Kapitalizmin bir dünya sistemi olması ile birlikte en uç noktalara kadar ulaştığı açıktır. Bu anlamda gelişmemiş ülkelere de ulaştığı ve oraların da kendi özgün ve otantik şartlarında egemeni olduğu bilinmelidir. Çünkü kapitalizme adını veren sanayileşme değil, diyalektik saiklerle meta üretimi olmasıdır. Yani meta üretiminin varlığı sanayileşmeyi oluşturmuş, gelişmiş sanayi kapitalizminde de meta üretimi özgün yanıyla devam etmektedir.
Gelinen noktada küresel kapitalizmin kriz-çöküş koşulları tüm ülkeleri ( Biçimsel farklılıklarla gelişmiş ve diğer tüm ülkeleri ) diyalektik saiklerle kapsamaktadır. Bu durum rutin çevrim yasalarının da tıkandığını, kendi içinde kırılmalar yarattığını göstermektedir. Artık çevrim içindeki toparlanma kategorisi kendi işlevselliğini yerine getirememektedir. Bu anlamda “sürekli depresyon” hal nihai kriz olarak işlemektedir.
Bir tarafta obez şekilde büyüyen, büyüdükçe darlaşan ( Oligarşilerin de daha darlaşmış hali olarak ) çürüyen, asalak, geberen bir kapitalizm, diğer tarafta bu kapitalizmden kaynaklı milyonlarca yoksulun yanına birde artık rutin hale gelen açlık eklenmiştir, artık bu yoksulluk ve açlık durumu yalnız gelişmemiş ülkeleri değil, gelişmiş ülkeleri de kapsamış olup, sürecin daha hızlanacağı açıktır. Bu anlamda son dönemde literatüre giren “Çalışan yoksullar” kavramına bir de “çalışan açlar” veya “derin yoksulluk “, “derin açlar” eklenmesi sürpriz olmayacaktır.
Bu noktada geniş işçi ve emekçi kitlesine kırıntı bile vermek istemeyen bir kapitalizm ile karşı karşıyayız. Bu durum nesnel olarak gelişmiş veya diğer tüm ülkelerde farklı düzeylerde de olsa bir direniş, isyan başlatmış olup ( Farklı ülkelerde ve aynı ülkelerde yeniden başlamak üzere ) süreç hız kesmeden devam edecektir . İşte böylesi koşullarda sürdürülebilirlik ancak kapitalist devletin baskı ve şiddet araçlarıyla sağlanmaktadır. Hatta rıza üretimi de kapitalist devletin baskı ve şiddet araçlarıyla düzenlenmektedir. Dolayısıyla böylesi kapitalizmin koşullarında sürdürülebilirlik ancak güvenlikçi devletler, faşizm uygulamaları ile yaşam alanı bulabilirdi. İşte özellikle Avrupa’da ırkçılık, aşırı sağ ve neo-faşizm, faşizm eğilimlerin yükselişi de böylesi arka plan saikleriyle gerçekleşmiştir.
İşte küresel kapitalizmin varlığı gelinen noktada daha aleni ve görünür şekliyle askeri darbeler üretir eğilimli hale gelmiştir. Bu askeri darbelerin şimdilik son ama yeni olanı Nijer’de gerçekleşti. ( Daha önce yine Afrika’da Sahel ülkeleri olan Mali, Burkino Faso, Çad’da da benzeri askeri darbeler yaşandı ) Bizde Nijer’deki askeri darbeyi değerlendirmeye alarak artık kapitalizmin bu kriz, çöküş hali bir dizi ülkede zayıf halkadan kaynaklı askeri darbeler üretirse sürpriz olmayacaktır. Türkiye zaten yakın zamanda darbe kalkışması ile daha öncede periyodik olarak yaşanan askeri darbeleri gördüğü için artık darbeler üzerinde yoğun şekilde durmak özellikle sol-sosyalistlerin önemli gündemi olabilecektir.
Elbette askeri darbelerin şekillenişi her ülkede bir ve aynı olmayacaktır. O anlamda indirgemecilikten, ezberlerden, mutlaklardan, nobranlıktan azami kaçınmak gerekmektedir. Her askeri darbe klasik askeri diktatörlük ile örtüşmeyebilir. Askeri darbe özne aktörlerinin faşist eğilimde olması o darbeyi diktatörlük olarak faşist yapmaz. İşte Nijer’deki askeri darbeyi kendi somutunda değerlendirdiğimizde şöyle özgünlükler görürüz. Nijer gibi ülkelerde ordular başat olarak ekonominin de hakimi olarak ( yerel şirketlerin ya sahibi , yada ortakları olarak), özellikle de askeri-sanayi kompleksinin egemenleri olarak askeri darbeler daha kolay şekliyle o ülkelerde yaşanmaktadır. Yine Nijer gibi ülkelerde genelde bu tip askeri darbelere halkın rızası da vardır ve daha görünür haldedir.
Bu anlamda klasik askeri diktatörlüklerde görülen yukarıdan aşağıya ve yine kendi içinde aşağıdan yukarıya askeri anlamda düzenleme Nijer darbesinde görülmez, buna gerek de duyulmaz ,zaten ordu ekonomi de dahil hemen diğer tüm alanlarda egemendir. Bu durum darbeci askerlerin konumuna göre, çıkarlarına göre daha dönemsel, günlük, anlık tutum alışlarını da göstermektedir. Bir dönem Batı yanlısı olurlar , bir dönem Rusya yanlısı olurlar. Yine Nijer darbesinin bir başka özgünlüğü dış bağlantısı olması değildir. ( Tüm askeri darbelerin kendi özelinde dış bağlantıları vardır. Bir de buna o ülkelerin NATO gibi savaş ve askeri örgüt üyelikleri varsa dış bağlantı olmaması sürpriz olacaktır ) Rusya menşeili Wagner paralı askerler örgütünün bu darbenin düzenleyicisi olması önemli özgünlük olmuştur.
Dönemin somut bir geçekliği ki artık Wagner vari yapılanmaların bir dizi ülkede ( Türkiye’de paramiliter yapılanma olan SADAT gibi ) farklı adlarla örgütlenmeleri mümkün olacaktır. Zaten ABD ‘de dahil açık ve gizli olarak bir dizi ülkede faaliyette oldukları da bilinmektedir. Bu anlamada bu tip yapılanmalarını askeri darbe düzenleyicileri olmaları veya destekçisi olmaları da elbette sürpriz olmayacaktır.
Sonuçta Nijer’deki askeri darbeye karşı sol-sosyalistlerin nasıl tutum almaları konusunda genel bir değerlendirme ile bu bölümü sonlandırmak istiyoruz. Bir tarafta özellikle Afrika’da sömürgeci-sömürge ilişkisini modern saiklerle devam ettiren Fransa ve yine Afrika’nın yerüstü ve yeraltı tüm zenginliklerine el koymak isteyen kapitalist-emperyalist ABD. ( Elbette ABD askerleri ve üsleri ile spor yapmak veya piknik yapmak için orada değillerdir. Ayrıca o ülke halklarının koruyucusu, kollayıcısı olarak değil, yağma ve talan için oradadırlar ) Diğer taraftan oligarglar egemenliğinde özgün bir kapitalist-emperyalist Rusya’nın Afrika çapında yayılmacı tutumu ve yine özgün bir kapitalist-emperyalist Çin’in ticaret, yatırım, borçlandırma ve altyapı yatırımlarıyla Afrika’ya girme faaliyetleri. Özellikle Fransa’nın bıraktığı boşlukların Rusya ve Çin tarafından doldurulma faaliyeti. Bu noktada indirgemeci, vulgar bir anlayışla Batı ve ABD karşıtlığı her durumda ileridir ve bu darbenin öznesi de Rusya olduğu için bu darbe desteklenmelidir anlayışı sığlığı, nobranlığı dışında arkaik bir anlayıştır.
Devrimci Marksizm ise yine üçüncü yolu seçecektir. Bu bir takıntı da değildir, tarafsızlık da değildir. Kapitalist-emperyalist tüm özellikler taşıyan iki kampın ( Batı, ABD ve Rusya, Çin kampı olarak ) yayılmacı, pazar çıkarlarının tümüyle karşısında olarak net bir taraf olma halidir. Bu üçüncü yol tavrı aynı zamanda işçi, emekçi ve ezilen halkların yanında doğrudan tutum almak anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla her kapitalist ülke için nesnel bir risk teşkil eden askeri darbelere karşı emsal teşkil edecek olan bu üçüncü yol tutumu önemli bir katkı olacaktır diye düşünüyoruz.
Bu bölüme son dönem ve günlerde öne çıkan ve önemli gördüğümüz ekonomi, işçi sınıfı ve sendikalar üzerine gelişmelerin değerlendirmesi ile devam ediyoruz. Sol-sosyalistler için kendi örgütlülükleri ve faaliyetlerinde bu değerlendirmelerin katkı sağlaması ( Hepimiz için örnek ve ders niteliğinde ) önemli olacaktır.
Türkiye kapitalizminin özellikle çöküş halinden kaynaklı tıkanmaları, kaos ve kırılganlığı hız kaybetmeden devam etmektedir. Kapitalizmin otantik ve yapısal sorunlarından kaynaklı bu durumu çözüm üretemediği gibi yeni sorunlar üreterek ve çözümsüzlük olarak adeta bumerang etkisiyle kendisine dönmektedir. TÜİK’in bilinçli manipülasyonu, yeni Merkez Bankası başkanının önceki yüzde 21 olan yıl sonu enflasyon oranlarını yüzde 58 de revize etmesi, Erdoğan’ın ünlü ekonomist olarak enflasyonun tek hanelere ineceği hayali ve şimdiki enflasyonu yüzde 15 lerde gösterme kakofonisi siyasi bir çaresizlik ve şaşkınlık halidir.
Bu çaresizlik ve şaşkınlık hali şu verilerle de daha net anlaşılır ve kavranır olacaktır. TÜİK’in Temmuz ayı enflasyonu yüzde 9,49, yıllık artış 47,83, ENAG ise aylık 13,18 ve yıllık 122,88 olarak veriyorlar. TÜİK’in bu inandırıcı olmayan verileri dolar ve benzin fiyatları ile daha net görünür durumdadır. Seçim günü yani 28 Mayısta dolar 19,92 lira dolar bugün 26,97 lira. TL dolar karşısında iki ayı bir hafta içinde yüzde 35 değer kaybediyor. Benzin yine seçim günü 19,80 lira b uğun 36,08 lira iki ay bir hafta içinde benzine gelen zam yüzde 82 olmuştur.
Dolayısıyla bir de gıda, eğitim, kira ulaştırma gibi sektörlerdeki artışlara bakıldığında, hissedilen ve fiilen yaşanan fiyat artışları arasındaki farklar daha net olarak görülecektir. Bu anlamda işçiye, memura ,emekliye, çiftçiye, asgari ücretliye anlatılan “sizi enflasyona ezdirmeyeceğiz” sözüne birde TÜİK-ENAG farkı eklendiğinde bu sözler ancak bir masal olarak kalıyor. Bu noktada sağlık, eğitim, konut, gıda gibi temel sektörlerdeki fiyat artışları yalnız işçi ve emekçileri değil özellikle alt- orta sınıfların da çöktüğünün ilanıdır. İlaca gelen son yüzde 30,5 zam, lokanta ve otel fiyatlarının yüzde 82,62 artması, üstelik ulaştırmaya yüzde 43,40 zam alt-orta sınıfların bu alanları kullanmasının lüks hale geldiğini somut olarak göstermektedir.
Bu arada Türkiye sanayinin dinamosu olan metal sektöründe sömürü oranının yüzde 300 artığına dikkat çekiliyor. MESS kapsamında ki fabrikalarda kıdemi 10 yıla kadar olan pek çok işçinin saat ücretinin asgari ücretin yüzde 8 fazlası olması karşısında 2023 yılının şu ana kadar açıklanan ikinci çeyrek bilançolarında metal sektörünün en büyük firmalarında ciddi kârlara ulaşılmış olduğunu hatırlatalım. 13 yıl önce bir işçinin ortalama ücretinin asgari ücretin yüzde 91 üzerinde olduğuna dikkat çekilerek, eğer makas korunsaydı şu an ki ücretinin yüzde 62,8 daha fazla olacağı vurgulanıyor. Yine 14 büyük şirketin sömürü oranı 15 yılda yüzde 500 den yüzde 800 e çıktı.
Bu somut durum karşısında MESS sözleşme sürecinde, sözleşme öncesi yüzde 40 ek zam ve TİS’te ise en az yüzde 100 zam ve asgari ücretteki her artış oranının ücretlerine yansıtılmasını talep ediyorlar. Bu somut verilerde gösteriyor ki bir kesim sol-sosyalistinde mavi yakalı proletaryanın gücünü kaybettiği, yer yer ortadan kalktığı manipülasyonu her defasında proletaryanın gücü karşısında yeniden test ediliyor. Yine en yüksek artık değer oranlarının modern sanayi anlamında metal sektöründe olduğu bu yukarda da belirtildiği gibi aynı zamanda en yüksek sömürü demek olduğu da açıktır. Dolayısıyla modern sanayi proletaryası ( Dijital sanayi proletaryası ile birlikte ) yani mavi yakalı proletaryanın üretimdeki yeri ve gücü onu bilgi-bilinç donanımıyla birlikte aynı zamanda yönetici sınıf da yapmaktadır.
Yine kapitalizmin, patronların aç gözlülüğüne bir somut örnek, işsizlik fonundan patronlara aktarılan miktar, işsizlere aktarılan miktarın iki katı olmuş, fondan bu yılın ilk altı ayında 9,6 milyar işçilere ödenirken, patronlara 19,7 milyar lira ödenmiş durumda. Buna göre patronlara ilk altı ayda ödenen teşvikler geçen yıla göre yüzde 73 artmış durumda. Bu yıl sonuna kadar bu rakamın 40 milyar lirayı aşması bekleniyor.
İşsizlik Fonunun devreye alındığı 2002 martından bu yana 18 milyon işçi işsizlik ödeneği için baş vurmuş ve bunların sadece 9,9 milyonu işsizlik ödeneği alabilmiş. Fonun kurulduğundan bu yana işçilere toplam 58,2 milyar lira ödenirken, patronlara sadece 2020 den başlayarak 23 ün ilk altı ayın teşvik ödemeleri 84,8 milyar lira olmuş. Bu yılın sonuna kadar yapılacak ödemeleri de hesaba kattığımızda patronlara aktarılan işçi parası, teşvikler 104 milyarı aşmış olacak.
İşçi için bu konu bazlı bir başka eziyet, adeta işkence, işsiz kalan bir işçinin işsizlik fonundan yararlanabilmek için önüne sürülen şartlar ise oldukça ağır. İşçinin bu fondan yararlanabilmesi için iş sözleşmesinin sona ermesinden önceki son 120 gün iş sözleşmesine tabi olması ve iş sözleşmesinin feshinden önceki son 3 yıl içinde en az 600 gün süre ile işsizlik sigortası primi ödemiş olması gerekiyor. İşçiye fondan yararlanması için dayatılan bu koşulların ağırlığını anlamak için her 100 işsizden ancak 11 nin fondan yararlanabildiğini, 89’unun ise fondan yararlanamadığı gerçeğini hatırlatmak gerekiyor. Fondan yararlanmaya hak kazanan işçiye ödenen miktar ise en düşük 2 bin 588 lira, en yüksek ise 5 bin 176 lira ile sınırlanmış durumda. Yani tam anlamı ile sefalet ücreti bile değil ve açlık sınırının yanına hiç yaklaşamıyor. Tüm bu verilerde gösteriyor ki işçi sınıfı artık değer sömürüsü, yüksek vergiler dışında bir de işsizlik fonundaki birikimin patronlara teşviki ile ekstra sömürü çarkının içindedir. Ayrıca bu sefalet ücreti için bürokratik kırtasiyecilik te ayrı bir yıkım durumunu göstermektedir.
Bu noktada bir de sendikaların somut durumuna bakalım. Sendika istatistikler 31-8-2023 tarihinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yayınlandı. Bu istatistiklere göre 16 milyon 413 bin işçiden sadece 2 milyon 424 bini, yani yüzde 14,8’i sendikalı. Sendikalı işçilerin yarısından fazlasının da kamu da çalışan işçiler oluşturuyor. Bu işçilerin önemli bir kısmını belediyelerde ve sağlık sektöründe, düne kadar sendikal hakkı bile tartışılan, sonrasına “kadroya” geçirilen taşeron işçileri oluşturuyor. Toplamda kamu sektöründeki işçilerin önemli bir kısmı ( yaklaşık dörtte üçü ) sendikalı.
Bu sendikalar içinde iki sendika dikkati çekiyor. Bunlardan birincisi 214 bin üye ile Öz Sağlık İş sendikası. Öz Sağlık – İş 2014 yılı temmuz ayı istatistiklerine 2 bin civarında üyeyle ilk defa göründü. Bugün geldiği nokta gerçekten dikkat çekici. Diğer önemli sendika ise Hizmet-İş sendikası. Hizmet-İş sendikası iktidara yakınlığı ile bilinen ancak Öz Sağlık-İş’e göre çok daha köklü bir sendika. O da hızlı bir gelişim göstererek Türkiye’nin en büyük sendikası haline geldi. Yani kamu emekçileri alanında Memur-Sen’in yükselişinin işçi alanında da bir izdüşümü var. Özel sektörde ise örgütlülük yüzde 7 seviyesinde. Toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin oranı ise sadece yüzde 5. Buralarda da kapitalist devletin doğal olarak sermayenin tercihlerini esas aldığı görülüyor. Dolayısıyla bu verilerle baktığımızda Türkiye’de sendikalar , yasalar ve yönetmeliklerle devlet-iktidarın kontrolü altındadır.
Adeta sendikasızlık olan bir dönem 12 Eylül askeri darbesinin bilinçli tasarrufu olarak şekillenmiştir. 1983 yılında çıkarılan ( Askeri diktatörlüğün tam boy yerleştiği koşullarda ) 2821 ve 2822 sayılı yasalarla, güçlü sendikacılık adı altında, bürokratik vesayet temelli bir sendikacılığın inşası amaçlanmıştır. İşçi sınıfının 1960’lar da yükselen ve 1970’lere damga vuran bağımsız eyleminin önü kesilmek istenmiştir. Darbe sendikal düzeni adeta bitirme noktasına getirdi. İşçi sınıfının mücadelesi sonucunda elde ettiği kazanımlar, sendikal özgürlükler ortadan kaldırıldı. İşçi sınıfının bağımsız eyleminin mücadele örgütü DİSK tasfiye edilirken, sendikal faaliyetler ve toplu sözleşme düzeni askıya alındı ve çalışma hayatının yeni kuralları sermayenin beklentisi temelinde şekillendi. Yine 1983 yılında çıkarılan yasalar, sendikal hakların ayrılmaz bir parçası olan grev hakkını büyük oranda baltalamıştır.
Sonuçta gelinen noktada sendikalı işçi sayısı giderek azalmış ve başat olarak kamu da örgütlü hale gelerek işçi sınıfını nesnel olarak atomize edip güçsüz noktaya getirmiştir. İşçi sınıfının gücü özellikle sendikal alanda birlik ve örgütlülüğünden gelmektedir. Sendikalaşma patronlar ve devlet-iktidarın kabusu olduğu için bu anlayış tarafından tek çözüm sendikasızlaşma olmuştur. Ama işçi sınıfının değişen, yenilenen, gelişen yapısına rağmen sınıf ve kitle sendikacılığı hala belirleyen durumdadır. Yine azalan sendikalaşma durumu nedenler veya gerekçelerle kabullenmemeli, kanıksanmamalıdır. İşçi sınıfının ve tüm müttefiklerinin ülke çapında birlik, dayanışma ve mücadelesi ile bu barikatlar rahatlıkla aşılır. Sendikalaşma azami ölçüde yükselir ve sendikasızlaşma tarihe karışarak adeta çöp olur.
Bu arada bir önemli gelişme daha yaşanıyor. Kamu görevlileri ( memurlar ) ve onların emeklilerini kapsayan 7. Dönem tolu sözleşme görüşmeleri 1 Ağustos 2023 tarihinde başladı. Türkiye’nin en büyük toplu pazarlığı 3 milyon 820 bini kamu görevlisi 2 milyon 440 bin memur emeklisi olmak üzere 6 milyon 260 bin kişiyi ve onların ailelerini kapsıyor. İki yılda bir yapılan kamu görevlileri toplu pazarlığı asgari ücretten sonra en büyük ücret/ maaş pazarlığı niteliğinde. İşçi sendikaları tarafından kamu işçileri için yapılan toplu pazarlık belediyeler de dahil 1,2 milyon kamu işçisini de etkiliyor.
Kamu görevleri toplu sözleşme görüşmeleri hükümet adına Kamu İşveren Heyeti ile kamu görevlileri adına Kamu Görevlileri Sendikaları Heyeti arasında yapılıyor. Sendika heyeti 15 kişiden oluşuyor ama 13 ü Memur-Sen’li. Memur-Sen en çok üyeye sahip konfederasyon olduğu için Memur-Sen Başkanı toplantıya heyet başkanı olarak katılıyor. Toplantıya en çok üyeye sahip konfederasyonlar ( Memur-Sen, Kamu-Sen ve KESK ) birer temsilci ile katılıyor. Böylece 15 kişilik heyetin 13 üyesi Memur-Sen’e ait.
Bu tablo sendikal temsil açısından oldukça anti-demokratik. Toplu pazarlık yaklaşık 6,3 milyon kişiyi kapsıyor. Bunların 3,8 milyonu halen çalışan kamu görevlisi. Memur-Sen’in toplam üye sayısı ise 1 milyon 35 bin. Toplam sendikalı memur sayısı 2 milyon 230 bin. Başkanı her şeye yetkili Memur-Sen 5 milyon 200 bin kamu görevlisi ve emekliyi temsil etmiyor. Memur-Sen’in sendikalı memurlar içindeki temsil gücü yüzde 48,6 ve sendikalı memurlar içinde bile basit çoğunluğa sahip değil. Memur-Sen tüm memurların yüzde 27 sini , emekliler dahil toplu pazarlık kapsamının sadece yüzde 16 sını temsil ediyor.
Kamu görevlileri pazarlığının ucubeliğini bunlarla da sınırlı değil. Bütün toplu pazarlıkların en önemli aşaması uyuşmazlık sürecidir. Toplu pazarlıkta uyuşmazlık çıkması halinde sendikalar grev ve toplu eylem yoluna başvurulur. Bu memur sendikaları için de geçerlidir. Kamu görevlileri de greve çıkabilir. Ancak iktidar tarafından 2012 yılında yapılan Anayasa değişikliğine göre toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde taraflar Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna ( KGHK ) başvurabilir. KGHK kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmündedir. Bu yola zorunlu tahkim (grev yasağı ) deniyor. Dolayısıyla bu iktidar memurlara grevi yasaklamış ve grev yasaklı ucube bir toplu pazarlık düzeni oluşturdu.
Sonuçta işçi sınıfının önemli bir parçası olan kamu çalışanları içinde grevli bir toplu pazarlık sisteminin kazanılması o sendikalara sınıf ve kitle temelli sendikal anlayışın egemen olmasından geçmektedir. Bu da çıkarları ortak olan tüm sendikalı işçilerin birlik, dayanışma ve mücadelesine bağlıdır. Yine sendikal yönetimlerin sekter, bürokratik, ikameci anlayışına son verilerek gerçekleşecektir.
Bu bölümü önemli gördüğümüz bir grev ile sonlandırmak istiyoruz.
Rus devlet medyası Sputnik’in Türkiye ofisinde çalışan sendikalı 24 gazeteci, grev kararı sonrası işten çıkarıldı. Türkiye Gazeteciler Sendikası ( TGS), İstanbul Süzer Plaza’da bulunan Sputnik ofisi önünde sendikalı çalışanların işten çıkarılmasını protesto etti. Sputnik patronu, gerekçe olarak “ekonomik küçülme” yi gösterdi. Oysa Süzer Plaza gibi İstanbul’un kalburüstü yerlerinden birinde Sputnik patronunun ödediği kira bedeli, aylık 500 bin lira dolayında bulunuyor. Ortalama aylık gazeteci ücretinin 20 bin lira dolayında olduğu bir işyerinde 56 medya çalışanının aylık maliyeti de 1 milyon lira olarak hesaplanabilir.
Dolayısıyla sorun esas itibariyle “ekonomik küçülme” değil, işyerinde sendikanın varlığıdır. Nitekim TGS, toplu sözleşme görüşmelerindeki uyuşmazlık üzerine 24 Temmuz 2023’te grev ilanı asıyor. Ardından da 24 sendikalı işten çıkarılıyor. TGS Başkanı anlaşma sağlanmaması halinde 17 Ağustos’ta fiilen greve çıkacaklarını belirtti. Basın açıklamasına dayanışma olarak Türk-İş’in İstanbul’da ki bazı sendika şube başkanları, siyasi partiler olarak da SOL Parti, TKP, EHP ve TÖP de destek verdi.
1917 Ekim Devrimi ile oluşan işçi devletinde bile sendikalaşma ve grev hakkının varlığı işçi sınıfının işçi devletinde bile kendini koruma ile sağlanmıştır. Ama diyalektik süreçle bürokratik devlet kapitalizminde sendikalar devletleştirilmiş olup, bağımsız tüm özellikleri ortadan kaldırılmıştır. Gelinen noktada ise Putin’in oligarklarının egemenliğindeki kapitalizmde sendikasızlaşma rutin bir uygulama olmuştur.
SONUÇ YERİNE
Kapitalizmin kirliliğine, çürümüşlüğüne ve güvenlikçi devletin ve faşizmin karanlığına dönük güncel gelişmelere baktığımızda sürecin hız kesmeden devam ettiğini göreceğiz.
Bir tarafta Kürt gazetecilere dönük baskı ve saldırılar, gözaltılar, tutuklamalar devam ederken, ırkçılık rutin ve aleni uygulanıyor. Cudi’deki yangın devam ederken, Cudi dağındaki yangını havan topu atışı yaparak çıkarmış olduklarını neşeyle anlatan askerlerin görüntüleri sosyal medya da dolaşıyor. Bu ırkçı saldırılar yetmemiş olacak ki Diyanet İşleri Başkanlığı görevi olmayan bir alana daha manipülasyon yapmak için girmiştir. Kobane Davasına giren Diyanet, Demirtaş, Yüksekdağ ve Tuncel’e ceza isteyerek bir kez daha ırkçı tavrını göstermiştir. Bu tavrın başat nedeni yerel seçimler yaklaşırken Kürt illerinde düşen oylarının tahkim edilmesidir. Bu ancak muhafazakar Kürtlere dönük manipülasyonla mümkün ki yapılan da budur. Bu noktada bir sorunlu ve zafiyet durumda Diyanetin varlığında gerçek laikliğin hayal olduğunu göremeyenlerin açmazıdır.
Bir süredir sessiz şekilde adeta erketede bekleyen Diyanet ve Başkanı tekrar kendi alanı dışında konulara da müdahil olmaya başlamışsa bu bir rastlantı değil, bilinçli, hazırlıklı, planlı bir tutumdur. Özellikle hemen her seçim de iktidarın başarısında dinin yeri önemli ve yer yer de başat olmuştur. Erdoğan için bu yerel seçimlerin önemi tartışılmaz boyuttadır. İstanbul, Türkiye kıyaslaması bile yerel seçimlere dönük hedef ve amacını göstermektedir. Bir genel seçimler yeni sonuçlanmasına rağmen ilk günden itibaren bütün popülist, pragmatist, makyavelist politik tavrı seçim odaklı olup bütün hızıyla devam etmektedir.
Dolayısıyla bir tarafta özellikle iç ve doğu Anadolu’nun muhafazakar yapısı ve genel seçimlerden önce ki gücü kalmayan ve bu anlamda dağılan bir muhalefetin varlığında bir de din manipülasyonu iktidar için adeta bulunmaz bir nimet olmuştur. İşte son günlerde Diyanet İşleri Başkanın iş yerlerindeki mesai saatlerinin Cuma namazına göre ayarlanması çağrısı siyasal İslamın, şeriatçı yapılanmaların cemaatler ve tarikatlar dışında devlet eliyle bir kez daha dizayn edilmesinin somut bir örneği olmuştur. Ayrıca pedagojik ve çocuk psikolojisinin bilimsel verilerine göre soyutlama yeteneği olmayan 5 yaşındaki çocukların din eğitimi o çocukların yalnız bugününü değil geleceğini karartacak olan bilinçli manipülasyondur. Dolayısıyla siyasal İslamcı uygulamalar ve Diyanetin fetva gibi çağrı ve açıklamaları başka versiyonları ile devam edecek olması da sürpriz olmayacaktır.