Büyük deprem felaketinin üzerinden 47 gün geçmesine rağmen hala başta barınma sorunu olmak üzere diğer sorunlar yakıcı olarak devam ediyor. Geçici barınma için konteynır, prefabrik şeklindeki barınma sorunu çözülmediği gibi hala çadıra muhtaç insanların olduğu belirtiliyor. Bu durum Kızılay’ın çadır satarak bir yardım kuruluşu değil , holding olarak ticari bir kuruluş olduğunu da açık ve net olarak göstermektedir.
Dolayısıyla süreçte dönemsel literatüre giren “felaket kapitalizmi “ nin yıkımı ve “timsah kapitalizmi” olarak ekonomik yıkım ve burjuva temsili sisteminin açmaz ve kırılganlıkları devam etmektedir. Bu noktada birbirlerine bağlı bu diyalektik süreç üzerine güncel değerlendirme yapmak önemli ve zorunlu hale gelmiştir.
Depremle birlikte bugüne kadar tüm haftalık yazılarımız deprem üzerine oldu. Unutmamak ve unutturmamak için devam ediyoruz. Gelinen noktada “felaket kapitalizmi” nin yıkımının daha doğru anlaşılması ve kavranması için önemli saikleri ile bütünsel bir toparlama yapmanın uygun ve gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Bu depremin 1939’da 7,9 büyüklüğündeki Erzincan depremi ve 1999’daki 7,4 büyüklüğündeki Gölcük depreminin ölüm ve yaralı sayılarının yüksekliğinden temel farkını görmek gerekmektedir. Bu temel farkı görmek demek bu son deprem felaketinin neden ve çözümünün farklı yanlarının olduğunu da görmek demektir. Aynı günde düşük veya orta düzeyde iki deprem olsa çok yıkım yaratmayabilirdi. Ama aynı günde 7,4 ve 7,6 büyüklüğünde iki deprem olması yıkımın yüksekliğinin belirleyeni olmuştur. Ayrıca 11 kenti kapsaması, kış mevsiminde yaşanması, gündüz değil de deprem için en uygunsuz saatte ( 4,17 gibi ) olması bu son depremin temel farkını göstermektedir.
Bu durum büyük bir doğa felaketini gösterirken egemenlerin bu büyük yıkımın sorumluluğunu bu nesnel şartlara bağlama kurnazlık ve tuzağa karşı da azami uyanık olmak gerekmektedir. Bir doğa olayı olarak yaşanan felaket, depremle birlikte afete dönüşmüştür. Bu anlamda ısrarla ve tekrarla deprem ve binalar öldürmüyor, kapitalizm öldürüyor diyoruz. Bu durum deprem öncesi, sırası ve deprem sonrası bütünsel olarak yaşanmıştır. Kapitalizmin müzmin çürümüş hali, insanlığın tüm değerlerinden kopuk barbarlık ve vahşi durumu bu depremle açık ve net olarak görülmüştür.
Deprem öncesi deprem bilimcilerin nerede ve yaklaşık kaç büyüklüğünde deprem olacağını ısrarla söylemelerine rağmen hemen hiç tedbir alınmamıştır. Bu durum pandemide de yaşandığı gibi kapitalizmin her durumda rutin uygulaması olmuştur. Deprem öncesinin ekonomik maliyeti ile deprem sonrasının ekonomik maliyetinin karşılaştırması yapıldığında, deprem sonrasının yüksek ekonomik maliyetinin küçük bir bölümüyle deprem öncesinin tedbirlerinin rahatlıkla alınabileceği belirtiliyor. Bu da kapitalizmin mantıksız ve zombi bir sistem olduğunun görünür halini göstermektedir.
Bu deprem bölgesinde deprem öncesi sağlam olmayan binaların yıkılması veya güçlendirmesi rahatlıkla mümkünken hiç bir tedbir alınmamıştır. O binada yaşayan insanların binaların çürük olmasını bilmelerine rağmen yoksul olmalarından kaynaklı kendi olanakları ile binaları depreme dayanıklı hale getirmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla insanlık özelliklerinden azade olan bu güruhun vicdanları kurumuş olduğu için bu binalar yoksul insanlara adeta mezar olmuştur. Öyle bir aleni paradoks yaşanıyor ki bu depremle birlikte açık ve net olarak görülmüştür. Kurtarıcı olan kurumlar olarak hastaneler, polis, asker,, diğer devlet kurumları hatta afet binası bile yıkılarak bu binalar ve içindeki insanlar enkaz altında kalarak adeta kurtarılması gerekenler olmuştur.
Deprem sırasında en önemli ve hayati olan canlı kurtarmadır. Özelikle 48 ve 72 saatlerde canlı kurtarmanın daha mümkün olduğu bilimsel verilerle belirtilmektedir. Ama buna rağmen canlı kurtarmanın bu saatlerine kurtarma ekiplerinden olan başta asker, AFAD ve Kızılay üç gün enkaz ve sahada olmamışlardır. Bu durumda yaşaması gereken binlerce insan dilimiz varmıyor söylemeye bağıra , çağıra hayatlarını kaybetmişlerdir. Daha sonra tepkiler ve zorunluluk üzerine bu kurtarma ekipleri sahaya gelmeye başlasalar da bu defa gönüllü kuruluşları engelleyerek bir de bu şekilde canlı kurtarmanın engelli olmuşlardır.
Ayrıca önceden tedbirler için önemli olan deprem araçlarının bölgeye ulaşması için yol, çevre, altyapı yeterli olmadığı için bir yıkım da böyle yaşanmıştır. Yine dışarıdan gelecek kurtarma ekiplerinin bazıları için ( Yunanistan ve Ermenistan gibi ) ırkçı saiklerle engellenerek geç gelmeleri ve eğitim ve pratik anlamda kurtarma faaliyetleri için önemli olan madencilerin de sahaya geç gelmeleri bu yıkımı adeta katlamıştır.
Özellikle deprem sonrasında yerellerin hiç bir hazırlığının olmaması nedeniyle en önemli yaşam araçları olan gıda, su, giyim vb. bile insanlar ilk günlerde yoksun kalmışlardır. Daha sonra bu sorunlar asgari ölçüde çözülse de bu defa diğer bir önemli sorun olan barınma yani çadır sorunu yaşanmaya başlamıştır. Isınma, hijyen ve tuvalet sorunu da başat sorun olmuştur. Öyle bir devlet-iktidar aymazlığı ve çöküşü ile karşı karşıyayız ki bu tedbirlerin hiç birini alamayan kapitalizm çok rastlanmayan şekilde bir ilk olmuştur. ( Yine kapitalist ülkeler olmasına rağmen Japonya, Şili, Meksika gibi ülkeler 8 ve üzeri büyüklükteki depremleri bile az zararla atlatmışlardır )
Gelinen noktada deprem bölgesinde somut durumda yapılması gerekenler öncelikle ve başat olarak barınma sorununun çözümüdür. Yani yeniden yapılaşmadır. Bu sorunun çözümü de bütünsel olmak zorundadır. Bundan sonrası olası depreme karşı dayanıklı binalar yapmak gerekli ve zorunlu ama yeterli değildir. 11 kentin tarihsel dokusunu da düşünerek yeniden yapılaşmak temel olmalıdır. Bu yıkımdan en küçük sorumlu olmayan bu insanlara konutlar kesinlikle hiç bir ekonomik karşılık almadan verilmelidir. Bu kentler altyapı, çevre, fabrikalar, işyerleri vb gibi yaşam alanlarının çözümü ile birlikte olmalıdır. Zorunlu dış göç yaşayan insanların da konut sorunu çözülüp, kentlerine dönüşü sağlanmalıdır.
Bölgenin en önemli sorunlarından biri de acının katlanmasına yol açan kayıp çocuk ve diğer insanların akıbetinin öğrenilmesidir. Bu noktada öyle bir mefta ve çürümüş kapitalizmle karşı karşıyayız ki molozların altında insanlar için önemli olan cenazelerine ulaşmayı bile çok görmüşlerdir. Adeta yangından mal kaçırır gibi hemen molozların kaldırılmasına geçmişlerdir. Bu bir yanıyla açıklarının gizlenmesi saikiyle yapılmış, diğer yanıyla molozların kaldırılmasından da kazanç elde etmek için yapılmış bir vahşet örneğidir.
Ama açık ve net bir gerçek ki tüm bu yıkım ve olumsuzlukların çözümü zor değildir. Yapılması gereken toplumsal duyarlılık anlamında sürekliliği olan basınç ve mücadeledir. Elbette siyasal ve toplumsal muhalif gönüllü kuruluşların dayanışması da devam etmelidir. Ama normalde bilimsel ve teknik bilgi konusunda görevli olan hocalardan Naci Görür ve Ahmet Ercan bile bilim insanı olmanın başat gerçekliğinin özellikle depremin getirdiği toplumsal sorunlara duyarlı olmanın somut örnekleri olmuşlardır.
Naci Görür ısrarla ve defalarca depremlerin en az zararla atlatılması için somut hedef göstermektedir. Özellikle depreme dayanıklı konut yaptırmaları mümkün olmayan insanlara çağrı yapmaktadır. Bu depreme dayanıklı konut yapmak yönetici siyasilerden geçtiğine vurgu yapan Görür insanlara mitinglerle, yürüyüşlerle mücadele önermektedir, Çözüm için kazanımın da bu mücadelelerden geçtiğini belirtmektedir. Ahmet Ercan’da depremlerde yıkım yaşayanların yoksullar olduğunu belirten sınıfsal açıklamalar yaparak gözaltına bile alınmıştır. Ayrıca başta deprem bölgesinde ki depremzedelerin Hatay’da yaptıkları “Hakkımızı Helal Etmiyoruz “ yürüyüşü, Samandağ’da benzeri yürüyüş önemli olsa da bunu diğer deprem kentleri de yapmalıdırlar. Daha da önemlisi unutturmamak için sürekliliğin sağlanmasıdır. Elbette gerçekçi yaklaşımla mümkün olması şu aşamaya kadar olmadığı için ülke çapında bu eylemliliklerin yapılması temenni bazında kalmaktadır.
Bu noktada öneminden kaynaklı beklenen olası İstanbul depremi üzerine de değerlendirme yapmak gerekli olmuştur. 11 kenti kapsayan yaklaşık 14 milyon nüfustan daha fazla nüfusa yani yaklaşık olarak 16 milyon sürekli göçlerle 20 milyona yaklaşan nüfusu ile büyük bir metropolden bahsediyoruz. Nüfus yoğunluğunun yüksekliği dışında sanayi, ticaret, finans ve kültürün merkezi olarak da devasa bir metropolün bu koşullarda 7 üzerinde bir depreme yakalanması yalnız İstanbul’da değil ülke çapında yıkımın zararını gösterecektir.
Bir önemli veri bu durumu aleni teyit etmektedir. İstanbul’da son yapılan hasar tespitine göre 318 bina çökecek durumda. Bu binaların yüzde 73 de 1999 depremi öncesi yapılmıştır. Böylesi bir durumda ölü ve yaralı sayısının yüksekliği adeta İstanbul’un insansız bir hayalet kent görüntüsünde olacaktır. Deprem öncesi dışında deprem sırasında yangınlar, kimyasal atıklar vb gibi diğer felaketler adeta İstanbul’un haritadan silinmesini getirmesi de sürpriz olmayacaktır.
Uzun olmayan bir zaman kesitinde olması beklenen Marmara-İstanbul depreminin en az zararla atlatılması için deprem öncesi, sırası ve deprem sonrası yapılacaklar, detaylı bir şekilde raporlar halinde bilinmektedir. Yapılması gereken akut şekilde bütünsel anlamda harekete geçmektir. Bunun için ilk yapılması gereken ülke çapında bir afet konseyi oluşturmaktır. Bu konseyde ilgili ekonomik, finansal, siyasi, sosyal, ekolojik, kültürel vb. ve deprem mağdurları olan geniş bir halk katılımı sağlanmalıdır. Bu konsey dinamik olmalı bileşiminin sürekliliği sağlanmalıdır. Bir seferberlik şeklinde hareket edilerek öncelik ve acil olanlardan başlanarak, diğer önceliklerle devam edilmelidir. Diğer önemli bir somut çözümde toplumsal ve soysal bir kentleşme olarak çabuk ulaşılabilir ( örneğin bilimsel olarak 15 dakika veriliyor ) küçük illere- kentlerde bölünmüş bir İstanbul olarak yeniden yapılanmak gerekmektedir.
Ama tüm bu ve benzeri tedbirlerin alınması yine depremden en çok zarar görecek geniş kitlelerin basıncı, caydırıcılığı ve mücadeleden geçmektedir. Ayrıca örneğin bir afet konseyi oluşursa bunun her düzeyde denetim ve yönelişi de bilinçli halk müdahalesinden geçtiği de bilinmelidir. Ama başka ülkelerde özellikle Avrupa ülkelerine önceden deprem bilimciler tarafından uzak olmayan bir gelecekte deprem olacağı uyarısı yapılsa adeta yer yerinden oynar, sokaklar, medyalar deprem alanları olurdu. Ama İstanbul’da bilim dışı tehlikeli bir sessizlik, suskunluk, daha da olumsuzu kabulleniş ve kanıksama vardır. Bundan bir an önce çıkmak ve harekete geçmek en mütevazi şekliyle temennimiz olsun diyoruz.
Elbette depremzedeler yukarıda değerlendirdiğimiz yıkım ve olumsuz badireleri atlatsalar da yani diyalektik süreçlerle geçici ve giderek kalıcı barınma asgari ve hatta azami boyutlarda çözülse de sorunlar bitmeyecek yeni versiyonları ile devam edecektir. İşte böylesi koşullarda zaten ekonomik çöküş, yıkım deprem öncesi de varken, deprem bunu ekstra olarak katlamıştır. İşte bu noktada “timsah Kapitalizmi” denilen metafor devreye girecek olup emekçilerin tüm birikim ve kazanımları timsah gibi egemenler tarafından yutulacaktır.
Somut örneklerle devam edersek depremin yalnızca yıkımından kaynaklı ekonomik maliyetinin 100 milyar dolar olduğu söyleniyor. Ayrıca bütçe açığının 203 milyar lira, 1 yılda ödenecek borç miktarı 198 milyar dolar. Ocak ayında 10 milyar rekor cari açık yine işçi ve emekçilerden yüksek oranlı artı-değer ve doğrudan ve dolaylı yüksek vergilerle çıkarılacaktır. Bu durum hipere yaklaşan enflasyon, yüksek işsizlik, düşük ücret ve gelir olarak dönerek açlık ve yoksulluğun daha yükselmesi demek olacaktır. Elbette ki bu açlık ve yoksulluğu yaşayanlar başat olarak depremzedeler olacaktır.
Bu noktada kapitalizmin ekonomik anlamdaki güncel gelişmelerinin doğru anlaşılması ve kavranması için kapitalizmin diyalektik anlamda otantik yasalarının önemi sürekli gündemde tutulmalıdır. Yani üretim ve büyük tüketim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyet, işgücü ve insanı ilgilendiren hemen her şeyin meta olması, ücret, fiyat, kâr sarmalının diyalektik saiklerle varlığının ve sürekliliğinin devamı kapitalizmin temeli olarak akılda tutulmalıdır.
Seçimlere 2 aydan az bir zaman kala burjuva siyaset arenası her boydan, kırılganlıklara, kaos ve açmazlarla karşı karşıyadır. Erdoğan’ın seçimleri 14 Mayısa alması normalde sürpriz oldu dense yanlış olmayacaktır. Seçimlerin normal zamanı olan Haziranın bile değil bir yıl ertelenmesi bile sürpriz olmayacaktı. Ama özellikle depremin yukarıda da değindiğimiz şekliyle ekonomik çöküş ve yıkımın her geçen gün daha da olumsuzluk yaratacağı görüldüğü için adeta frene basılmış ve erkene alınmış seçim olarak 14 Mayıs tespit edilmiştir. Erdoğan için Cumhurbaşkanlığı seçiminin kazanılması mümkün değilken, Meclis seçimlerinde birinci parti çıkmak bile kendisinin ve AKP’nin geleceği için önemli görülmektedir.
Dolayısıyla adeta denize düşen yılana sarılır metaforu kullanışlı aparat haline gelmiştir. Yakın geçmişte Saadet Partili Asıltürk ile Saadet partisinin AKP’yi desteklemesi veya bu olmazsa bölünmesi tezgahı tutmamıştır. Son günlerde de HÜDAPAR ile başlayan süreç, Yeniden Refah Partisi ve Mehmet Şimşek'e aktif bir görev teklifi ile devam etmiştir. HÜDAPAR’la bile sancılı birlik dışında, Yeniden Refah ve Mehmet Şimşek olayı AKP önünde gösterişli kürsüler hazırlanmasına rağmen her iki tekliften ret alınarak süreç adeta başlamadan bitmiştir.
Elbette bu gelişmeler normal seyrinde gelişmeler olsa üzerinde durma gereği duymazdık. Ama HÜDAPAR’ın ve Yeniden Refah Partisinin özgün durumları bunların üzerinde değerlendirme yapmayı önemli ve zorunlu kılmaktadır. HÜDAPAR’ın programında Kürt sorunu çerçevesinde federasyon ve anadilde eğitim gibi maddelerin olması normal koşullarda desteklenebilirdi. Ama bu maddelerin Hizbullah gibi arkaik, gerici, rahatlıkla kendisine biat etmeyenleri öldürüp, aynı ev vb altına gömen bir cinayet şebekesi olduğu için bu maddelerin inandırıcı ve sahici olmadığı açıktır. Ayrıca HÜDAPAR’In Hizbullah’ın görüşlerini reddetmediği de bilinmektedir. Dolayısıyla HÜDAPAR’ın savunduğu bu federasyon ve anadilde eğitim kendi yandaşlarına özgürlükken, diğer insanlara esaret ve ölüm demektir. Ayrıca geçmişte PKK ve Kürt Partilerinin karşısına silahlı cinayetleri ile çıkarılan Hizbullah, bugünlerde de HDP’nin karşısına HÜDAPAR olarak çıkarılmak istenmesi de sürpriz olmayacaktır.
Yeniden Refah ise İstanbul Sözleşmesi ve 6284 e bile karşı çıkarak bir başka gerici, arkaik, kapitalizmi savunan bir parti olarak Cumhur İttifakına katılmayı reddetmesi sürpriz olmamıştır. AKP’nin Yeniden Refah partisinin tüm taleplerini kabul etmesine rağmen Cumhur ittifakına katılmayışı, kaybedecek bir Cumhur İttifakı görüldüğü için kabul edilmemiştir. Dolayısıyla beklenen bir yenilgi sonucu Yeniden Refah kendi tabanını kaybedecek durumda olduğu için 20 yıllık olumsuzluğa ortak olmalıyız diyerek katılmayı reddedilmiştir. Sonuçta gerek HÜDAPAR, Yeniden Refah ve Mehmet Şimşeğe bile muhtaç olmuş bir Erdoğan, AKP ve Cumhur İttifakının yenilgi ve bitişinin somut hali açık ve net olarak görülmektedir.
AKP’nin tükenişinin, tümüyle bitişinin dönemin ANAP ve DSP gibi tabela partisine dönüşmesi seçimleri kaybedince daha görünür hale gelirse çok sürpriz olmayacaktır. Bunun şimdiden bir çok işareti de görülmektedir. AKP’li Özlem Zengin ve Aile Bakanı Derya Yanık’ın 6284 e sahip çıkmaları bir yanıyla kadın olmalarından kaynaklı olduğu gibi, kadın mücadelesinin aktifliğinin, özne olma halinin nötr durumunda kadınları bile etkilediği açıktır. Diğer yandan AKP’nin tükenmiş durumda olması her insanının biraz daha özgür davranmasını getirmiştir.
Yine dönemlerinde uygulamalarıyla suçları kabarık olan burjuva yasalarında bile suçlu olan Akar, Soylu, Koca’nın milletvekilliği aday olacakları belirtilmektedir. Deprem bölgesinde adaylığını koyacakları söylenen bu takım depremde olumlu işler yaptıklarının ispatı noktasında bölgeden adaylıklarını koyarlarsa ağır bir yenilgi alırlarsa sürpriz olmayacaktır. Deprem öncesi bölgenin muhafazakar özelliğine güvenen bu takım yanıldıklarını görecektir. Bu noktada bir avantajları bölge dışında milyonlarla ifade edilen seçmenlerin oy kullanamayacak olması ve ustalıkları olan seçim hileleridir. Elbette bu takımın milletvekili olmak istemelerinin temel nedeni dokunulmazlık kazanmalarıdır. Ama bu dokunulmazlık bile suçlarını örtemeyecek ve halk nezdinde her durumda dokunularak gereken yapılacaktır.
Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu’nun durumuna gelirsek, Millet İttifakının parçalı yapısı ve kırılganlıkları ve açmazları başat olumsuzluğunu seçim sonrası Millet İttifakı iktidarında yaşanacaktır. Akşener’in bir bölenliği sonuçlanmış olmadığı gibi, siyasi operasyondan kaynaklı aldığı darbe ile birlikte süreç içinde istifa ederse de sürpriz olmayacaktır. Ayrıca kapitalizm içinde küçük iyileştirmeler bile İttifak içindeki sermaye kanatlarında sorun yaratacaktır. Yine İstanbul Sözleşmesi, 6284, LGBT-İ de adeta mayınlı zemin olarak İttifakın varlığını ve geleceğini belirleyecek önemli bazı sorunlardan olacaktır. Tüm bunların çözümü , gerçekleşmesi ve İttifakın devamı kitle basıncına bağlı olacaktır.
Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı Akşener- İyi partinin engellemesinden kaynaklı geç açıklansa da netleşmiş olarak ilan edildi. Bu noktadan sonra Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için HDP’nin desteği olmazsa olmaz noktadadır. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun HDP ile görüşmesinin sıradan bir oy birlikteliği olamayacağını HDP açıkça belirtmiştir. Bu noktadan hareketle Kılıçdaroğlu, HDP görüşmesi bir program ve çözüm noktasında olmuştur. HDP’nin 11 maddelik Tutum Belgesinin önemli maddelerinde mutabakat sağlanmıştır. Bu mutabakatın en önemlisi Kürt sorunun Mecliste çözüleceğinde ortaklaşmadır. Elbette atanmışlığa göre ,( burjuva temsili kurum olsa da ) seçilmiş olması anlamında daha ileri olan Mecliste çözüm gizliliğe göre belirli sınırlarda da olsa açıklık anlamında da önemli olacaktır.
Muharrem İnce olayına gelince, İnce’nin “ adam kazandı” sendromu devam ediyor. Bunu CHP’den ayrılarak ve yeni bir parti kurarak belli etmiştir. Gelinen noktada yanar , döner tutumu devam ediyor. Bir gün CHP’ye dönük olumlu açıklamalar yaparken , zaman geçmeden tam tersi şeyler söylemektedir. Olası Millet İttifakının Milli Eğitim Bakanı olacağı söylenirken, İnce Millet İttifakına saldırmaktadır. Gelinen noktada ise kazanması sıfır olduğu halde Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması tipik bir bir bölenlik olup Erdoğan’a yarayacağı açıktır. Ama aynı İnce’nin istikrar abidesi olarak adaylıktan vazgeçmesi ve Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi de sürpriz olmayacaktır.
HDP’nin son durumuna baktığımızda savunmanın seçim sonrasına ertelenmemesi sonucu HDP’nin zorunlu olarak Yeşil Sol Parti ile seçime gireceği netleşmiş durumdadır. Yine HDP seçimlerde ne yapacağını netleştirmiştir. Aday çıkarmayarak ( Normalde kendi adayını çıkarmasının her koşulu olmasına rağmen ) bir kez daha halkların taleplerini yerine getirerek demokrat görevini yerine getirmiştir. Şimdilik Kılçdaroğlu’nu desteklemeyi isimlendirmeseler de ilerde bunu da açıklayacaklarını belirtmişlerdir. Bu aşamada bile Kılıçdaroğlu’nun HDP seçmenince destekleneceği açıktır. Ama özelikle belirtelim ki olası Millet İttifakı iktidarında Kürt sorununun çözümü Mecliste ve dışında her boydan birlik ve ayrılıkların dinamik zemini olacaktır.
SONUÇ YERİNE
Gelinen noktada kapitalizmin kirliliğinin ve güvenlikçi devletin saldırısının günlük gelişmeleri devam etmektedir. İklim krizi- küresel ısınmanın tahribatı giderek yükselmektedir. Son sel felaketinin afete dönüşmesi, sel havzalarına yapılaşmadan kaynaklı olduğu açıktır. Bu yapılaşma yoksullara mezar olurken, egemenlerin zenginleşme kaynağı olmuştur. Bu noktada Tarım Bakanının açıklaması bir dil sürçmesi değil, malumun ilanı şeklinde bir anlayışın gereği yapılmıştır. Tarım Bakanı son sel felaketinde 20 insanın ölümü sonrası. “ Sel 15 canı aldı ama toprak da suya kavuştu “ diyerek aslında toprak can alarak adeta kana doydu demektedir. Bu söz üzerine daha fazla bir şeyler söylemek zül olup zaman kaybıdır.
Yine kapitalizmin kirliliğine dönük çok olay olmasına rağmen bunların çoğu medyaya yeterince yansımamaktadır. Bizim dikkatimizi çekti ve öneminden dolayı gündeme aldık. İstanbul’da finans merkezinde son 4 ay içinde 20-28 yaşları arasında 3 inşaat işçisinin intihar ederek yaşamlarını yitirdikleri belirtiliyor. Elbette ki intiharların tekil değil , bütünsel saiklerden kaynaklı olduğu açıktır. Bunlardan birinin başat olması mümkün olsa da sonuçta Kapitalizmin anaforu bu intiharların bütünsel olduğunu göstermektedir.
Güvenlikçi kapitalist devletin seçim yaklaştıkça özellikle medyaya saldırısı sürpriz olmayacaktır. Seçime kadar kazanamayacağı belli olan ( çok özel nedenler dışında ) iktidarın seçime kadar tutuklu gazeteci sayısının artması, kapatma kararları, gösterileri izleyen gazetecilere fiziki saldırılar da devam edecektir. Tüm bu ve benzeri saldırıların ortadan kaldırılması veya azaltılması bilinçli kitle mücadelesinin basıncından geçtiği de açıktır.
Seçim öncesi, sırasında ve sonrasının rahat geçmeyeceği de bilinmelidir. Seçim öncesinde propaganda faaliyetinde faşistler ve siyasal İslamcıların rahat durmayacakları sürpriz olmayacaktır. Bu durum sandık güvenliğini öne çıkarmaktadır. Geçmişte vatandaşlık görevi olarak seçmenler oy vermeye çağrılırken, son dönemde seçmenlere oyunuza sahip çıkın deniyor. Bu noktada da tüm muhalefetin birlik olması devlet- iktidar ortaklığının oyunlarını bozacaktır. Seçim sonrasında iktidar 20 yıllık saltanatını ve seçimi kaybeder ve iktidardan giderse suç ortaklığı anlamında burjuva yaslarına göre de yargılanacağı için her boydan devlet ve sivil şiddette yönelmesi sürpriz olmayacaktır. Dolayısıyla tüm bunları durdurmak da yine toplumsal muhalefetin bir kişi bile fire vermeden birlik ve mücadelesinden geçmektedir.