Her ne kadar Makarios kuruluş anlaşmalarını imzalayıp Ada’ya döndükten sonra Kıbrıs Rum halkına seslenirken “kazandık” demişse de Kıbrıs devletinin temellerini sarsacak taktik ve stratejileri çoktan hazırlanmış, onları kağıda dökerek eyleme geçireceği günleri beklemeye başlamıştı. Birinci Kıbrıs Cumhuriyeti, böyle bir ortamda doğmuştu.
Birinci Kıbrıs Cumhuriyeti devleti kurulduğu zaman arkasında ne halk iradesi nede seçkinlerin desteği vardı. Devlet gibi, anayasası da Kıbrıs ülkesinde yaşayan nüfus arasında siyasi bağlanma yaratmamıştı. Ortada bir devlet vardı ama devletin halkı tanımlanmadığı gibi, halkın kurucu iradesi de aranmamış, egemenliği yok sayılmıştı. Siyasi bağlanma ve halkın meşrulaştırıcı iradesinden yoksun Kıbrıs devletinde sorunlar çözülmek üzere değil, etnik çatışmanın devamı esasında ele alınıyordu. İki toplumda egemen milliyetçi elitler için Kıbrıs Cumhuriyeti “milli dava” addedilen Enosis ve Taksim karşısında büyük bir engel oluşturuyordu.
Kıbrıs devletini kalıcı bir çözüm olarak reddeden Kıbrıs Türk liderliği, aynı belgede “ulusal dava” olarak Kıbrıslı Türk toplumunun “ayrı bir cemaat” olarak varlığını sürdürmesinden söz etmektedir. Çok açık bit biçimde ortaya konan ayrılıkçı politika, gücünü Kıbrıs Türk toplumunun Rum toplumuyla ilişkilerinin kesilmesinden alıyor ve Türk ulusal kimliğinin korunması için “ düşmanlık” politikasının son derece önemli olduğu tezine dayanıyordu.
Kıbrıs Rum liderliği de var gücüyle Kıbrıs devletinin ortadan kaldıracak ve Enosis’in önünü açacak politikalar geliştirmekle iştigal ediyordu.
İKİNCİ KIBRIS CUMHURİYETİNİN KURULUŞ SÜRECİ
Birinci Kıbrıs Cumhuriyetine damgasını vuran milliyetçi çatışma, 1974 yılında Türk askerinin Kıbrıs’a müdahalesi ve Ada’nın coğrafi ve demokratik olarak bölünmesiyle son bulur ve Türk milliyetçiliğinin üstünlüğünde yeni bir dönem başlar. 1974 yılında, Kıbrıs Rum toplumu insani dramın yanı sıra, siyasi bir “deprem” yaşar. XX. Yüzyıl boyunca toplumu harekete geçiren ve temel yönlendirici ülkü olan Enosis artık ölmüştü ve Türk müdahalesi sonucunda oluşan yeni dengeler içinde Kıbrıs Rum toplumu, ister istemez federal bir Kıbrıs devletinin kurulmasını kabul etmek zorunda kalmıştı. Nitekim 1977 yılında Makarios ve Denktaş arasında imzalanan çerçeve anlaşması, Kıbrıs sorununun federal bir anlayışla çözüme kavuşturulması anlayışına dayanıyordu. Bu arada, Kıbrıs Rum toplumu varlığını sürdürebilmek için, kuruluşunda hiçbir heyecan duymadığı Kıbrıs devletine sıkı sıkıya sarılmak zorunda kalıyor ve o tarihe kadar inatla reddettiği Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini benimsemekten başka çare olmadığını görüyordu.
Bu durumda Kıbrıs Rum toplumu 1974 savaşının acılarını sarmak üzere başlattığı seferberlik içinde Kıbrıs’ta devlet olgusunun meziyetlerini keşfetti. Artık Enosis ölmüş, yerine Kıbrıs devleti doğmuştu. Kıbrıs Rum toplumu Kıbrıs devletine sarıldıkça, Kıbrıslı Türklerle karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde yer aldığı gerçeğini daha güçlü olarak hissetmeye başlayacaktı. Başka bir ifadeyle, Kıbrıslı Rumlar ayakta kalabilmek için devlete sarıldıkları ölçüde, istemeseler de, Kıbrıslı Türkleri de kucaklıyorlardı.
Kıbrıs devlet adeta bir üst-belirleyen olmuştu ve Kıbrıslı Rumlar bu durumun farkına ancak Kıbrıslı Türklerin ortak Kıbrıs devleti fikrine yönelmeleriyle varacaklardı. Bu ise ancak 1990’lı yılların sonunda gerçekleşecekti.
Eğer Kıbrıslı Rumları Kıbrıs’ta devlet fikrine 1974 savaşı yönlendirdiyse, Kıbrıslı Türkleri Kıbrıs’ta ortak devlet fikrine 1974’den sonra yaşananlar yönlendirdi. Farklı yollardan ve farklı gerekçelerle olsa da, 1974 sonrasında her iki toplum, ortak Kıbrıs devletine doğru yol almaya başladı.
O dönemdeki kuzeyde ekonomik durum ise, biten ganimet denizinden arta kalan, ancak Türkiye destekli bütçelerle ayakta duran cılız bir yapıydı. İstihdamdan çok, gizli işsizlik üreten istihdam politikası çok geniş bir memur katmanı oluşmasına yol açmıştı ama üretim giderek tükenme noktasına gelmişti. Kelimenin tam manasıyla Kuzey Kıbrıslı genç nüfus, yani 1974 sonrası dünyaya gelenler, göç yollarına düşmekten başka bir seçenekle tanışmıyordu.
Kuzey Kıbrıs’ta ekonomi kadar, siyasi yapıda sorunluydu. Ağırlıkla, çözülmeyen toplumsal sorunlar sonucu oluşmaya başlayan muhalefet, eski alışkanlıkların refleksiyle, “ Rumlardan uzak” Kuzey Kıbrıs dünyasında, “ Rumcu” olarak damgalanıyor ve “mili açıdan gayrı meşru” sayılıyordu. Türkiye’yi yönetenlerde kendilerine sadık işbirlikçi yerliler arayan “sömürgeciler” gibi davranıyordu. Seçimlere müdahale etmek, muhalefeti yönetim kadrolarından uzak tutmak , “milli rutin” haline gelmişti.
Müdahale sonucunda Ada coğrafi olarak ikiye bölünmüş 1975 yılında Kuzey Kıbrıs Federe Devleti, ardından 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ( KKTC) ilanıyla da yeni bir düzen kurulmuştu. Bu girişimler doğal olarak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarıyla kınandı ve KKTC’nin tanınmaması için girişimler başlatıldı.
1990’lı yılların sonuna doğru çember iyice daralmaya başladı. Gazeteci Kutlu Adalı’nın öldürülmesi, dipten gelen derin dalganın taşmasına yol açtı ve 41 örgüt birlikte hareket ederek son derece anlamlı bir adlandırmayla “ Bu memleket bizim” platformu oluşturuldu.
Kıbrıs Türk toplumunun 1974 yılından beri yaşadığı fiili Taksim, her ne kadar bir dönemlerin milli ülküsü olsa da, her şeyden önce insanların, bilincinde meşruiyetini kaybetmeye başlamıştı. Aslında Taksim, başarılmış olmasına karşın, Enosis’ten farklı olarak dış etmenlere değil, kendi iç çelişkilerine yenilmişti. Ne demokrasi, ne yaşayabilir ekonomi, ne de gerçek anlamda bir devlet oluşturulmuştu. Bu yüzden Taksim iflası, yeni bir bilinç durumunun su yüzüne çıkmasıyla at başı gidiyordu. “ Yarım Kıbrıs” gitmiş, yerine çözüm, ortak vatan, ortak devlet gibi kavramlara dayalı yeni bir kitlesel irade oluşmuştu. Bu süreçte Avrupa Birliği, öngörüldüğü gibi, katalizör rolü oynamıştı. Şimdi ortak devlete dayalı çözüm demek, aynı zamanda AB üyesi olmak demekti ve bu da Kıbrıslı Türkleri kitlesel harekete geçme doğrultusunda teşvik ediyordu.
Böyle bir ortamda kapsamlı bir çözümü öngören, Kıbrıslı Türklerin kaygılarını dikkate alarak asimetrik federasyona dayalı ortak bir Kıbrıs devleti öneren Annan Planı masaya konmuştu. Kıbrıs Türk toplumunun büyük çoğunluğu Annan Planı temelinde bir çözümü desteklemek üzere seferber oldu ve “ Kurtuluş Halk Kongreleri” olarak değerlendirebileceğimiz geniş katılımlı toplantılarla, Kıbrıslı Rumlarla ortak devlet kurarak, AB üyesi olma doğrultusunda iradesini dünya kamuoyunda sergiledi. Bu tarihsel bir olaydı ve Kıbrıs’ın geleceği açısından umut vericiydi. Çünkü İkinci Kıbrıs Cumhuriyeti’ne doğru yol alırken, yeni devletin daha şimdiden arkasında geniş bir halk desteği vardı. Üstelik bu dinamik çıkış Kıbrıs Rum toplumunda Kıbrıslı Türklere karşı, belki tarihte ilk kez, hayranlık yaratmıştı ve ortak devlet fikrinin onlar arasında da güçlenmesini teşvik etmişti.
Kuzey Kıbrıs’ta yaşanılan siyasi deprem, Denktaş’ı saplantılarından kurtarmaya yetmedi. Annan Planını reddeden Denktaş halkıyla karşı karşıya geldi ve bir zamanlar kendisini omuzlarında taşıyan insanların büyük çoğunluğu tarafından siyasi yalnızlığa itildi.
Denktaş, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir vilayeti gibi yönetiyordu ve Kıbrıslı Türkleri Türkiye’nin “jeopolitik çıkarları” için daha büyük fedakarlıklar yapmaya çağırıyordu. Kan, toprak ve Türkiye’nin yaşam alanı gibi fetiş kavramlar üstüne bina edilen “milli politika” açıkçası Kıbrıslı Türkleri ve onların geleceğini dikkate almıyordu. Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a nüfus taşınırken, Kıbrıslı Türkler ülkeyi terk ediyordu.
Fakat Ak Parti kadrolarının, batıcıların demokrasisinden çok çekmiş olmaları, onları batılı bir demokrasi için AB’ye yönelmeye sevk etmişti. Bu durum, Kıbrıs’ta “ barış zamanının” geldiği kanaatini iyice güçlendirmişti.
Ne var ki, Rum tarafında hiç kimseyi heyecanlandırmayan Annan Planı, Kıbrıslı Türklerin sokaklara dökülmesine karşın, Türk tarafında reddedilecekti. Kısaca Annan Planının ne olduğuna bakalım. İki “ eşit kurucu devletli”, Rum ve Türk bağımsız Kıbrıs, bu devlet “ Yunanistan ve Türkiye ile özel dostluk bağları muhafaza edecektir.” Yeni devletin başkanlık konseyi, dört Rum, iki Türk olmak üzere altı üyeden oluşacaktı. Türk ordusu ( ki bugün 35000 inin üzerindedir ) Ada’dan ayrılacak ve yerini bir “ uluslararası barış gücü” alacaktı. Yunanistan ve Türkiye Ada da 2500-7500 asker bulunduracaktı. Bugün toprağın % 37 sini kapsayan Kıbrıs Türk devleti % 28,5 ile sınırlanacaktı. “ “Yerleşimciler” yani Kıbrıs Rum tarafının 120000 den “daha fazla” olduklarını hesapladığı Kıbrıs’taki Türk göçmenlerin 60 binle sınırlanması gerekecekti ( bunlara Kıbrıslı Türklerle evleneceklerde dahil olacaktır) 60 bin ile 80 bin arasında Türk yerleşimci, Adayı terk etmek zorunda kalacaktı.
Planın, Türk ordusunun çekilmesiyle, 1974 de oluşan askeri güç dengesini Türkiye’nin aleyhine bozacağı açıktır. Üstelik bu denge barışçı bir biçimde bozulmaktaydı. Dahası yine barışçı bir biçimde Kıbrıs Rum tarafına toprak “ iadesi” gerçekleşmekteydi. Hiç kuşkusuz bu Yunan tarafının savaş olmadan alabileceğinin azamisiydi. On yıllarca Ada’da bulunan on binlerce Türk yerleşimcinin kovulması kaçınılmaz olarak hem Kuzey Kıbrıs’ta hem de Türkiye içinde dramatik gerilimler yaratacaktı.
Kıbrıs’ta barışın önünde duran en büyük engel “derin devlet” değil, ama onun ve diğer kurumlarının da ideolojisini oluşturan, ayrıca hala gündelik hayatı güçlü biçimde anlamlandırılan Türk milliyetçiliğidir.
KIBRIS MİLLİYETÇİLİĞİNİN GELİŞİMİ
Yunan milliyetçiliği kadar şiddetli ve kararlı bir Türk milliyetçiliğinin doğma ihtimalini küçümseyerek, Venizelos, kendi deyimiyle Türkiye’yi ( ille de Türkleri değil Türkiye’yi ) “öldürmek “ istedi, Türk milliyetçiliği neredeyse Yunan milliyetçiliğinin bir ürünüdür.
Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasından bir parça almak için Yunan milliyetçiliğine karşı mücadeleyle ve bu mücadelenin içinde doğmuştur. Hem Venizelos hem Mustafa Kemal halkları zorla göç ettirme politikası uyguladılar, birincisi Türkiye’yi doğumundan önce öldürmek, ikincisi bu şekilde doğmuş yeni rejimi korumak için, 1910’dan 1923’e kadar 1300000 Yunanlı ve 500000 Türk mübadele nedeniyle doğdukları toprakları terk ettiler.
Kıbrıs Cumhuriyeti, dünyada ulusal marşı olmayan tek devlet olabilir. Kıbrıslılar her zaman anavatanlarının marşlarını ödünç almayı tercih ederler. Kıbrıs bayrağı “nötr” olması için tasarlanmıştır. Ayrıca medeni nikah yoktu.”
Bu durum, bağımsız bir Kıbrıslılık bilincinin olmadığı anlamına gelmiyor. Bu unsurlar, 1960lı yıllardan beri özellikle solda itiraf edilmemiş ve gizli bir istek, bir “yeraltı” akımı olarak ortaya çıkıyordu. Yine de hiçbir bağımsızlıkçı söylem kamuoyuna açık biçimde ifade edilmedi, hiçbir toplumsal hareket açıkça bağımsızlık talebinde bulunmadı, hiçbir siyasi parti gerçekten ve her şeyden önce Kıbrıslı olduğunu beyan etmedi, Kıbrıs Rum Komünist Partisinin Kıbrıs Türk toplumunda sınırlı bir etkisi olmasına rağmen, bu Stanilist kökenli parti, asla sınıfsal bakış açısına milliyetçi ideolojinin bakış açısı karşısında öncelik vermeye cesaret edemedi, hiçbir zaman Kıbrıs Rum milliyetçiliyle gerçekten yüzleşmediler . 1963 deki kanlı olaylar sırasında bile olaylara sebep olmadı, fakat bunları önleyecek güce sahipti. Bunu yapmadı, çünkü onda Kıbrıs Rum milliyetçiliğinden gerçek bir kopuşu isteme kararlılığı eksikti.
Birbirinden ayrı Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum kimlikler olarak değil, ortak bir Kıbrıslı kimliği olarak alınmış bir Kıbrıslılık bilinci yaratmak, özellikle 1960-1974 arasındaki dönemde içten bile değildi, ama bu gerçekleşmedi.
Kıbrıslı Rumlar, 1963’den 1974’e kadar, Adayın sanki Türkler yokmuş gibi idare ettiler. Kıbrıslı Türkleri, onlar Türkiye’nin koruyuculuğu altında kendi devlet yapılarını kurduktan sonra keşfeder. “Bağımsızlığının” değerini, onun kontrolünü kaybettikten sonra anlar.
Rumlar, bozulmasından Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk milliyetçiliğinin sorumlun olduğu (eşsiz güzellikte olmasa da ) barış içinde bir arada yaşama mitosunu da keşfederler. Kıbrıs Cumhuriyeti tüm Kıbrıslarının devleti sayıldığı gibi, “ Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” de uluslararasında tanınmayan, illegal bir “sözde cumhuriyet” sayılır. Böylece Kıbrıs medyaları sadece yanlış değil gülünç de olan bir dil geliştirir. Kıbrıs Türk havaalanı bir “sözde havaalanın olur” hastane “sözde hastane”, polis “sözde polis” vb. olur.
Tarihsel ironi yalnızca Kıbrıslı Rumlara özgü değildir. “ Yeşil Hattın “ öbür tarafının, yani Kuzey’in 1974 versiyonunda Kıbrıslı Türkler görünürde galip geldi. Kıbrıs Türk milliyetçiliği, Türkiye sayesinde temel talebin, yani Ada’nın bölünmesini, kabul ettirmeyi başardı. Nihayet Türkler kendi devletlerine kavuşabildiler. Daha sonraları anlaşıldı ki Kuzeyde Kıbrıslı kalmamıştı. Kıbrıs Türklere değil, yalnız Kıbrıslı Türkleri vardı. Yine de tarihin garip bir cilvesi, Kuzey de yalnız kendine has değil, Türk kimliğiyle de çelişik bir Kıbrıslı kimliği oluşturan, Kıbrıs Türk milliyetçiliğinin zaferiydi bu. Bu Kıbrıslı Türk bilinci artık milliyetçi değildir, kendini Kıbrıslı Rumların karşıtlığında değil Türkiye ve onun Kıbrıs’ta ki “ işgal ordusunun” karşıtlığında tanımlar.
Aynı zamanda Türkiye, Kıbrıs’ın kuzey kesiminde bir kolonileştirme siyaseti uyguluyordu. Genellikle Türkiye’nin doğusunda ve siyasal kriterlere göre seçilmiş insanları Ada’ya yerleştiriyordu.
Kıbrıslı Rumlar ve Türkler bağımsız ve Kıbrıs’ın mantığını ve değerini anladılar, birinciler Ada’nın yarısını kaybettiklerinde, ikinciler onca çabadan sonra kendi devlet yapılarını yaratan bölünmeyi gerçekleştirdiklerinde, daha sonraları BM planı gündeme geldi, bu plan kısmi de olsa Kıbrıs’taki milliyetçilerin sonu olabilirdi. Plan’da mülkiyet sorunu bir mübadele ve tazminat sistemiyle ya da mülklerin yasal hak sahiplerine iadesiyle çözülecek, Kıbrıs’ı terk etmek zorunda kalan yerleşimcilerin de zararları karşılanacaktı.
Güvenlik ve uluslararası garantiler konusuna gelince, plan genel hatlarıyla Zurih Antlaşmasının mantığını muhafaza ediyor. Ada’da 2500 ile 6000 askeri kapsayan bir Yunan ve bir Türk gücünün bulunmasını olduğu gibi, Türk birliklerinin geri çekilmesini ve Kıbrıs’ın iki bölgesinin de bütünüyle silahsızlandırılmasını öngörüyor. Ada’da bulunan güçler, Türkiye AB’ye katıldığında çekilecekler.
Söz konusu olan, Yunan Komünist Partisinin ( YKP) ve Yunanistan’daki bazı dogmatik devrimci sol grupların ( ve milliyetçi aşırı sağ bir grubun ) iddia ettiği gibi, her halükarda reddedilmesi gereken, emperyalist bir plan mı? Kuşkusuz ki hayır, plan ne emperyalist ne de anti-emperyalist. Kıbrıs’taki Britanya üslerinin egemen statüsü gibi hassas konulara hiç değinmiyor, ama bu toprakların % 50 si Kıbrıslılara geri dönüyor. Emperyalizm ( Amerikan ya da Avrupalı ) Kıbrıs bölünmüş olsa da birleşmiş olsa da yaşatabilir. Şayet emperyalizm Kıbrıs sorunun hızlı ve kesin olarak çözülmesini istiyorsa, bunun nedeni bu çözümün istikrarı bölgede daha sağlam temellerde yerleştirecek olmasıdır. Bir Türk-Yunan çatışması ihtimalini kalıcı biçimde ortadan kaldıracak. Ne zamandan beri komünistler etnik topluluklar ve uluslararasındaki barışı emperyalizm olarak algılıyorlar?
YKP neden plana karşı? Öncelikle Stalinizm, siyasal kültür ve genel olarak, milliyetçiliği anti-emperyalizmle karıştırdığı için “ Kıbrıslı Rumlara pek bir şey verilmiyor”, “ Amerikalı müttefikleri tarafından desteklenen Türk emperyalizmine çok fazla ödün veriyor” işte mantık bu.
Sonuçta, Kıbrıslı Rum iktidar koalisyonunun ve MGK tarafından desteklenen Denktaş rejiminin sonu olmayan pazarlıklara girişmesi mümkün, zira Kıbrıs sorununun dolaysız çözümsüzlüğü onların dile getirilmeyen ortak amaçlarını oluşturuyor. Böyle bir gelişme, Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi perspektifini devre dışı bırakır, çünkü birkaç yıl içinde “ortak devlet” kuracak Kıbrıslı Türk kalmayacak. Önceden göç etmiş olan hemşerilerini bulmak için Londra’da olacaklar.
ULUSLAŞMA SÜRECİ, EKONOMİK, SINIFSAL DİĞER ÖZELLİKLERİ
Ulus, tarihsel-toplumsal bir kategoridir. Yani belirli koşullarda ortaya çıkmış, başka koşullarda yok olacak, ezelden beri var olmayıp, sonsuza kadar da varlığını koruyacak olmayan, geçici bir veridir. Ulusa doğuran koşullar, doğrudan doğruya, meta üretimi ile ilgili olup, burjuvazinin doğal sınırlar içinde, üzerinde aynı dili konuşan insanların yaşadığı pazarın tümüne egemen olma kaygı ve niyetinin, bir ürünüdür. Böyle özellikler taşıyan bir topluluğun, feodal bir toplum olmaktan çıkaracak, bir ulus olma süreci de, küçük meta üretiminden, kapitalist üretimin doğması ile paralele olarak, yüzyıllara gereksinim duyan, uzun bir süreçtir. Bu bakımından, geçmişte ciddi hiçbir araştırmaya dayanmadan ortaya atılan “ uluslaşma sürecimizi İngiliz emperyalizmi kesti “ tezi, Kıbrıs’ta sanki ulusal sorun 1955’de başlamış gibi davranarak, yüzyıllara dayanan bir süreci, kısa bir zaman aralığına sıkıştırmıştır. Ve onu öncesiz ve sonrasız kılıp, yaşamdan soyutlamakta, daha işin başında hata yapmayı kaçınılmaz kılmış, zorlama ve yanlış bir tez olmuştur.
Kıbrıs’ta uluslaşma sürecinin başlangıcı, tarihin hangi dönemindedir? Bu sorunun yanıtı, Kıbrıs’ın feodalizmin üst aşamalarını ne zaman yaşadığı sorusunun yanıtı ile aynıdır. Kıbrıslıların uluslaşma süreci, elbette ki Osmanlı İmparatorluğu bünyesi içinde başlamıştır. Önceden sözünü ettiğimiz gibi, uluslaşma süreci kapitalistleşme süreci ile bağımlıdır. Osmanlı İmparatorluğu içinde, devlet aygıtı ve ekonomik yaşamın, göçebe feodalizmi ile askeri demokrasi yöntemlerini terk ederek, imparatorluğun belirleyici özelliği olan, kendine has merkezi feodal yapıya ulaştığı, dolayısıyla üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin gelişmesinin başlaması anlamında kapitalistleşme-uluslaşmanın başladığı nokta, İstanbul’un fethidir. İşte tam bu noktada, Fatih Sultan Mehmet çıkardığı yasalarla, Gümrük Vergilerini yurttaş gayrimüslimler için % 2,5 Müslümanlar için % 5 ve yabancılar içinse % 10 olarak belirledi. Bu aslında tamamı ile Rumlar lehine bir ayrıcalıktı. Zira, Yunan isyanından sonra 1855 yılında yapılan nüfus sayımında bile Müslüman yurttaşlar 20 milyon, Rumlar 13,5 milyon ve diğer gayrimüslimler ise sadece 1,7 milyon kişidirler. Yani “gayrimüslim” denildiği zaman, bunu “Rum” diye anlamak çok da yanlış olmaz.
Fatih yasasının anlamı, Rumlar ticaret yapsın demekten başka bir şey değildir. Zira ticaret yapan bir Rum, bir Müslümanın yarısın kadar vergi veriyorken, aynı Rum tarımla uğraşırsa, Müslüman ürünün 1/10’u oranında öşür ve 1/40’ı oranında zekat veriyorken, o önceleri ½ ve sonraları 1/5 oranlarında haraç ve kafa başına da bir işçiyi 15 gün yedirip içirmeye yetecek kadar cizye vergileri ödemekle yükümlüdür. Osmanlı bünyesi içinde Rumların ticaretle uğraşmaları nerede ise devlet tarafından bir zorunluluk haline getirilmiştir. Bilindiği gibi sermaye birikiminin ilk biçimi ise ticari sermayedir. Sonuçta bu yapı dolayısıyla, Osmanlı camiası içinde ilk önce kapitalistleşen unsur, Rumlar oldular. İlk olarak ulus kavramı ile tanışıp ilk kurtuluş savaşını veren de, elbette ki yine onlardı.
1918’de tüm imparatorluk bünyesindeki sermayenin % 50’si Rumlara ait olup, işçilerin % 60’ı Rum’durlar.
Aynı dönemde Türklere ait sermaye sadece % 15 olup, işçilerin sadece % 15 Türk’türler, Türk nüfusun Rumlara oranla daha fazla olduğu düşünülürse, Türklerin daha çok feodal, Rumların ise kapitalist üretim ilişkileri ve bunlara göre değerler içinde yaşamakta oldukları anlaşılır. Ekonominin yaşam biçimine ve onunda politikaya etkisi kaçınılmazlaşır. 1876 Anayasasının kabulünden sonra yapılan 1.Dönem Meclis-i Mebusan seçimlerinde, meclise İstanbul’dan 5 Türk milletvekiline karşı 5 de Rum milletvekili girmiştir. Meclisin tümü 47 Müslümana karşılık 50 gayrimüslim milletvekili barındırmaktadır. 2. Dönemde 11 İstanbul milletvekilinin 5’i Türk 6’sı Rum’dur. Müslüman milletvekilleri ( Türk, Kürt, Arap, Arnavut ) 37 kişi iken, gayrimüslim milletvekillerinin sayısı 51 kişidir. Osmanlı meclisindeki Rum milletvekili 42 iken, Türk asıllı milletvekillerinin sayısı sadece 15 tir. İşte ekonominin ve yaşam biçiminin, politikaya etkisi görüldüğü üzere, sermayenin % 50’si ve emeğinde % 60’ına sahip olan Osmanlı Rumları, 88 Milletvekilinden 42 sini çıkarmışlardır. Yani % 47,8’ini. Oysa nüfuslarının tüm nüfusa oranı, 1876 sayımına göre % 37 dolaylarındadır.
Siyasi egemenliği ellerinde tutan Osmanlı bürokratları ve ekonomik egemenliği ele geçirmiş bulunan, Rum tüccarlar, Kıbrıs’ta Ermeni, Yahudi ve Elenler’den oluşan burjuvazi sınıfı bütün iç ve dış ticareti ele geçirirken, Türkler askeri ve bürokratik işlerle uğraşmayı devam ettiriyorlardı. XIX. y.y. ortalarına doğru, Osmanlı yönetimindeki Kıbrıs’ta ekonomik egemenlik, Hıristiyanların elinde iken, devlet yönetiminde Müslüman Türkler egemendiler. Osmanlı yönetiminde bulunan bürokratlar, aynı zamanda geniş toprak sahibi olurlar, buna karşılık Hıristiyan kesimin ticari faaliyeti yoğunlaşır ve bir burjuva sınıfı ortaya çıkar.
Bu noktada Kıbrıslı Türklerin ekonomik gelişimine bakalım. Görevli olarak adaya gelip, buraya yerleşenlerce, bunların çocukları ve adayı imar etmek, savaşlar sonucu boşalan toprakları doldurmak üzere gönderilenler, ilk grup, daha çok kasabalara yerleşerek, Osmanlı eşrafı olmak özelliğini, son yıllara kadar korumayı başarmıştır. Bunlar Lefkoşe, Magosa, Kasaba ve Lefke gibi şehir ve kasabalarda yoğunlaşan insanlardı.
İkinci grup ise, reaya ( yoksul köylü veya toprak işçisi ) olarak, fetihten başlayarak, XVII. y.y. sonlarına kadar çeşitli sürgün fermanları ile gönderilerek köylere yerleştirilen Alevi Türkmen aşiretlerdir. Çoğunluğu bu ikinci gruba oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Kıbrıslı Türklerin çoğunluğu az topraklı çiftçi ailelerinden ibarettir. 1838 anlaşmasından sonra, ülkeye kapitalizmin egemen olmaya başladığı zaman, değer birimi topraktan paraya doğru kaydıkça, Türklerin tümü ile yoksullaşmaya başlamasının nedeni budur. Buradaki en önemli özellik, Türk egemenlerin daha çok memur ve toprak sahipleri olarak kalmalarına karşın, Rumlar arasında egemenliğin artık burjuvalar tarafından ele geçirilmiş olmasıdır.
İngiliz sömürgeciliği Kıbrıs’a geldiği zaman bulduğu ülke işte böylesi özellikleri olan bir yerdi. İngiliz idaresinin ilk yıllarında yapılan sayımda, Ada’da 45 bin Türk ve 137 bin Rum’un yaşadığı anlaşıldı. Türklerin % 25’i Rumların ise % 13’ü kentlerde yaşıyorlardı. Normal bir ülkede, böyle bir nüfus dağılımı karşısında, kapitalist üretim ilişkilerinin daha çok Türkler arasında yayılması beklenir. Ne var ki, Kıbrıs kendine has bir ülke olup, şehirlerde yaşayan Türkler, yönetim işleriyle uğraşan büyük toprak sahibidirler. İngiliz idaresinin Kıbrıs’a geldiği yıl yaptığı ilk bütçede, en büyük vergi gelirinin “öşür” olduğu görülür. Öşür bilindiği gibi, Müslümanların verdiği tarımsal verginin adıdır.
1879’da Kıbrıs’ta 76 Hıristiyan ve 64 Müslüman Okulu vardı. Türk okullarında din eğitimi yapılıyorken, Hıristiyan okullarında aritmetik, coğrafya, modern Yunanca ve Yunan tarihi dersleri okutulmakta ve öğretmenlerde Yunanistan’dan getirilmektedir.
Ayrıca zaptiye örgütü aynen korundu ve daha çok Türklerin itibar ettiği bir kurum oldu. 1879’da 521 Türk polis mensubuna karşılık, örgütteki Rum sayısı sadece 59 dur. 1883’te örgütte 118 Türk ve sadece 20 memur katılıyordu.
Sonuçta, Ada’da feodalizm ve sömürge idaresine yakın bir unsurla, sömürgecilerle sürekli çelişme halinde, kapitalistleşmiş ve dolayısıyla milliyetçiliğin etkisinde, bir başka unsurdan oluşmuş, ikili bir yapı ortaya çıkmış bulunuyordu.
ULUSLAŞMA SÜRECİNİN KIBRIS’A HAS ÖZELLİĞİ
Genel olarak her yerde yaşanan, ekonomik egemenliği ele geçiren kapitalistleşen unsurun, toplumsal egemenliği de ele geçirip uluslaşmayı sağlamasıdır. Oysa Kıbrıs’ta böyle bir süreç yaşanmamıştır.
Dolayısıyla, bir tek Kıbrıs ulusu oluşmadı. Bir Kıbrıs ulusu ve ayrı bir Türk azınlığı da olmadı ve nihayet, iki ayrı Kıbrıs ulusu da, oluşmadı bunların nedenlerine kısaca değinelim.
Kıbrıs’ta tek bir ulus oluşturacak öznel etmenler, hiçbir zaman oluşmamıştır. Bunun elbette ki maddi nedenleri vardır. Bu maddi nedenlerden en önemlisi, Rumlardan oluşan Kıbrıs burjuvazisinin, son yıllara kadar acentecilikte iştigal eden bir komprador burjuvazi olma niteliğinin dışına çıkamaması ve kendi ulusal pazarını yaratıp ona sahip çıkma kavgası verecek yerde, başka bir pazara katılma hevesi peşinde koşmasıdır ki, bu onun iş geleneğinin en doğal sonucudur.
Tamamı ile Kıbrıs’a has olup, başka hiçbir yerde görülmeyecek olan ikinci önemli özellik ise, Kıbrıslıların uluslaşma sürecine, başka bir yönetim ve düzen altında başlayıp, bambaşka bir yönetim ve düzen altında bunu sürdürmeleri olmuştur. Kıbrıslıların uluslaşma süreci, Osmanlı idaresi altında başladığından, ta başından itibaren birbirlerini rakip olarak görmeye alışmışlardır. Bu duygu, sömürge döneminde de devam etmiş, ülke burjuvazisi de yukarıda anılan özelliği dolayısıyla, bunu aşacak yerde, çelişkinin artmasına neden olmuştur. İlk topluluk da, sömürgeciye karşı tavır koyacak yerde, birbirlerine karşı olmayı sürdürmüşlerdir. Türkler için Rumlar, giderek zenginleşen, haddini bilmez şımarık eski tebaalarıdırlar ve elbette ki bir gün yine tebaa haline getirilerek, hadleri bildirilecektir. Onlar, “gavurdurlar” , “kafirdirler”, “köpektirler”. Rumlar içinse Türkler, eski müstevliler, sömürge yönetiminin adamları, bir gün dersleri verilecek zorbalardır.
Nesnel etmenlerin gelişimine baktığımızda, 1940’lara kadar, Ada’daki üretim tahıl ve et üretiminden ibarettir. Zenginleşmenin bir yolu herhangi bir acentelik kapmaksa, bir diğeri de faizcilik-tefeciliktir. 1940’larda Kıbrıs köylülüğünün % 70’i tefecilere borçludur.
Sanayiye bakarsak, modern sanayi, Kıbrıs’a 2. Dünya Savaşından sonra gitmiştir. 1961 yılında, ülkedeki sanayi kuruluşlarının % 90’ı 4 veya daha az işçi çalıştıran küçük işletmelerdir. 1962’de mevcut sanayi işletmelerinin % 40’ı patronun ailesi ile birlikte çalışmakta olduğu aile işletmeleridir.
Görülüyor ki Kıbrıs tarım-sanayi ile 1962’lerde bile küçük mülk sahipliğinin egemen olduğu geniş bir küçük burjuva toplumudur. Bu kendine özel yapının nedeni, elbette ki sömürge dönemidir. Ne var ki objektif gerçeklik budur ve unutulmaması gereken özellik, küçük burjuvazinin korkunç tutuculuğu- çıkarcılığıdır.
Bu durum, sadece Kıbrıs’ta uluslaşmayı engellemekle kalmamış öte yandan da Kıbrıs Türk egemenleri içinde zaten hiçbir zaman sönmemiş olan “ Anavatan” ateşinin harlanmasını getirmiştir. Ve Türk emekçi sınıflarının da ( ki onlarda genel yapıdan ayrın olamayıp, geniş bir küçük burjuva topluluğudur) Türk ulusçuluğunun bayrağını ele almalarını tahrik ederek, adeta kaçınılmaz bir mecburiyet haline getirmiştir.
Kıbrıs Türk burjuvazisine gelince, şu son yıllara gelinceye değin, böyle bir tanımlamayı hak edecek toplumsal bir grup bulmak, mümkün değildir. Burjuvalaşma şansını geçen yüzyılın ortalarında kaçırmış olan Kıbrıs Türk egemenleri, 1974’e gelinceye değin, ya eşraf kalıntısı ya da çarşı mensubu esnaf-bezirgan takımıdırlar. Sürdürdükleri faaliyet, 1974’e değin, üretim ile ilişkisi olmayan, kapitalist anlamda ticaret bile sayılmayacak, üstelikte başarısız sermaye biriktirme gayretinden başka bir şey değildir.
1963’lerde ise, Kıbrıs Türkler tam anlamı ile üretimden koptular. Kapalı bölgelerde Türkiye’nin ianeleri ile yaşayan asalak bir topluluk haline geldiler. 50 yerleşim birimi, 1000 dolayında konut terk edildi. 2500 Türk göç etti. Kıbrıslı Türklerin nerede ise % 25’i çadırlarda yaşamaya başladı. 103 Türk yerleşim birimi saldırıya uğradı. Tarımsal üretim mahvoldu, Kıbrıslı Türkler zaten tarihsel olarak tarımla uğraşan insanlar oldukları için, zaten kriz içinde olan ekonomileri, tümüyle çöktü. 1963-1974 arası yıllar, Kıbrıslı Türler için her şeyin daha kötüye gittiği, 60’lı yıllara doğru ortaya çıkan göreli refahın ortadan kalkarak, 40’lı yıllardaki sefaletin geri geldiği yıllar olarak tarihe geçti. Bu yıllarda Kıbrıslı Türkler arasında, artık proleter nitelikli insan bulmak tümü ile olanaksızlaşırken, çarşı-Pazar esnafı olan egemenler de, korkunç bir ekonomik bağımsızlığın etkisinde, boğulmanın eşiğine gelip, durdular. 1963-1974 arasındaki on yıl, Kıbrıslı Türkleri tümüyle bir tüketiciler topluluğu haline getirdi.
Kıbrıslı Türklerin sıfırla çarpıldığı 1963-1974 arasındaki on yılda, Kıbrıslı Rumlar ise gelişmelerini yeni aşamaya ulaştırarak, modern bir kapitalist toplum olma yolunda, önemli adımlar attılar. Gelenekselleşmiş antagonizma, yine kendini gösterdi. Toplumlardan biri gerilerken, öteki ilerliyor, bu gelişim adeta birbirine bağlı bir hal alıyor.
1963’te acentecilik faaliyeti olarak kendini gösteren kapitalist faaliyet, sonraları modern tarım, hafif sanayi ve turizmin devreye girmesi ile gerçek kapitalizme ulaşma yoluna girmiş, toplum modern bir kapitalist toplum olma özelliğini kazanmıştır.
Ne birlikte ve ne de ayrı ayrı ulus oluşturamamış bu toplumlarda, geniş küçük-burjuva yapıları göz önüne alındığı zaman, onların enternasyonalist bir anlayış yerine, anavatancı ideolojiler peşinde koşmalarında, anlaşılmayacak bir taraf olamaz, Kıbrıslın Rumların Yunan, Kıbrıslı Türklerin ise Türk ulusçuluğu peşine takılmalarının maddi alt-yapısı, bu olsa gerekir.
Kıbrıs’ta ulusal hareketlerin gelişimi ele alındığı zaman, ülkede ulusallığın bir tek gelişimi değil, ayrı ayrı ve birbirinden kesinlikle bağımsız, iki farklı ulusallığın boy verdiği görülecektir. Bunun da zemini, elbette ki aynı ülkede ve yan yana yaşamasına karşın, iki farklı ekonomik yapı içinde yaşamakta olan, iki ayrı toplumsal yapı oluşturmaktadır.
Toprağa bağlı ve dünyanın genel gidişi olan kapitalistleşme geliştikçe, ekonomi ve dolayısıyla da toplumsal etkinliğini kaybetmeye tarihin mahkum ettiği Türkler.
Yine tarihin ticaret yapmaya zorlanmakta, kapitalistleşmeye mahkum etmesi bakımından, dünyanın gelişim koşulları ile nispi bir uyum sağlamış, dünya ile birlikte ilerleyen Rumlar, başka bir deyişle, tarihi koşulların toplumsal ilerlemede ülkenin lokomotif gücü olmak rolü verdiği Rumlar ile çıkarları toplumsal ilerleme ile çelişki halinde olması bakımından ( zira onlar feodal toprak düzeninin ülkedeki temsilcileri oldukları için başka türlüsü olamazdı)
Her ülkede de aynı şey olmuş, yani kapitalizm geliştikçe feodalizmin kalıntıları önemini yitirmiş, etkisizleşmiştir. Ardaki fark örneğin Fransa’da çelişkinin aristokrasi ile burjuvazi arasında olmasına karşın, Kıbrıs’ta Türk egemenleri ile Rum egemenleri arasında olmasıdır. Zira ülkenin aristokrasisi Türklerden, burjuvazisi ise Rumlardan ibarettir. Bu durumun sorumlusu ise, ( daha öncede görüldüğü gibi Osmanlı toplum düzeni yani tarihtir ) antagonist çıkarları temsil eden Türkiye.
KIBRIS’TA ELEN ULUSÇULUĞUNUN GELİŞİMİ
1821 Yunan isyanı esnasında, Kıbrıslı Rumlarında bir ayaklanmaya hazırlandıkları, Paskalya gecesi saat 18’de top atışı ile işaret verildikten sonra, Lefkoşe’de saldırıya geçilip, tüm Türklerin katledileceği, bu işin örgütleyicisinin de kilise olduğu, Ayyanili bir Rum’un ihbarı ile öğrenildi. Osmanlı valisi küçük Mehmet, başpiskopos Kibrianos da dahil, 14 kişiyi idam ettirerek bu girişimi bastırdı. Kıbrıslı Rumların hala lanetle anıp, her fırsatta “ şimdi küçük Mehmet zaman değil” diye andıkları paşa, işte bu paşadır.
1833’te Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan’a bağlanma istemi ile Osmanlılara tekrar isyan etti. 1861’de Kıbrıslı Rumlar yine ilhak istemi ile bu kez resmen İngiltere’ye başvurdular. 1863’te ise Larnaka limanında, Yunanistan’dan gelen isyan bildirileri ele geçirildi. 18 Ekim 1821 günü, Yunanistan, Kıbrıs’ın kendisine bağlanması için, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya resmi bir nota vererek başvuruda bulundu.
1931 isyanı da aynı Enosis isteği ile gündeme geldi. 1931 isyanı tüm siyasi faaliyet ve her türlü siyasi gösterinin, 1940’lara kadar yasaklanması sonucunu verdi. Bu iki tarih arasında, Ada’da sessizlik hüküm sürmekte, Enosis kampanyası, savaş sonrasında daha da şiddetlendirilerek sürdürüldü. Makarios III’ün başpiskoposluğa seçilmesi ile doruğa tırmanarak, 1950 yılındaki ünlü Plebisit ortaya çıkarıldı.
Bu halk oylamasında, Kıbrıslı Rumların %96’sı Enosis lehine oy kullanmışlardı. Bu olay Kıbrıslı Rum solunun kendi burjuvazisi ve kilisenin ardına takılarak nerelere gittiğini göstermesi bakımından da önemlidir.
KIBRIS’TA TÜRK ULUSÇULUĞUNUN GELİŞİMİ
Osmanlı döneminde devlete- politikaya egemen olan Kıbrıslı Türk egemenler, kendilerini güvende hissediyorlardı. İngiliz idaresinin gelmesi ile de, aynı yolu izlemeye devam ettiler. 1931 yılında Türkler nüfusun % 18’ni oluşturmalarına rağmen polis örgütünde subay ve astsubay oranı %50’dir. ( 16 Türk ve 16 Rum) Tüm Kıbrıs’ta, 5 Türk ve 5 de Rum yargıç vardır. Yani yargıda da, Türklerin oranı da %50’dir. 1950’lere kadar devlet protokolünde Türkler Rumlardan önce gelir. 1930’lara kadar Türkçe resmi dil olmaya devam eder. Osmanlı tartı ve ölçü birimleri, bugün bile geçerlidir. Bunlar Kıbrıs Türk egemenlerinin, İngiliz döneminde de devlete egemen olmak demesek bile etkin olmayı becerdiklerine dair, birkaç örneklerdir.
Kıbrıs’ta 1950’lerde artık ulus kavramından çok halk kavramı kullanılmaya, konuşulmaya başlanılmıştır. Bu durumun varlığına rağmen, yine dikkat edilmesi gereken nokta, o yıllardaki refah-sefahat koşullarının ( Göreceli olarak mutlaka oda vardı ama) sınıfsallığa değil, etnik kökene bağlı bulunmuş olmasıdır. Rumlar tümü ile ileri, Türkler tümü ile geri, bir Rum egemen Türk egemenden çok ileri olduğu gibi, bir Rum emekçide, bir Rum emekçiden ileri.
Bu anlatılan durum, elbette ki sonuçtur. Neden elbette ki Rumların suçluluğu, ne Türklerin açıkgöz olmayışı ve nede Rumların çok uyanık olması ile ilgili olmayıp, Osmanlı İmparatorluğunun yapısının doğurdu tarihsel verilerdir. Ancak, bu durum bir vakıa olarak ortadadır.
Kısaca söylenecek olursa, kültürel pek çok nokta bulunmasına karşın, ekonomik-ulusal gelişme koşullarının tarihsel olarak farklılıklarından varlığı sonucu Kıbrıs’ta iki halk olduğu gerçektir. Bu durum yalnız bugün değil dün de böyledir.
Yarın tek halk olması ise, öyle olmasını isteyenlerin, istemeyenlere oranla daha doğru politikaları bulup uygulamalarına bağlıdır. Unutulmamalıdır ki, egemenlik gibi, iktidarında kökeninde halk iradesinden başka bir kaynak yoktur, olamaz ve onun da kökeni halkın duyacağı güvenden ibarettir. Geçek olmayanın gerçek gibi söylendiğini duyan halk ise, içgüdüleri ile öncelikle güven duygusunu yitirir ki bu ise her şeyin yitirilmesi demektir.
Sorunun ilk ortaya çıktığında, üç ayrı yorum olduğu görülmektedir. Rum egemenleri ve Yunanistan, tek-halk-tek hak, Türk egemenleri ve Türkiye, iki halk-iki hak ve nihayet İngiltere hak falan yok söylemidir.
KÜLTÜR VE KIBRISLI KİMLİĞİ
Kıbrıs Türk kültürünün kökenlerini Orta-Asya, Lin-Hind, İslam Anadolu, Orta-Doğu ve Batı kültürlerinin bir bileşkesini oluşturmaktadır. Türkiye kültürü ile Kıbrıs Türk kültürleri arasındaki fark, orada bulunmayan Orta-Doğu ve Batı kültürleri ( bu nicelik bir etki olmakla beraber, niceliğin boyutları çok üst aşamadadır ), kökenlerinin, bizim kültürümüzü oluşturan bileşkenin içinde yer almış olmasıdır. Kıbrıslı Rumların kültürel geçmişlerini kökeni bakımından ele alırsak, onların orta-Doğu, Yunan, Roma, Bizans Kilisesine bağlı Hıristiyan kültürü ile Batı kültüründen ibret bir bileşke içinde yaşadıklarını görürüz. Kıbrıs’ı her zaman etkileyen Orta-Doğu kültürleri, onlar da var ama Yunanistan’da ya yok ya da etkisizdir. Daha doğrusu, Orta-Doğu kültürlerinin bugün var olan kültüre etkileri, yöreden yöreye değişmektedir. Bütün bunlara, Kıbrıs’ın stratejik konumu dolayısıyla deyim yerinde ise “ polikültürel”, kendine has bir yapı geliştirdiğini, bunun da tüm Kıbrıslıları kaçınılmaz olarak etkilediğini eklersek, Kıbrıs’ın yerelliğinin, öyle pek de sıradan bir yerellik olmadığı da ayrıca ortaya çıkar.
Böylelikle, Kıbrıslı Türk kültürü ile Kıbrıslı Rum kültürlerinin, kültürün kökenini oluşturan ögeler bakımından hem anavatanları ile ve hem de birbirleri ile ortak noktalar kadar, ayrılık unsurları da taşıdıkları görülür.
Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında, dil, yazı, din ve bilimsel üretim birliği yoktur. Sadece geçmişteki ortak yaşamın bir kalıntısı olarak giyim kuşamda bazı benzerlikler, halk sanatlarının bazı kesimlerinde ortaklıklar ve modern sanatın bazı alanlarında kimi benzerlikler bulunmaktadır. Kültürü oluşturan en önemli öge dindir. Üstelik her Pazar kiliseye giden ile papaz gördükçe sinirlenenin aynı biçimde yaşadıklarını, kimse ileri süremez. Kültürü oluşturan ögeler bakımından da, ortada sadece bir temas hattı, iki kültürün birbirlerine teğet düştükleri bir çizgi vardır.
Dolayısıyla ortada bir kültür değişimi değil, kültür etkileşimi vardır ve her iki Kıbrıslı kimlik de, kendi özelliğini korumaktadır. Kıbrıslılık vardır ve bir veri olarak ortadadır ama ne Türklüğü ve nede Elenlik’i ortadan kaldıracak güçlenmeye ulaşamamıştır.
Kıbrıslı kimliği elbette vardır. Ama bunun temelini folklorik ögeler mi oluşturur? Kıbrıslı kimliği, tek bir Kıbrıs kültürü üzerinde mi filizlenmektedir? Ya da öyle bir tek kültür var mıdır?
Görülüyor ki yoktur. Demek ki içgüdülerle algılanan gerçeğin tanımlanmasında, oldukça önemli bir hata yapılmaktadır. O hata, bir yandan varlığı kesin olan kimliğin otantik değerlerde, folklarda aranması, öte yandan da, farklılığa sağın gözüyle bakıldığı için, ( egemen ideoloji etkisiyle ) onun iade sadece ayrılık değil, zenginlik nedeni de olabileceği algılanamayarak var olan farklılığın gözlerden uzak tutulmaya çalışılmasıdır.
Bu iki temel hata, sonuçta kimlik kavramının tanımlanması ve tanınmasını engellediği kadar, anlatılmasını da olanaksız kılmaktadır. Zira ileri sürülen tezler, gerçeğe ve akla aykırı düşmektedir. Otantik-folklorik ögeler, aslında feodal değerlerdir. Oysa ülke sağının ulusal değerleri o baza oranla, ileri bir ideolojiye sahiptirler. İlerici politika adına geri değerleri ortaya dökerek, başarılı olunamazdı ve nitekim olunmadı da.
Kıbrıs solu, ise ilericilik adına ulusallığın aşan ileri değerler bazında yükselen bir kimliği, anlayıp anlatmayı başarmalıdır. Bu anlamda savunulan kimlik, dünkü değil, bugünkü de değil, yarın ki kimlik olacağına göre, ele alınacak değerlerde, o kimliğin alt yapısını oluşturacak değerler olabilir. Bunun aksi tutuculuktan başka bir şey olmaz.
Öteki önemli hataya bakarsak, ortada tek bir kültür bulunmadığı açık olduğuna göre, “vardı” diye iddia etmek, kafaları kuma sokmaktan öteye gidemez. Fark elbette ki vardır. Kıbrıslı kimliğinden arzu edilen, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum kimliklerinin eritilip ortadan kaldırılması değil, birbirlerine yapacakları katkılarla zenginleştirilmeleridir. Fark zenginliğin kaynağı olmadır.
O halde nasıl bir kimlik olmalıdır. Solun savunması gereken kimliğin, dinamik bir kimlik olması gerekmektedir. O kimliği yadsıyıp “ bizim kimliğimiz yoktur” demek yanlıştır. Onu geçmişte aramak yanlışın başka bir biçimidir. Kimlik diye bugün var olan koşulların yarattığı kaygılara kapılıp, bugünü mutlaklaştırmak ise, yanlışın doruğudur. Dinamik bir kimlik anlayışı ile ulusal değerleri aşan bir görüş oluşturmak olasıdır. Mutlaklaştırma hastalığının terki, işte bu yolu açacak, o değerlerin neler olduğunun açıkça anlaşılmasını da sağlayacaktır.
Sözü edilen değerler, evrensel değerlerin kendisidir. Geçmişi bilelim, bugünü anlayalım ama ileriye bakalım. Kendimize de ne dünün v e nede bugünün tutsağı, yapmayalım.
Solun kimlik kavramına yaklaşımının esaslarını kısaca da olsa böylece ortaya koyduktan sonra, savunulması gereken kimliğin, evrensel kimlik olduğu da, artık anlaşılmış olmalıdır. Kıbrıslı kimlik ya da Kıbrıslı Türk kimliği, ancak kısa vadeli taktik yaklaşımlar olarak ele alınabilir ve evrensel kimliğe ulaşmanın, ara durakları olarak algılanabilir. Ancak var olan gerçek tanınıp, tanımlanırken, araya konulabilecek bir ikinci ara evrenin mutlaklaştırılmasının da hiçbir anlam ve gereği yoktur. Yani evrensel kimliğe ulaşmak için, mutlak surette, ayrı ve özgün global bir Kıbrıslı kimliğine gereksinim yoktur. Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Elen kimlikleri ile de ona ulaşmak olasıdır. Zira süratle ilerlemekte olan ulusal kimliğin oluşması sürecinin, böyle ara evrelere zaman bırakmayacak kadar, çabuk gelişmesi olasıdır. Kaldı ki kimlik ya da egemenlik kavramları da, esas itibari ile yine birer burjuva sorunu değiller midirler? Marks’ın öngördüğü nihai hedef, egemenliğin tek-tek sahiplenildiği, yani ayrı kimliğine sarılmış ulusal değil, egemenliğin paylaşıldığı, yani evrensel kimliğinin hakim olduğu bir yapıdır.
İstenilen Kıbrıslı kimliği, Kıbrıslı Türk ya da Kıbrıslı Rum kimliklerinin ortadan kaldırılması değil, birbirlerine yapacakları katkılarla zenginleştirilmeleridir demiştik. Evrensel kimliğe ulaşmak için eğer böyle bir ara evreye gereksinim olursa, bu yaşanacaktır. Ne var ki, bu kavramın mutlaka yaşanması gereken bir ara evreyi ifade etmemesi bakımından, mutlaka olmazsa olmaz bir kavram olarak da ele alınmamalıdır.
Kimliğin biçimlenmesini yönlendirmek olasıdır. Bu ancak ideoloji üretmekle olur. Örnek, ülkenin tarihidir. Gerisi bizi objektif olarak feodal değerleri savunan, ilericilik adına da olsa gericilik konumuna düşürür.
KIBRIS SORUNU VE SOL
Sol, Kıbrıs sorununda tutarlı ve istikrarlı bir çizgi izleyememiştir. 1970’deki meclis seçimlerinde AKEL Kıbrıs’ın “ kızıl olduğu” gözükmesin diye bir kez daha kendini dokuz sandalye ile sınırladı. Şubat 1973 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başka aday bulunmadığından Makarios yeni ( beş yıllık ) görev süresi için cumhurbaşkanı ilan edildi.
Bu siyaset bilinçli şekilde sınıf analizine dair her düşünce ile yollarını açıkça ayırıyordu. 1974’de Türkiye’nin işgalinden sonra AKEL Kıbrıs’taki işveren örgütleriyle, grevler olmaması ve tüm anlaşmazlıkların centilmenlik anlaşmasıyla çözülmesiyle hususunda uzlaştı. Dahası AKEL 18 Ağustos 1974’de Pazar tatilinin ertelenmesine ve iş aletlerinin artırılmasına onay verdi. 31 Ekim 1974’de tüm çalışanların maaşlarının % 10 dan % 25 e kadar düşürülmesine onay verdi. Vergi oranlarının artışı da beraber hesaplanırsa, 1969-1977 döneminde çalışanların ücretlerindeki azalmalar % 40 a kadar vardı.
1976’daki meclis seçimlerinde AKEL “ulusal tehditler” nedeniyle, yeniden kendini dokuz sandalye ile sınırladı ( ne kadar şaşırtıcı gelse AKEL kendini sınırlamadan seçimlere ancak 1981’de katıldı ve oyların % 32,27’siyle birinci parti durumuna geldi )
Ayrıca, sağ milliyetçilik için “sol” milliyetçilik gerekli bir koltuk derneğidir. Bir hakim sınıfın ideolojik egemenliği boyunduruk altındaki sınıfları kendi “çıkarlarına” ikna edebildiğinde tamamlanır. “ Yabancı düşmanın “, “karanlık güçlerin” oyuncağı olduğu savı bu çabanın parçasıdır. Gerçekten de sol reformizmin bu çabası da hakim sınıfa sunduğu yardım paha biçilmezdir.
Gelecekteki olası bir Kıbrıs “çözüm” planında Rum kapitalistlerin kuzeyde ekonomik egemenlik için aşikar hedefi, Rum sermayenin engelsiz hareketini talep etmektir. Ayrıca Kıbrıslı Rum nüfus çoğunluğu temelinde Rum kapitalistler tarafından merkezi hükümetin mutlak kontrolünün arzulandığı anlamına gelmektedir. Başka bir değişle Kıbrıslı Türklerin ulustan azınlık düzeyine düşürülmelerine yeniden teşebbüs edilmektedir.
Sol bu durum kabul etmemelidir. Çözüm “bulanık” değil ( yarısı kalsın fakat “ tüm haklarıyla”) fakat bu mantığın tümden reddi olmalıdır. Kuzey Kıbrıs’tan kimse gitmesin. Yerleşimciler kuzeye on yıllardır koydukları ekonomik ambargo ile bizzat Kıbrıslı Rum kapitalistler yarattılar. Binlerce Kıbrıslı Türk, ekonomik ambargonun getirdiği yoksulluk ve işsizlikten dolayı Kıbrıs’ı terk etmek zorunda kaldı. Yerlerini işgücü eksikliği nedeniyle zorunlu olarak Türkiye toplumunun en yoksul ve perişan katmanlarına mensup göçmenler aldı.
Kuzey Kıbrıs’ta ki düzen ise, tamamen anti demokratiktir ve seçimlerde hile yapılmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin devlet mekanizması Kıbrıslı Türk aşırı sağının doğrudan işbirliğiyle inşa edilmiştir. Her yerde olduğu gibi bu “muzaffer milliyetçiliğin” bedeli, meşruiyetini 1963-65 katliamlarından ve Kıbrıslı Türklerin 1974’e kadar ceplere kapatılmalarının sürekli hatırlatılmasından sağlanan derinlemesine çürümüş bir düzendir. Bugün meşruiyetini muhafaza etmek için, Kuzey Kıbrıs’ı yeniden “barışçı” biçimde yutmak isteyen Kıbrıslı Rum kapitalistlerinin politikasını da öne sürüyor.
Bu duruma karşı, partiler, sendikalar, sol örgütler ve hükümet dışı örgütler ( hepsi birden 41 örgüt) “ bu memleket bizim” platformunu oluşturmuştur.
Ayrıca sendikacılıkta Kıbrıs’ın Kuzey kısmında gelişti. 1974’te sendika federasyonu Türk-sen ve 1976’da Devrimci Sendikalar Federasyonu ( Dev-İş ) kuruldu. Kamu çalışanları sendikası KTMAS ve doktor sendikası Tıp-iş sol yönelimlidir.
1986’da o zaman ki Özal liderliğindeki Türkiye hükümeti tarafından Kuzey Kıbrıs’a dayatılan neo-liberale ekonomik önlemler paketine karşı kitlesel işçi gösterileri meydana geldi. Yapılan gösterilerde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin “Türkiye’ye ekonomik ilhaki” aleyhinde sloganlar hakim oldu hareket zaman içinde kitlesellik ve kendine güven kazandı ve 1990’da muhalefet partilerince sendikaların desteğinde Kuzey Kıbrıs meclisine boykot uygulandı.
Bugün acil olan Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta adımlarını Türkiye ve Kuzey Kıbrıs soluyla eş güdümleşecek bir soldur. Solun bunu yapabilmesinin zaruri ön koşulunu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti gerçekliğinin tanınması oluşturmaktadır. Sol “sahte devlet”, “sahte meclis” hatta “sahte havaalanına” dair ahmakça milliyetçi dili benimsemeyi veya kullanmayı bırakmalıdır. Kıbrıslı Türk devletinin tanınması Yunanistan –Kıbrıs-Türkiye solu arasında mutlak güven ve dayanışma ikliminin oluşması için gerekli önkoşuludur. Kıbrıslı Türk ve çalışanların Denktaş düzenine karşı mücadelelerinde gerçek dayanışma, Yunan ve Kıbrıslı Rum solunun hakim sınıfın milliyetçiliği karşısında tutarlı mücadelesini gerektirmektedir. Kıbrıslı Rum ve Türklerin birleşik bir hareketinin olabilmesi için kuzeydeki ekonomik ambargonun hemen ve şartsız durdurulmasını, silahlanmanın sona erdirilmesini, çalışanların şiddetle arzulanan birlik ve ortak eylemlerinin gerçekleşebilmesi için sınırların açılmasını talep etmeliyiz. Sol için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı her zaman için bir ilke meselesiydi. Şiddet ve tehditler aracılığıyla bir arada yaşama olamaz. Kuzeyin otonomi derecesine karar vermek Kıbrıslı Türklerin kendilerinin hakkıdır.
Sol “üç özgürlük” önünde yani, Kuzey Kıbrıs’ı yeniden uyutmak ve Kıbrıslı Türkleri ikinci sınıf vatandaş haline getirmek nihai amacı için Kıbrıs Rum sermayesinin bütün Kıbrıs’ta “serbest” dolaşabilmesi hakkının önünde eğilmeyi durdurmalıdır.
Sol ayrıca, Annan planına yönelik açık bir konum belirlemelidir. Sonuçta Annan planının çökmesine rağmen Kıbrıs meselesinin “çözümüne” ilişkin BM tarafından getirilen gelecekteki her plan bir şekilde bunun değiştirilmiş bir biçimi olacaktır. Bu planın reddi, ne “ulusal çıkarlar” nede ikiyüzlü “anti-emperyalizm” temelinde olamaz.
Yine Annan planı Kıbrıs sorununun uzun vadeli ve yaşayabilir bir çözümüne gerçek bir temel teşkil edemez. Kapitalistler tarafından Kıbrıs sorununun çözümü planlarına karşı sol bir çözüm önermelidir. Bu çözüm “hayali” düzeyde ( sosyalist bir toplumda bütün sorunlar çözülecek) olamaz. Sol dolayısıyla gelişmelere müdahale etmelidir.
Ayrıca, AKEL yanlış ve milliyetçi bir tutumla ENOSİS’i savunurken, 1950’lerin başlarında AKEL, MK bildirisinde yapılan özeleştiri de ciddi hatalar işlendiği MK üyelerinin çoğunluğunun küçük-burjuva eğilimler taşıdıkları kabul edildiği ilan edildi ve ENOSİS savunulmamaya başlandı.
SONUÇ YERİNE VE ÇÖZÜM ÜZERİNE
Yazının giriş bölümünde sorunun karmaşık ve tipik özellikler taşıdığını söylemiştik. Yazı boyunca bu durumu aşmayı belki kısmi düzeyde de olsa başardığımızı söyleyebiliriz. Ayrıca yine giriş bölümünde bazı soruların cevaplanmasının önemli olduğu söylenmişti. Yazı içinde bunlara genel çerçeve de değinilse de sonuç kısmında bir toparlama yapmanın önemli olduğu, konunun daha net ve doğru anlaşılması, kavranması için gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Kıbrıs gerçeği, bizlere Kıbrıs’ın klasik özellikler taşıyan bir ulus olmadığını göstermiştir. Uluslaşma, ulus-devlet olma durumu senkron bir özellik taşısa da, genelde devlet oluşumunun uluslaşmada daha başat olduğu görülmüştür. Fakat Kıbrıs’ta uluslaşma süreci daha önce başlamasına rağmen devlet oluşumu yapay “zorlamalarla” daha sonraları ( bir oluşum süreci ile değil ) kurulma ile sonuçlanmıştır. Yapaylığı yaratan önemli ve öncelikli saiklerin şunlar olduğunu düşünüyoruz.
“Yapaylık” her şeyden önce, zoraki bir çözüm bulmak kaygısıyla bir uzlaşmaya varılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Dikkat edilmesi gereken nokta, ortaya çıkan devletin, örneğin bir ulusal kurtuluş savaşı sonunda sömürge halkın sömürgeci devlete gücünü kabul ettirmesi ile değil de, tersine mücadele eden taraflardan hiçbirinin ötekilere gücünü kabul ettirememesi, ötekileri kendi amacına boyun eğdirmemesi üzerine bütün tarafların, çaresiz, vardıkları bir uzlaşma sonucu olmasıdır.
İngiltere, Kıbrıs’ı elinde tutamamış, Yunanistan topraklarına katamamış, Türkiye geri alamamıştır. Bu amaçların hiçbiri gerçekleşmediği, kimse kendi amacına götürecek yeterli güce sahip olmadığı için sonunda taraflar adaya “bağımsızlık” vermişlerdir.
İkinci olarak, aslında bu “bağımsızlığın “ kendisi yapaylığı oluşturan ve sürdüren belirleyici önemde bir etkenle donatılmış bulunmaktadır. Yani İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’ye adanın iç siyasal düzeni, dış ilişkileri, savunması gibi en temel üç alanda devletlere özgü “bağımsızlık”, “hükümranlık” kavramlarıyla bağdaşmayacak, öz, biçim ve ölçüde müdahale hak ve yetkisi veren Güvence Anlaşması.
Yapaylığı oluşturan ve besleyen üçüncü bir etken, devletin kurucu güçlerinin, o güne dek aslında kendi başlarına bağımsız birer güç olmaktan çok Ada dışındaki farklı bütünlerin Ada içindeki birer uzantısı, birer parçaları olmalarıdır. Kendilerini bu gözle görmeleri ve Ada içinde kendi aralarında bütünleşmeye gidecekleri yerde ada dışındaki kendi ana parçalarıyla bütünleşme eğilimi göstermeleridir. Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’ı, Kıbrıslı Türkler Türkiye’yi, Kıbrıslı İngilizler İngiltere’yi anayurt sayınca, olayların zoruyla birden dayatılan “bağımsızlık”, bu “ortak devlet kurma ödevi” kaçınılmaz bir şekilde yapay kalmıştır.
Kıbrıslı Rumlar ile Türkler arasındaki mücadele bu durumda, doğal olarak 1960 sonrasında da biraz biçim değiştirerek de olsa süregelmiştir. Çünkü varılmış olan uzlaşma yapaydır. Herkes gerçek amacını saklı tutmuştur. Bu anlayış 1960 sonrası durumun doğallaşmasını engellerken, yapaylığı büsbütün arttırmıştır.
Fakat bütün bu gelişmelere rağmen klasik özelliklerin bütününü kapsamasa da bir uluslaşma süreci yaşanmış ve kendi otantik sonuçlarına ulaşılmıştır. Yani bugün nesnel varlık olarak bir ulus oluşmuştur. Aynı şekilde bütün yapaylığına rağmen bir devletin varlığı da nesnel bir gerçektir. Nesnel bir gerçek olması, klasik ve yapay olmasını engellemediği gibi, yapaylığı da klasikliği de nesnel bir varlık olmasına aykırı değildir. Çünkü Kıbrıs ulusunu ve devleti doğuran etkenler nesneldir ve bu etkenler onu yok edecek bir niteliğe dönüşmedikçe Kıbrıs varlığını şöyle ve böyle sürdürecektir. Dolayısıyla Kıbrıs’ta klasik anlamda tek ulus, iki farklı ulus veya tek-ulus bir azınlık durumu oluşmadı. Fakat suni zorlamalar sonucu da olsa bu üç duruma benzer yapılanmalar süreç içinde oluşsa da birçok nedenden dolayı süreklilik kazanmamıştır. Yine de gelinen noktada iki ulus benzeri topluluğun varlığı nesneldir. İki farklı halkın olduğu da hem nesnel hem de gerçektir.
Çoğunluk, azınlık kavramları sayısal veriler dışında görecelidir. Toplum ve halklar gerçeğinde aritmetik toplam değil, geometrik toplam veya karmaşıklık başattır. Somut bir örnekleme, durumu belki aydınlatır. Azınlık olmasına rağmen Kıbrıslı Türklerin 1974’deki savaşta Kıbrıslı Rumları yenilgiye uğratmaları gibi. Dolayısıyla çoğunluk-azınlık kavramlarının gerçek muhtevasının önemi gönüllülük ve güvene dayanan ilişkilerin kurulması ile anlaşılacaktır. Yani çoğunluğun, azınlığın hak ve çıkarlarını savunduğu ve uyguladığı azınlığın çoğunluğun varlığını kabul ettiği koşullar birlikte yaşamanın sigortasıdır. Dolayısıyla Ada’da eşit statüde olması gereken iki halk-topluluk olduğu kabul edilmelidir.
Birlikte yaşamanın sonucu Kıbrıs’ta tek kimlik yani Kıbrıslılık kimliğine yakınlaşma görülse de nesnel gerçeklik iki farklı kimliğin oluştuğunu göstermektir.
Ayrıca, Türkler ülkeye gelen “kendi gelenler mi”? Türkiye’nin bölgedeki stratejik bir varlığı mı? Geçerken uğrayan ve bir gün gidecek olan göçebeler mi? Kıbrıs’ın sırtındaki kambur mu? Ülkelerin beslemeleri mi? Bütün bu sorulara yazı içinde cevaplar verdiğimiz için tekrar değinmeyeceğiz. Fakat bu durumun bazılarının doğru bazılarının da yanlış olarak yaşandığı da bir gerçektir.
Sonuç olarak özetlersek, Kıbrıs somut, nesnel bir gerçek olarak vardır ve var olmaya (olağanüstü nedenler dışında ) devam edecektir. Kıbrıs sorununa doğru, net ve gerçekçi çözümler üretmek, soruna aynı saiklerle doğru teşhis koymaktan geçmektedir. Bizlerde somut durumun somut analizi çerçevesinde bunu yaptığımızı düşünüyoruz. Mutlaklarımız ( her konuda olduğu gibi) olmadığını, yanlış tespit ve değerlendirmelerin bu konuda da olabileceğini düşünerek, böyle bir durumla karşılaştığımızda hemen düzeltme yapacak olmamız da devrimci-gerçekçi bir tutum olacaktır.
Çözüm üzerine söyleteceklerimiz yazı bütünü içinde şekillenmeye başlasa da daha net ve anlaşılır olması için belirli bir bütünlük içinde değerlendirmek yine de uygun olacaktır.
Kıbrıs sorununun çözümü kalıcı-sürekli ve acil olarak üreteceğimiz önermelerden geçmektedir. Fakat unutmamak gerekir ki böyle karmaşık gözüken ve kendi otantiği olan sorunda çözümler daha başka farlılıklar da arz edebilirler. Böyle durumlar gündeme geldiğinde tutuculuğu reddetmek devrimci bir tavırdır. Elbette kalıcı-sürekli çözüm sosyalizm-komünizmdir. Akut bir çözüm ise ulusal-demokratik bir söylem üretmekten ve çözümden geçmektedir. Bu önermeleri genel çerçevede ve somutu gözeterek değerlendirmeye çalışalım.
Ulusal, azınlıklar vb. sorunların kalıcı ve sürekliliğini sağlayacak olan temel çözüm sosyalizm-komünizmdir. Elbette bu sosyalizm-komünizm anlayışı yaşanan sosyalizm olmayan pratiklerden radikal bir kopuşu kapsamalı, işçi sınıfı öncülüğünde diğer emekçileri de kapsayan Aşağıdan Sosyalizm anlayışında somutlaşan bir sosyalizm anlayışı olmalıdır.
Ulusal ve azınlıklar sorununun ortaya çıkışını kapitalizm yarattığı için acil, geçici bir çözüm olması dışında, kapitalizm içindeki en makul çözüm arayışları bile çözümsüzlük getirecektir. Komünizm ise tüm sorunların bu arada ( ulusal ve azınlık sorunlarının ) nihai ve kalıcı çözümünü yaratır. Çünkü komünizmin hedefi kapitalizmin sonuçlarını değil, kapitalizmin kendisini ortadan kaldırma misyonudur. Sosyalizm-Komünizm tüm sınıf, sömürü, baskı ve devletinde sönümlenerek ortadan kaldırılmasını yaratacağı için halklar arasındaki kardeşçe, özgürce, korkusuz, eşitlik temelinde yaşamı da sağlayacaktır.
Sosyalizmin Kıbrıs’ta somutlaşması ise, istenilen ve gerçekçi bir temelde ve anlamda Birleşik Sosyalist Kıbrıs olmalıdır. Fakat yaşanılan ve egemenler tarafından yaşatılan somut durumun varlığı da bu durum hayata geçirmezse, her hangi bir çözümü üretecek ve hayaya geçirecek olan Kıbrıslıların kendi iradesi olacağı için her iki tarafın kendi sosyalizm-komünizmlerini oluşturmaları da mümkün olabilir.
Sorunun ulusal baz da doğru çözümü ise, Devrimci-Leninist bir bakışa sahip olmaktan geçmektedir. Bu durum ulusları kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak ve ayrı bir devlet kurmak hakkını da kapsamalıdır. Ayrıca Leninist şu ilkeler teorik ve pratik baz da savunulmalıdır.
-İnsanlar istemedikleri bir düzen içinde zorla tutulur ve ezilirse, sonuçta ezen ulus ( veya halkın )sadece burjuvazisine değil, tümüne düşman olurlar ve bu da ulusların ya da halkların işbirliğine fayda değil, zarar verir.
-Ayrılma özgürlüğünü savunanları, ayrımcılığı teşvik etmekle suçlamak, boşanma özgürlüğü taraflarını, aile bağlarını tahrip etmekle suçlamak kadar saçma ve ikiyüzlü bir davranıştır.
-Kitleler kendi günlük deneyimleri ile coğrafi ve ekonomik bağların değerini, büyük bir pazarın ve büyük bir devletin avantajlarını, çok iyi tanırlar.
-Ezilen ulus burjuvazisi, ezen ulusa karşı mücadele ettikçe, biz her zaman için, her durumda ve herkesten daha azimli, onun taraftarıyız, çünkü biz ezginin en ateşli ve tutarlı düşmanlarıyız. Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, kendi burjuva milliyetçiliğinin çıkarları için savaşıyorsa, biz buna karşıyız. Ezen ulus ayrıcalıklarına ve zorbalıklarına karşı savaşırız, ezilen ulusun kendisine ayrıcalıklar aramasını da asla hoş görmeyiz. Ayrılma hakkının reddi, kaçınılmaz olarak, egemen ulusun ayrıcalıklarına destek anlamına gelir.
-Ayrılma hakkının tanınması devletleri bölmez, tersine devletin çözülüp dağılması tehlikesini ortadan kaldırır.
-Her ulusun, genel olarak ayrılmakta dahil kendi geleceği ile ilgili olarak her türlü kararı vermeye hakkı vardır. Demek aynı zamanda “ gönüllü olarak, birlikte kalmaya da hakkı vardır” demektir.
-Eğer ayrılma kaçınılmaz olursa, bunun pratikte kullanımı ile önemli iki kural vardır. Bunlar 1.Tam demokrasi 2.Başka uluslara zarar vermemek.
-Ezen ulus sosyalistleri ayrılma hakkını, ezilen ulus sosyalistleri de birleşme hakkını savunmalıdır. Karşılıklı güven ve gönüllülüğün gerçekleşmesinin sigortası bu anlayışın kabullenilmesidir.
Lenin’deki bu bütünlüklü önermelerin Kıbrıs somutundaki durumu bizlerin kabulü olmalıdır ve bu önermeler sonucu Kıbrıs’ta acil çözüm şöyle şekillenmelidir.
İki “parça devlet” arasındaki ilişkilerin tam eşitliğe dayandığı bir demokratik federe devlet Kıbrıs’ta yaşayabilir bir çözüm olabilir. İsviçre, Belçika veya Kanada örnekleri böyle bir yönde temeli oluşturabilir. Çeşitli güçlüklere rağmen ulusal hakların garantili olduğu çok uluslu devletler olarak işleyen kapitalist demokrasi örnekleri mevcuttur. Dolayısıyla aynı şey Kıbrıs’ta da başarılabilir. Yeter ki siyasi irade ve böylesi bir yönde baskı uygulayan bir hareket olsun.
İçinde eşit uluslu-demokratik bir Kıbrıs için tek güvence, Rum ve Türk emekçiler arasında istikrarlı bir dostluk ve dayanışmanın inşasıdır. Rum ve Türk çalışanların birliğinin geliştirilmesi ve ortak kitlesel hareketliliklerle baskı uygulanması, tam da bu birlik “ulusal temelde” başarılmayacağından dolayı, sadece kapitalistlerin çıkarlarıyla tümüyle çatışan emekçilerin özel çıkarlarını vurgulayacak sınıf birliği temelinde başarılabilir. Sadece Rum ve Türk emekçilerinin sınıf birliği, sürekli olarak üzerinde tehdit oluşturan ( daha 1996’da yaşanan İmia/ Kardak olaylarını unutmayalım) Türk-Yunan savaşı “kabusu” en nihayet ortadan kaldırılabilir.
çözüm olarak, var olan durumun savunulması gerekir mi, mümkün müdür? Var olan durum, yani bir tarafta Güney Kıbrıs Devleti, diğer tarafta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti böyle bir çözüm yıllarca aynı topraklarda yan yana birlikte yaşayan iki halkın varlığından dolayı ciddi zorlukları da beraberinde getirdiği için gerçekçi bir çözüm değildir. Özellikle 1974’deki müdahaleden sonra parçalanan topraklar, dağılan aileler mübadelesi dahi bu çözümün zorluğunu göstermektedir. Fakat şovenizm-sosyal şovenizmin panzehiri de çözümüm Kıbrıs’ta ki halkların iradesinden geçtiğinin bilinmesine bağlıdır. Unutmayalım ki, suni zorlamalar bu var olan ve gerçekçi olmayan çözümü ortadan kaldırmayacak, belki de daha da kalıcı hale getirecektir.
Selma 3 Ay Önce
Kıbrıs sorunu olarak detaylı bilgilere sahip oldum.Yazılımın objektif ve şeffaf olarak kaleme alan Asım Öz abime saygılarımı sunarım.