Önceki yazıda Tarihsel Materyalizm-Toplumların değerlendirmesini yapmıştık. Sınıf, sömürü, devletli toplumları konu olan yazıda bu toplumlardan temelde ve antagonizma anlamında farklı olan yani son tahlilde sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz toplumsal sistem ve toplum olan sosyalizm-komünizmi yeni bir toplumsal sistem olarak bu kitap taslağında ele alıp değerlendiriyoruz. Geçmişte yazılan bu kitap taslağının kendi bütünselliği içinde muhtevasına katıldığımız için, muhtevayı bozmadan küçük rötuşlar, ekler yaptığımızı belirtmek istedik.
ÖNSÖZ
Kapitalizmin, barbarlığının, yıkım ve yok etme politikalarının bütün hızıyla devam ettiği dünyamızda, sosyalizm konusunda yazmak neredeyse zorunluluk olmuştur. Hele hele bütünüyle başarılmış bir sosyalizm örneğinin yaşanmadığını düşündüğümüzde sosyalizm konusunda yazmak daha önemli hale gelmiştir. Yazacaklarımız bütünsel olmak zorundadır, yani şimdiyi, ütopyaları, tahayyülleri de kapsamalıdır. Yazdıklarımızın mütevazi de olsa bunları kapsadığını düşünüyoruz. Bu konuda söyleyecekleri olan tek tek her kişinin önemli olduğu açık olsa da doğru veya doğruya yakın bir sosyalizm tasarımı oluşturmak için kolektif çaba olmazsa olmazdır. Bu konuda her türlü çaba ‘amasız’ desteklenmeli, her türlü sekter tavırlar da ciddi ölçüde eleştirilmelidir.
Kapitalizmin insanlığı şu veya bu ölçüde fiziki olarak yok etmektedir. Ama daha vahimi ise insanlığın düşünce, ütopya, tahayyül bazında üretimini ve gelişmesini durdurarak adeta dondurmaktadır. İşte insanlığın bu yıkımdan kurtulması için düşünce ve teorik bazda da olsa doğru bir sosyalizm tasarımı ile donanımı, netleşmesi bu yıkımın panzehiri olacaktır. Ve saflardan kopan kitleleri tekrar saflara çekecek, saflarda olanların da mücadele azim, kararlık ve direngenliğini artıracaktır. Kitap bütününde biz tüm bu açmazları, zorlukları sıkıntıları değerlendirmeye çalıştık. Yine kitaba birbirleriyle diyalektik ilişkisi olan bölümleri koymayı uygun bulduk. Şimdi bu bölümlerin hangi saiklerle yazıldığını kısaca açıklamaya çalışacağız.
Kitabın ilk bölümü, kapitalizmin yıkım ve yok etme politikalarının yoğun istatistiksel verilerle anlatılmasını kapsamaktadır. Ve dünyada geniş kitlelerin açlık, sefalet ve bütünsel yıkımları üzerinden palazlanan uluslararası dev şirketlerin zenginliklerinin, birikimlerinin ne olduğu gösterilmektedir. Yine sayıları az olan bir azınlığın dünya nüfusunun neredeyse büyük bir kısmının gelirine eşit bir gelire sahip olduğu istatistiksel verilerle ve örneklerle anlatılmaktadır. Bu veya bunlara benzeyen bir çok argüman geniş çerçevede değerlendirilmektedir. Ayrıca kapitalizmin bütünsel yıkım ve yok etme politikalarının Türkiye kesitindeki tüm uygulamaları geniş istatistiksel verilerle anlatılmaktadır.
Diğer bölümde burjuvazi ve burjuva ideologlarının ‘işçi sınıfı öldü, bitti, devrimci özelliğini kaybetti’ hezeyanlarının gerçek olmadığının geniş çerçevede anlatımını kapsamaktadır. Ve işçi sınıfının değişen şartlarını kabullenerek, küçülmediği aksine büyüdüğü anlatılmaktadır. Üreten işçi sınıfı ile hizmet üreten işçi sınıfının bir ve aynı olmadığı bizce açık olmasına rağmen birlik olması gereken bu kesimlerin suni olarak bölünmesinin yanlışlığı ve burjuvazinin tavrı olduğu değerlendirilmektedir.
Diğer bölüm, yıkılanların sosyalizm olmadığı bütün yanlış ve yanılsamaların bu tespitten kaynaklandığı için ve kitap bütününde de buna sık sık yer verilmesinden dolayı, yıkılanların ne olduğunun doğru okunması, anlaşılması ve kavranması için Bürokratik Devlet Kapitalizmi teorisinin belli bir bütünlük içinde yeniden bu kitaba alınması uygun olmuştur. Ayrıca bu teori nasıl bir sosyalizm tasarımı savunmalı ve bu tasarımın doğru olmasına da önemli ölçüde katkı sağlayacaktır.
Diğer bölüm bizim tarayabildiğimiz çerçevesinde sosyalizm konusunda dünyada ve Türkiye’de kimler ne söylemişler, polemik, tartışma ve düşünce bazında ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Şu veya bu ölçüde de olsa gelenekleşmiş adeta kanıksanmış olan ne ve nasıl olursa olsun eleştirilmeli tavrı aşılarak, doğru kim söylerse söylesin kabullenmek gerektiği anlatılmaya çalışılmıştır.
Son bölümde nasıl bir sosyalizm tasarımı savunmalı maddeleştirilerek değerlendirilmeye çalışılmış, seçilen konular, üzerinde sıkça tartışılan, netleşmede sıkıntılı olan konulardan derlenmiştir.
Sonuç bölümünde ise genel bir toparlanma yapılarak özet sunum verilmiş ve sonuç değerlendirilmesi yapılmıştır.
Önsöz çerçevesinde bu değerlendirmenin, yeterli olduğunu ve şu önermelerin bu konu için de önemli olduğunu düşünüyoruz. Marksizm bir dogma değil eylem için kılavuzdur. Marksizm yalnız dünyayı yorumlamak için değil, değiştirmeyi de öngörür.
NEDEN VE NASIL BİR SOSYALİZM
GİRİŞ
İnsanlığın ortaya çıkışıyla birlikte eşitlikçi toplum ideali sürekli var olmuştur.Tek tek insanlar, gruplar, sınıflar, kitleler kendi antagonizmatik karşıtlarıyla çoğu durumda mücadele veya savaş içindedirler.Tüm bu unsurlar bilmeyerek veya bilerek eşitlikçi toplum veya bugünkü modern anlamıyla sosyalizmi alternatif olarak savunmuşlardır.Bilmeyerek savunmuşlardır.Karşıtlarıyla (bunlar,egemen sınıfların tümü devlet,düşman v.b. dır) her karşı karşıya geldiklerinde açıkça görülmüştür. Örneğin, işçiler, burjuvaziyle birçok alanda çoğu kez karşılaşırlar. Bu karşılaşmada mücadele sürekli olur. Bazen sert bazı durumlarda daha esnek olabilir. Bu mücadelede işçiler kazanabilirler de kaybedebilirler de. Kaybettiklerinde bilinçsiz de olsa kapitalizmi sorgularlar. Bu onlarda embriyon halinde de olsa bir “sosyalizm” alternatifi oluşturur. Bilerek savunmuşlardır. Sınıf bilincini elde edenler sosyalist siyasi bilinçle donandıklarında sosyalizm onlar için gerçek bir alternatif olmuştur. Sınıflı toplumları (güncellik anlamda kapitalizmi) yıktıklarında her şeyin bitmediğini göreceklerdir. Artık görevleri nasıl bir sosyalizmin kuruluşu olduğu noktasındadır. Marksizm’in teorik-pratik birlikteliği olan praksis, onların yol göstericisi olacaktır.
Dolayısıyla sosyalizm hem bir gerçek hem de bir ütopyadır. Gerçektir, baldırı çıplaklar, çapulcular, sefiller bunu başarmışlardır.1871 Paris Komün’de 72 günde bu işçi sınıfı ve bağlaşıkları iktidarı (Paris’te de olsa) ele geçirmişlerdir. Marksizm’in, sosyalizmin temel “yasaları” olan ilkeleri Paris Komünü’nde bütünüyle hayata geçmiştir. 1917 Ekim Devrimi, ilk gerçekleşen işçi sınıfının muzaffer devrimidir. 1929 yılına kadar iç ve dış zorluklara rağmen direnebilmiştir. Bu süre içinde sosyalizmin bir dizi ekonomik-siyasi ilkeleri hayata geçmiştir. Sonuçta sosyalizmin bu gerçek durumu dostlara güven, mücadele azmi, direngenlik vermiş, düşmanlara ise telafisi zor ve mümkün olmayan korku salmıştır.
Ütopyadır, (ütopyayı, gerçeğe ulaşmak doğrultusunda yeri ve zamanı dikkate almayan derinlik olarak kavramalıyız.) Bugünlerde küresel dünyanın (kapitalizm, emperyalizm) insan dünyasının önemli geleneklerini, değerlerini yıkıma uğrattığını düşündüğümüzde bu ütopyanın ne olması veya olmaması önem kazanır. Bu günlerde şu söylem bazı sosyalistler içinde şöyle dillendirilmektedir. Devasa, güçlü bir sistem karşısındayız, yapacak çok fazla bir şeyler yok. Veya yaşımız ilerledi, bizler sosyalizme inansak da bunu göremeyiz. Bu söylemler görünüşte doğru olsa da derinlikte ütopyaları olmayanların hezeyanlarıdır. Bu söylemlere şöyle cevap vermek yeterlidir diye düşünüyoruz. Yukarıda da kısaca açıkladık. Yıkılmaz (1871 Paris Komünü’nde, 1917 Ekim Devrimi’nde) ve kurulamaz sanılanlar kısa bir zamanda da olsa buralarda hayat bulmuştur. Evet sosyalizmi yaşımız ilerlese de bizler göremesek de çocuklarımız, torunlarımız bizden sonraki sosyalizmden çıkarı olan tüm insanlar görsün diyoruz. Dolayısıyla sosyalistlerin sağlam ütopyalara ihtiyacı olduğu açıktır.
Sosyalizm bugün neden tüm dünyada yakıcı bir alternatif olmalıdır? Kapitalist-Emperyalizm (ve küresel boyutu da dahil) Rosa’nın barbarlık (kaba ve kırıcılığı ifade ediyor) söyleminden daha yıkıcı ve yok edici şekilde devam etmektedir. İnsan dünyası analoji uygunsa med-cezirler yaşamakta, alabora olmuş durumdadır. Kapitalizm insan dünyasını bir cendereye, anafora sokmuş, buradan çıkmak için onlara” yeni” kurtarıcılar Mehdiler sunmaktadır. Agnostikçilik ve Nihilizm başat olmuş, bunlar aşıldığında Narsizm devreye sokulmuştur.
Kapitalizmin bu yıkıcı-yok edici söylem ve uygulamalarını bütünlüklü örneklerle, tarihi bağlamı ve konjonktürü ve güncelliği de dikkate alarak değerlendirmeye çalışacağız. Umuyoruz ki böyle bir değerlendirme sosyalizmin yakıcılığı ve sosyalizm “şimdi” önermelerinin ciddiliğini ve doğruluğunu bizlere kanıtlasın.
Marks’ın çıkarmış olduğu şu sonuç geçerliliğini hala koruyor. “Sermayenin birikimiyle, ücreti düşük ya da yüksek olsun, işçinin durumu kaçınılmaz olarak kötüleşecektir.” Kapitalizmin gelişmesiyle, işçi sınıfının varlığının güvencesizliği de artıyor. Bu güvencesizlik öncelikle kitlesel işsizlik, dolayısıyla sürekli olarak işini kaybetme korkusu demektir. Bu korku her emekçinin başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi durmaktadır. Üretimin otomasyonu buna bağlı olarak yeni mesleklerin ortaya çıkışı, teknolojik işsizlik denen bir tür işsizlik doğuruyor. Bu işsizliğe öncelikle yeni bir meslek edinme olanağı bulunmayan yaşlı işçiler yakalanıyor. İşçi sınıfının varlığının güvenlik altında bulunmayışı öte yandan ırk ayrımında, kadınların sosyal eşitsizliğinden, sosyal sigortanın geri kalmışlığından ve sanayi üretimi kesimindeki yoğun kazalardan ileri geliyor.
Örneğin Amerika’da sanayi işyerlerindeki kazalardan dolayı her yıl iki milyon kişi sakatlanmaktadır. Japonya’da 1966’da üretimdeki kazalar nedeniyle ölenlerin sayısı 6 bin kişidir. Yoğun ve çalışma koşulları dolayısıyla sinir, kalp-damar hastalıklar gittikçe artıyor. Yine istatistiklere göre 1940’da Amerika’da yüz bin kişiden 437’si saptanmış sinir hastasıydı. 1959’da bu sayı 475’e, 1960’da 557’ye, 1966’da 642’ye çıkmıştır. Japonya’da 1926 yılında tüm ölümlerin yüzde 13,3’ü sinir hastalıklarından ve kalp-damar hastalıklarından ileri gelmiştir. 1965 ise bu rakam artık yüzde 45 olarak gösteriliyor.
Sefalet sözün tam anlamıyla, en gelişmiş ve en zengin çağdaş kapitalist ülkeler işçi sınıfının ve emekçilerinin bir kesimi için bir alın yazısı olmaya devam ediyor. Örneğin Amerika’da resmi istatistiklere göre, ülkenin tüm nüfusunun yüzde 13’ü yani 25 milyon dolayında insan “sefalet sınırında” bulunuyor. Özellikle bu halk katmanları, en çok sömürülen ve işsizlik çeken katmanlardır. Zenciler, Portoriko’lular, Meksikalılar, Kızılderililer ve beyaz ırktan olmayan öteki Amerikan vatandaşları süper sömürü altındadırlar.
Yine istatistiklere göre, 14 milyon Amerikalı akşamları, aç karnına yatıyorlar. Açlıktan dolayı çılgınlık, değişik hastalıklar ve üstelik ölüm durumları ABD’de sık sık rastlanan olgulardır. Aç olanların yardım programları yalnızca gereksinme duyanların %18’ini kapsıyor.
Amerika, kapitalist dünyanın en güçlü ülkesi olduğu gibi, en zengin ülkesidir de. Buna karşı üretimde ulaşılan düzeyle, burjuvazinin ancak masallarda rastlanan zenginliğiyle Amerikan toplumunun milyonlarca emekçinin yoksulluğu arasındaki uçurum çok derindir.
ABD’de 1,5 milyon kişinin yaşadığı üç büyük kenar mahalle bölgesi var. Bu bölgelerde işsizlik ve suç işleme oranının bütün kente oranla çok yüksek olduğu söyleniyor.
Örneğin bu bölgelerden Braunsvill bölgesini ele alalım. Bölge halkı tamamen zenci ya da Portorikoludur. Burada yüz bin kişin oturduğu sanılıyorsa da gerçekte kimse tam rakam söyleyemiyor. Halkın yüzde yirmisinin kaydı yoktur. Çoğunun işi varsa bile bu geçici iştir. Sürekli adresleri yoktur ve biz bunların kim olduğunu, nereden geldiğini bilmiyoruz. Bölgede yaklaşık 50 bin ev vardır ancak bunların yalnızca yüzde dördü oturmaya elverişlidir. Geri kalan yüzde 96’sı gerçekte oturulamayacak durumdadır. Hastalıklar, uyuşturucu kullanma alışkanlığı, açlık ve doğal olarak suç işleme eğilimleri çok yaygındır.
“Amerikan yaşam biçiminin” çelişkileri, New York’da en yoğun biçimde beliriyor. Ancak, bütün ülke ele alınırsa, genel manzara hiç de New York’dan değişik değildir. Washington’da her gece ortalama olarak 60 silahlı soygun ve yüzden fazla hırsızlık olayı oluyor. Her yıl bütün ülkede 33 bin polise saldırı olayı meydana geliyor.
Ayrıca İngiltere’de konut gereksinmesi çok fazladır ve kuşkusuz emekçiler bundan çok rahatsız olmaktadır. Elimizdeki verilere göre ülkede bir milyondan fazla kişinin doğru dürüst evi yoktur. Yalnızca Londra’da altı binin üstünde evsiz kişi vardır. Var olan konutların yüzde 7’sinden fazlası, oturmaya elverişli olmayan, kenar mahalle konutlarıdır. Bunların yüzde 20’sinde en ilkel sağlık kuralları bile korunamamıştır. Öte yandan kiralar emekçilerin ödeyemeyeceği bir düzeyde olduğu için 30 bin ev boş durmaktadır. Kiralar ise bir işçi ailesinin gelirinin yüzde 25-30’unu kapsamakta ve her yıl yüzde 7-8 oranında artmaktadır.
Yine Birleşmiş Milletlerin 1970 verilerine göre Asya, Afrika ve Güney Amerika’da 375 milyon kişi açlıktan ölecek sınırda bulunuyor.
Bütün bu yukarıdaki değerlendirme ve istatistik verilerin eski olduğu, bu günleri kesmediği söylenebilir. Biz bu görüşlerin doğru olmadığını düşünüyoruz. Kapitalizmin en gelişkin ülkelerinin tarihsel arka planındaki çöküntünün diyalektik olarak düşünüldüğünde şu veya bu düzeyde bugünleri de yer yer daha şiddetli kestiği açıktır. Ayrıca teknolojik gelişmelerin, işçi sınıfı geniş kitlelerin her düzeyde kazanımlarının birçok şeyi değiştirdiği, iyileştirmeler meydana getirdiği reddedilemez. Ama kapitalizmin öz olarak yıkım-yok etme anlayışı “yeni” versiyonlarla bütün hızıyla devam etmektedir.
Şimdi kapitalizmin en özgün ülkesi olan Fransa’nın durumunu ele alacağız. Değerlendirmeyi biraz daha geniş tutacağız. Bunu yakın tarihi kapsaması anlamında, ayrıca Fransa’daki spesifik durumun temelde diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin de durumuyla örtüşmesi anlamında önemli olduğu için yapmaya çalışacağız.
Fransa, ekonomik güç bakımından ABD ile karşılaştırılmayacak olsa bile, hayat standardının en yüksek olduğu, genel oy ilkesine dayanan istikrarlı bir parlamenter sisteme sahiptir., Vatandaşlarının seyahat, toplantı, basın, siyasal ve felsefi kanaat, istedikleri parti ve sendikaya üye olma gibi özgürlüklerden yararlandığı on iki sanayileşmiş ülkeden oluşan, dışa kapalı kulübün bir üyesidir.
Ancak yine de açlık ve sefalet bu ülkede hiç yoktur diyemiyoruz. Üstelik daha yakından bakıldığında, hukuken bütün vatandaşların sahip olduğu demokratik özgürlüklerden de, zenginler sınıfla emekçi nüfusunun aynı şekilde yararlanmadığı görülür.
En zengin ülkeler de bile kapitalizm, bir ekonomik ve siyasal sitem olarak başarılı olmanın çok uzağındadır. Fransa örneği bu gerçeği en çıplak haliyle kanıtlamaktadır.
Zengin bir ülkede yoksulluğun nasıl geliştiğine baktığımızda şunları görüyoruz. Son yıllarda pek çok şirkette çalışan, sayısının azaltılmasıyla birlikte çalışma hızı giderek artırılmış, bu da kronik yorgunlukla meslek hastalıklarını beraberinde getirmiştir.
Le Monde gazetesinin 2000 yılının Haziran ayında yayınladığı bir makale, Fransa’da görülen en sık meslek hastalığı olan ve iş yeri doktorlarına göre her yıl yüzde 20 artış gösteren “kas ve iskelet rahatsızlıklarının yaygınlaşmasını inceliyordu. Bu makale aynı zamanda sanayideki çalışma koşulları konusunda çoğu gazetecinin ne kadar cahil olduğunu da örnekliyordu. Makalenin yazarı şöyle diyordu: Teorik olarak kas ve iskelet rahatsızlıkları geçmişte kalmış olmalıydı. Eklemlerin (bilek, diz, omuz) kilitlenmesine yol açan bu hastalık, aynı işin sürekli tekrarlanmasından kaynaklanmıyor mu? Sanki günümüz şirketlerinde aynı işler hiç tekrarlanmıyor!
İşçi nüfusunun yalnız yüzde 8,5’ini oluşturan, 25 yaşın altındaki gençlerin, iş kazaların yüzde 20’sini kapsaması bu bakımdan önemlidir.
Ayrıca, işçilere fazladan çalışma saatleri dayatılır, (bunlar için çoğunlukla çalışma zamanlarının yıllık hale getirilmesi oyunuyla fazla mesai ücreti de ödenmez.) Kimi zaman ilgili işçilere son anda haber verilerek Cumartesi mesaileri yaptırılır ve gece ya da hafta sonu ekipleri kurulur, böylece iş saatleri yavaş yavaş işçilerin sağlığını bozar ve normal bir aile hayatı sürmelerini güçleştirir.
Yine 1988 yılında Fransa’da işsizlik, aile üyelerinden biri, anne baba ya da çocuk aracılığıyla evlerin yüzde 15’ini etkilemiştir. Bu oranın 1982’de yüzde 10 olduğuna dikkat çekilmektedir. Başka bir deyişle halk arasında hayat düzeyleri işsizlik dolayısıyla zarar görenlerin sayısı işsizlerin sayısından daha yüksektir.
Yıllar içinde işsizlerin tazminat koşulları da gerilemiş durumdadır. 1970’li yılların ortasındaki ekonomik durgunluk döneminin ardından hükümetin işsizliğin artışını ücretlilere kabul ettirebilmek için işten çıkarılan işçilere maaşlarının yüzde 90’nını ödemeye karar verdiği günler çok geride kaldı. Bu gün artık işsizlerin yalnızca yarısı tazminat alabiliyor ve üstelik 1992 yılında tazminat alan işsizlerin yüzde 15’ine asgari ücretin yalnızca yarısı ödeniyorken, 2001’de sefalet derecesindeki bu tazminatı alanların oranı yüzde 45’e yükseldi.
Üstelik yeniden ücretli iş bulmak da istihdamın istikrarsızlığının artması yüzünden kişiye eski gelirini sağlamanın çok uzağında kalıyor. Belirli süreler için yapılan sözleşmelerin çoğalması ve vekâleten çalışma, iki iş arasındaki işsizlik sürelerini etkileyen etkenler ve kişilerin tercihinde olmayan kısıtlı zaman işin içine girince bu gün pek çok ücretli, asgari ücretin altında kalan düzeyde gelire sahip oluyor.
Yine, bir çalışmanın ortaya koyduğu sonuca göre, 1 milyon 700 binden fazla ücretli ayda 4 bin Frankın, yani resmi “yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşıyor ve bu sayı ücretlilerin aile üyeleriyle birlikte yaklaşık 3 milyon kişiyi buluyordu.
Çağımızın üzücü bir simgesi olan “ çalışan yoksullar” kavramı iktisatçılarca yeni bir sorun, ilk olarak ABD’nde (gezegenin en zengin ülkesinde) 1970’li yılların başında, geliri yoksulluk sınırının altında kalan çalışanları tanımlamak için kıllanılmış bir olgu olarak sunuluyor. “Çalışan yoksullar”, “emekçi yoksulluğu”, “iş sahibi yoksulluğu”, çevirisi nasıl yapılırsa yapılsın, bu olgunun kendisi, içinde yaşadığımız toplumun yol açtığı toplumsal duraklamayı göstermesi açısından çok çarpıcıdır.
Ayrıca kimi işverenlerin işgücünden tasarruf etmek amacıyla başvurdukları yarı-zamanlı çalıştırma daha da ucuz hale geldi. Bunun sonucu olarak bugün ücretlilerin yüzde 17’ye yakını yarı zamanlı çalışıyor ve bunların büyük çoğunluğu da böyle çalışmayı tercih ettikleri için değil, daha iyisini bulamadıklarından, bu durumun kendilerinin ve ailelerinin geliri üzerinde yaratacağı etkileri kabul ederek bu işlerde çalışıyorlar.
Fransa’da işsizlik ve alım gücü düşüşünün sonuçlarından biri de konut sorunudur. Mal sahiplerinin istedikleri yüksek kira bedellerini ödeyecek yeterli sayıda kiracı bulunamadığından çok sayıda apartman dairesi boş dururken, yaklaşık 850 bin kişi rahatlık ve temizlikten yoksun sağlıksız konutlarda yaşamaktadır. Uzun süreli işsizlere gelince, bunlar da ikiyüzlü tanımlamayla “belirli adresi bulunmayanlar” denen ve yaşayacak hiçbir yerleri olmayan, sokaklarda yatıp kalkmak zorunda kalan ve yalnızca hava sıcaklığı sıfırın altına düştüğü zaman hatırlanan grubun büyük çoğunluğunu oluşturuyorlar. Paris gibi bir kentte 30 bin kişinin (yani kent nüfusunu oluşturan her yüz kişiden birinin) sokaklarda yaşamak zorunda kalması da kapitalist toplum hakkında hüküm vermeye yeterlidir.
Geçmişte nasıl genç kuşaklar yaşlılarına mali açıdan yardımcı olmak zorunda kalıyorlardıysa, bu gün de bu durumun tersine döndüğünü, küçücük maaşlar ve geçici işlerle yetinmek zorunda kalan gençlerin hayatta kalmak için anne-babalarının, hatta büyükanne ve büyükbabalarının çalışma yılları üzerinden hesaplanan emekli maaşlarından gelen yardımlara muhtaç olduğunu sıkça duyuyoruz.
Sağlık alanında da durum aynıdır. Sağ ve sol hükümetlerin politikaları, siyaset ve ekonomiyi yorumlayanlar bize hiç durmadan sağlık harcamalarının ne kadar çok ve hızlı arttığını anlatıp dururlar. Ama sağlık harcamalarının artması olağan bir şey değil midir? Bilimsel ve tıbbi gelişmeler insanlığın hizmetine her geçen gün daha etkili ve aynı zamanda daha karmaşık, dolayısıyla da uygulanması pahalı tedavi yöntemleri sunuyor. Ortalama yaşam ömrü-en azından sanayileşmiş ülkelerde-büyük bir hızla yükseliyor. İlaç ve tedavi tüketimi gençlerden çok daha fazla olan yaşlıların sayısı da böylelikle artıyor.
Yirmi yılı aşkın bir süre boyunca Sağlık Bakanlığı görevinde birbirini izleyen siyasetçilerin farklı politikalarına egemen olan yaklaşım hiçbirisinin bu alanda faaliyet gösteren şirketlerin kapitalist karakterini tartışmaya açacak en küçük bir karar almayı istememesinden kaynaklanan tam bir tutarsızlıktır. Başlıca kaygıları ciro ve kar olan özel şirketlerce üretilmiş modern ve pahalı gereçler, aynı malzemeler daha ucuza üretilse elde edilecek kar hiç düşünülmeksizin satın alınıyor. Daha ucuza üretilen eşdeğer ilaçların yapımı için başarısı göreceli olan girişimlerde bulunuyor, ancak ürünlerin eşdeğerini üretebilir yani maliyet giderlerini uzun zaman önce çıkarmış olan laboratuarlar satış fiyatlarını aynı düzeye indirmeleri için zorlanmıyor. Tasarruf bahanesiyle acil servisler kapatılıyor, ancak bunun kaçınılmaz olarak açık kalanlardaki yoğunluğu arttıracağı hesaba katılmıyor.
Her şeyden kısılıyor. Hemşirelerden, hasta bakıcılardan, hastane memurlarından, sedyecilerden. Hastanelerde görevli yetersizliği hüküm sürüyor. Yakınlardaki hastanelerde yer bulunamadığından hastalar evlerinden, ailelerinden, dostlarından uzakta bulunan hastanelere yatırılıyor. Hastane personeli çılgınca çalışma saatlerine zorlanıyorlar ve bu da elbette tedavi kalitesini iyice azaltıyor. İnsan hastaneye gittiğinde kendisine bakacak kişilerin son yirmi dört saat boyunca çalışmış olmasını tercih etmiyor. Hastanelerdeki en önemli sorunlardan birisi hastaların mikrop kapma ihtimali olduğu halde, temizlik hizmetleri hastane hijyenine uygun personel çalıştırmaya özen göstermeyen ve çalışanlarına nitelikli bir hizmet vermelerine imkan sağlamayacak çalışma koşulları dayatan özel şirketlere veriliyor. Kamu hastaneleri için kredi bulunamadığından söz ediliyor ama özel kliniklere daha fazla kar sağlayabilmek için ödenek ayrılıyor.
Yöneticiler sağlık harcamalarının artışından yakınıp duruyorlar. Oysa bu durumun üretilen zenginlik miktarının sürekli artmakta olduğu bir ülkede hiçbir sorun yaratmaması gerekir. 1975 ile 2000 yılları arasında toplam büyüme oranı yüzde 78 civarında oldu. Ancak bu büyümeden yararlan kesinlikle işçiler olmadı. Tam tersine yoksullar daha da yoksullaşırken, zenginler daha da zenginleşti. Bunun tek sebebi hisselerinin karlılığının artması, daha yüksek kar payları elde etmeleri de değildir. Yıllar içinde borsa kurlarının uzun vadede bu zenginlerin sermayelerinin değerini büyük ölçüde arttırdı.
Bunun kanıtını, Amerikan dergisi Forbes’in 1999’daki dünyanın en büyük servetleri sıralamasında bulabiliriz. Bir önceki listede 8 Fransız ailesi ya da girişimcisi bulunurken bu seferki listede sayı 15’e yükselmişti. Fransa’da en büyük servete sahip olan L’Oreal Kozmetik’in baş hissedarı Liliane Bettencourt, 1999 yılında değeri 15,2 milyar doların yani yaklaşık 115 milyar Fransız frankının (yaklaşık 17,5 milyar dolar) üzerinde bir malvarlığına sahip görünüyordu. Demek oluyor ki bu serveti tasarruflar sandığına yüzde 3’lük gülünç bir faizle bile olsa yatırmış olsaydı, ayda 280 milyon franklık (yaklaşık 42,5 milyon dolar) bir gelir elde edecekti ki, bu da 40 binden fazla asgari ücretlinin toplam maaşı anlamına geliyor.
Yine aynı kaynağa göre bu servet, beş yıl içinde yaklaşık dört kat artmıştır. Peki Bayan Bettencourt bu muhteşem geliri hak etmek için ailesinden miras almaktan başka ne yaptı? Kaldı ki ailesinden kalan bu miras da ailesine havadan gelmedi. Kendi dönemlerinde işçi sınıfı ve emekçilerin yarattığı değerlerden oluştu.
Bütün bu anlattığımız gerçekler sonucu kapitalistler, kendi sistemlerinin yarattığı ekonomik durumun altı ay ya da bir yıl sonra nasıl olacağını kestirmekten acizler. Pazarlama tekniklerine hakim olmakla övünüyorlar. Yine de piyasanın kısa vadede bile nasıl bir evrim geçireceğini öngöremiyorlar. Hepsi aynı hesapları yapıyor. Bunun bir örneğini 2001 yılında cep telefonlarının yükselişinde yaşadık. Bu piyasa gelişmeye başlayınca bütün büyük elektronik şirketleri bu alana hücum ettiler. Milyarlarca reklam harcaması yaparak herkesi cep telefonu sahibi olmanın gerekliliğine, sokakta elinde cep telefonuyla hava atamamanın nasıl bir düş kırıklığı yaratacağına ikna etmeye çalıştılar. Piyasa müthiş bir patlama yaparken cep telefonu üreticileriyle telekomünikasyon şirketlerinin iştahını on kat daha kabarttı. Ardından da piyasa doygunluğa ulaşıp, gücü cep telefonu almaya yetecek herkes birer cep telefonu alınca durgunluk başladı ve binlerce çalışan işten çıkarıldı.
Bu, Marks’ın daha bir buçuk yüzyıl önceden açıkladığı kapitalizmin kendisi kadar eski bir olgudur. Tek farkı Marks’ın örneklerini kendi zamanının teknolojisine göre vermiş olmasıdır. Ancak onun dokumacılık ya da buharlı makinelerin üretilmesi hakkında söyledikleri, bu gün günümüzün modern sanayilerinin hepsi için geçerlidir. Onun fikirlerini “modası geçmiş” bulanlar bu durumdan hoşlanmazlar, çünkü söz konusu fikirler kendilerinin yararlanmakta oldukları sisteme karşı çıkmaktadır.
Üstelik işçi çıkarılmasına yalnızca zor durumdaki şirketlerde rastlamıyoruz. İstihdamı azaltmak, aynı iş miktarını daha az kol ve beyin gücü kullanarak üretmek, daha fazla satmadan kazancı arttırmanın en eski yollarından biridir. Patronlar bu yönteme ekonomik büyümenin yavaşladığı son yirmi beş yıl içinde git gide daha sık başvurur oldular. Kar etmekte olan bir şirketin, işten çıkarma planları yaptığını görmek, her ne kadar rezil bir şey olsa da bu, düzenli olarak kendini yinelemekte olan bir senaryodur. Günümüzdeki yasal düzenlemelerin de mülkiyet hakkını korumak adına, çok küçük işten çıkarma tazminatlarıyla bu tür uygulamaları desteklemesi, bu senaryonun yinelenişini daha da düzenli kılmaktadır.
Yine vergi mükellefinin çilesi konusunun, nadiren solu düşünen ve durumu sanki bütün vatandaşlar aynı derecede vergi sisteminin kurbanı oluyorlarmış gibi gösteren mizahçıların temel geçim kaynağı olması, kuşkusuz yalnız Fransa’ya özgü bir durum değil.
Herkes şu ya da bu şekilde vergi ödüyorsa da vergi sistemi toplumsal anlamda tarafsız durumda değildir ve Fransa örneği de ister sağ ister sol hükümetler zamanında olsun, bu sistemin 20. Yüzyılın ikinci yarısı boyunca giderek büyük servetlerin yararına döndüğünü açıklıkla kanıtlamaktadır.
Vergilerin teorik olarak durumuyla gerçekte uygulanışı arasındaki fark yüzünden bu durum burjuvazinin zenginleşmesine engel olmadı. 1945 ve 1981 yılları arasında yüzde 60’ta sabit kalan oran, 1982 ile 1985 arasında yüzde 65’e çıktı. 1996 yılında ise gelir vergilerine uygulanan oran en yüksek dilim için yüzde 94’e düştü ve Juppe döneminde başlayan bu düşüş, Jospin hükümetinde de devam etti. Görüleceği üzere Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren yüksek gelirleri daha ağır biçimde vergilendirmenin, solcu hükümetlerin ayırt edici özelliği olduğunu söylememize imkan yok.
Öte yandan her ne kadar gelir vergisi ilk ortaya çıktığında işçi sınıfı bundan muaf tutulmuşsa da bu gün artık durum hiç de böyle değil. Bu evrimin en çarpıcı biçimi aldığı dönem, enflasyonun yüksek olmasına karşın yüksek vergi dilimleri düzeyinin hiç değişmediği 1950’li yıllar olmuştur. O sıralar yüzde 20 civarında olan vergi mükellefi ailelerin oranı 1970’lerin sonunda yüzde 65 ‘i bulmuş, daha sonra da işçi sınıfının gelirlerinin azalmasının etkisiyle yüzde 50 civarında gerilemiştir. Üstelik buna, bütün çalışanlar ve hatta işçilere emeklilere de uygulanan ve yüzyıldan fazla zamandır geçerli olan verginin müterakkiliği ilkesini yerle bir eden yeni vergiler eklendi.
Buraya kadar Fransa’da kapitalizmin ekonomik yasalarının işleyişini işçi ve emekçilerden ne götürdüğünü sermayeye ne kazandırdığını değerlendirmeye çalıştık, şimdi de siyasi, sosyal vb. gelişmeleri değerlendirmeye çalışacağız.
Kapitalist sistem şeffaflıkla pek geçinmez. Fransa’daysa gizlilik geleneği gülünçlüğün sınırındadır. Örneğin herkes doğrudan katkılara başvurarak komşusunun açıklamış olduğu gelir miktarının öğrenebilir, ancak kimse bu yolla edinilen bilgileri yayınlama hakkına sahip değildir.
Ekonomik mekanizmanın işleyişini halkın gözünde daha da karanlık hale getirmek için de bilginin serbest dolaşımına engel olan bir hukuk cephanesi söz konusudur. Besi hayvanların parçalarına ayrılması üzerine çalışılan bir şirketin yönetici kadrosundan bir kişi hayvan ölülerinin ne kadar acınası biçimde depolandığını gösteren fotoğraflar çekerek bunları ifşa ettiği için işten çıkarılması bu durumu örneklemektedir. Oysa deli dana salgını ve şap hastalığının yeniden baş göstermesi sebebiyle bu tür sorunların araştırılmasının haklı olduğu bir dönemde bu yönetici aslında yurttaşlık görevini yerine getirmekteydi. Ancak söz konusu bir kişi bir işçi, bir ücretli olduğunda yurttaştan sayılmıyor. yalnızca patronun işine göre , ticaret , sanayi bankacılık konularında yada genel olarak her konuda sırlarını tutmakla yükümlü bir astı sayılıyor , verilen örnekte olduğu gibi bu yasalara uymamak anlamına gelse bile. Bu türden bilgileri ifşa ettiği takdirde çalışan yalnızca işini kaybetme riskini üstlenmekle kalmıyor ( mesleki sırrını açığa çıkarma suçundan iki yıla kadar ) hapis cezasını da göze alıyor.
Siyasal hayatta bireylerin kendi paçalarını kurtarmak için yaptıkları şeyleri devlet sırrı kavramının altına gizlemeleri, nerdeyse herkesçe bilinen gerçek halini aldı.
Chirac’ın uçak biletlerinin tuhaf biçimde nakit olarak ve bakanların nasıl kullandıkları üzerine en küçük bir hesap yapılmayan gizli fonlardan gelen parayla ödenmesi pek çok dedikoduya yol açmıştı.
Birde savunma sırrı vardı , savunma sırrının asıl amacı , ülkeyi yöneten adamların yapılmasını emrettikleri , yada nüfuslarını kullanacak örtbas ettikleri , ancak pekte parlak olmadıkları için halk tarafından bilinmesini istemedikleri, şöyle yada böyle utanç verici sayılabilecek eylemleri gizlemektir.
Ancak fiil olayların halktan sır olarak saklanması yalnız siyasal hayatta uygulanan bir kural değildir. Daha az sözü edilse bile ekonomik hayatta bu süreç böyle işler.
Ticari sırrın bir örneği , tüketicinin çoğu zaman satın aldığı ürünlerin neler içerdiğinden habersiz oluşudur. Gıda ürünleri konusunda bir takım yasal yalanlar söylemek zorunludur. Ve ‘E’ kodları hakkında bilgi sahibi olduğu sürece bunun ne anlama geldiği aşağı yukarı bilinebilir. Ancak ürün bir leke çıkarıcı , bir ot ilacı , bir çamaşır deterjanı olduğundan durum farklıdır. Elbette zehirle mücadele merkezi piyasadaki ürünlerin neler içerdiğini bilme imkanına sahiptirler, ama tek tek herkesin satın aldığı mucize ürünün içinde neler bulunduğunu bir bakışta görebilmesi daha basit olmaz mıydı?
Üretim ve dağıtım sürecinin bütün aşamalarında hazır bulunan onsuz hiçbir ticari yada mali sistemin işlemeyeceği işçi sınıfı , her üyesinin sahip olduğu bilgileri bir araya getirebilse, ekonomik hayatın her şeyini en yetkin araştırmacılardan daha çabuk ve daha eksiksiz öğrenebilir.
Doğal olarak patronlar bunun olmasını istemezler . onların hizmetinde olan devlette öyle. Gerçi devlet bazen , bazı patronların aşırıya kaçtığını düşündüğü durumlarda araya girer. Ancak işçilerin sorunu kendi ellerine almalarını istemez.
Fransa örneği ilke olarak düşünce, basın , toplantı özgürlüklerini işletmenin ardındaki gerçeğin mülk sahiplerinin mi , yoksa çalışanların mı tarafında olduğunuza göre değiştiğini çok iyi ortaya koyuyor. Çünkü resmi olarak verilmiş bulunan bu özgürlüklerle. büyük nüfus kitlelerinin onlardan tam anlamıyla yararlanma imkanları arasında para denen kralın gücü duruyor.
Düşünce özgürlüğü mü ? Okullarda verilen eğitim. Medyanın ( çoğunlukla yanlış yöne) yönlendirildiği bilgilendirme , hepsi baskın ideolojiyi herkesin kafasına sokmayı amaçlıyor. Sosyal hayatın önemli bir kısmı boyunca, yani işte olduğu süre içinde bütün çalışanlar siyasi fikirlerini savunma hakkından yoksunlar. Şirket içi yönetmeliklerin çoğu el ilanlarını dağıtmak , işyerlerinde toplantılar düzenlemek gibi eylemleri “ suçluların” işten çıkarılmasına yol açacak eylemler arasında yol alıyor.
Toplantı özgürlüğü mü? Belediyenin yerel alanları derneklere yada fikir alışverişi için bir araya gelmek isteyen vatandaşlara ya bedava yada çok düşük ücretle kiraladığı çok sayıda küçük kentte bu özgürlük var. Büyük kentlerin çoğundaysa aşırı yüksek ücretle kiralanabilen özel salonlardan başka bir şey yok. Her yerde vatandaşların tartışmak için toplanabilecekleri büyük kamu salonları olması ve bunun demokratik hayatın bir parçası haline gelmesi normal bir şeydir.
Basın özgürlüğü mü ? Asgari sayıda vatandaşı temsil eden her türlü düşünce akımına düzenli olarak kendini ifade edebileceği imkanları sağlayan bir sistem bulunmadığından , basın kapitalist sınıfın elinde bir tekele dönüşüyor. Herhangi bir kapitalist grubun doğrudan mülkiyetinde bulunmayan büyük basın kuruluşlarıyla reklam gelirlerine öylesine muhtaç durumdadır ki bunlarında toplumsal eleştirilere hiç yer vermemelerine şaşırmamak gerekir. Bir gazete yöneticisi , gazetenin hayatta kalmasının verdiği reklamlara bağlı olabileceği yağlı bir müşterisini nasıl haber konusu yapabilir ? Bunun için söz konusu reklam verenin karşı koymasına da gerek yoktur. Çoğu durumda oto sansür yeterli olur. Örneğin deli dana hastalığı ortaya çıktığında bütün basın hayvansal unları konu etti . Ama hangi gazete unları üreten firmaların adını verdi.
Büyük bilgi araçları “ özgür” durumdalar, ama özellikle egemen sınıfın fikirlerini geliştirme konusunda özgürler. Medya kuruluşlarının başlarında büyük burjuvazinin adamları ( yada yine bunun hizmetinde olan temsilcileri ) bulunuyor. Gazeteciler ( özellikle siyaset ekonomi yazarları) bu gazetelerde kah bu kapitalist ideolojiye bağlı oldukları ( bunlar muhalif çevrelerde işe alınmıyorlar) ve hayat tarzlarıyla da çıkarlarıyla da en zenginlere bağlı oldukları için, kah bu mesleği sürdürmek uğruna oto sansür
Uygulamak zorunda olduklarına inandıkları için bu ideolojiyi savunuyorlar. Böylece medyanın tamamı kamuoyunu yönlendirmeye göre kurulmuş. Önemli bir aygıt haline geliyor.
Bunun harika bir örneği 1991 yılında Körfez savaşı sırasında yazılı basın , radyo ve televizyonların bunun diğer savaşlara benzemediği , atılan bombaların sivil halklarına saygı gösteren” cerrahi atışlar” olduğu yolunda cengaver bir kampanya başlattığı zaman yaşadık. İş işten geçtikten sonra büyük ölçüde yanlış bilgilendirmenin kurbanı olduklarını söyleseler de bir şey değişmiyor.
Benzer bir örnekse 1999 yılında Nato’nun Yugoslavya topraklarını bombalaması sırasında yaşandı. Daha Ticaret Merkezine yapılan saldırıların hemen ardından medya teröristleri suçlamak ve kurbanların çokluğuyla yakınmakla kalmadı ( ki bu normal) ABD’de olduğu gibi Fransa’da da “ulusal birlik” yüceltmeye yöneldi, Amerikan başkanın tanrı ve kötülüğe karşı iyiliğin haçlı seferleri konusunda ki söyleminin arkasında yerini aldı.
Emperyalist güçler ( Fransa da bunlara dahildir) ne zaman gezegenin jandarması olduklarını ve bunu da güç kullanarak kanıtlamaya hazır olduklarını göstermeye kalksalar, büyük bilgi araçları da her zaman bu haçlı seferinde onlara katıldı.
Genel oy ilkesi hakkında ise belirtilmesi gereken ilk saptama, nüfusun bir kısmının, her milletten yabancılarının hiçbir oy hakkı olmayışıdır.( kısa süre önce belediye seçimleriyle Avrupa Birliği üyesi ülkelerin vatandaşları için Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bu durum düzeltildi) . en çok göçmen işçilerle ailelerini ilgilendirdiğinden toplumsal düzlemde tarafsız sayılamayacak bu durum gerçek bir ayrımcılıktır. Bu yolla ücretlilerin yaklaşık yüzde 5 ‘i ( işçilerde bu oran daha yüksektir.) siyasal hayattan tamamen dışlanmış durumdalar. Her ne kadar politikacılar arasında yabancılara belediye seçimlerinde oy hakkı verilmesi halinde görüş bildirenler çıktıysa da , iktidara gelen ne sağ ne de sol partilerin hiçbirinde , göçmen işçilerin ulusal seçimlerde oy kullanabilmeleri gerektiği yönünde bir açıklama duyulmamıştır.
Ayrıca Burjuva gazeteleri yada politikacıları Fransız devletin merkeziyetçiliğinden söz ederken genellikle bu ülkenin “jakoben” geleneğini suçlarlar.
Oysa bu tarihi kasıtlı olarak tersine çevirmektir. Çünkü her ne kadar Fransız Devrimi’nin zirvede olduğu dönemde ulusal meclis bütün güçleri tek başına elinde bulundurmuşsa da bu aslında son derece esnek bir merkeziyetçiliktir. Bütün kentler de devrimci kulüplerin yerel kolları , gözetim komiteleri- bunlar yoğun birer siyasal hayat merkeziydiler ve binlerce baldırı çıplak buraya gelip giderdi- halkın istek ve ihtiyaçlarını merkezi iktidara duyuran birer ara istasyonu durumundaydılar. Ayrıca meclisteki vekillerde,yerel devrimci örgütlerin üyeleri de yalnız , kanun yapmakla kalmıyor , aynı anda hem yasama hem de yürütme gücünü uygulayarak aldıkları kararların uygulamasına göz kulak oluyorlardı.
Fransız devletinin bugün hala geçerliliğini koruyan haliyle, valileri merkezi iktidarın uygulanmasında basit birer memur haline getiren merkeziyetçiliği, bu gelenekten değil, Napolyon döneminden kalmadır. O dönemde her türlü yerel siyasal hayat ortadan kalkmış, ulusal siyasal hayat çok dar bir kapsama sıkıştırmıştı. Burjuvazi devriminin ilk yıllarında sahnenin önünü işgal eden halk yığınlarının korkusuyla , iktidarın seçilmiş organlar aracılığıyla bizzat yürütmekten vazgeçmiş ve Bonaporte’nin lehine iktidardan çekilmiştir. Bugün bile burjuva düzeninin tarafları aşırı merkeziyetçilik suçlamalarını burjuva mülkiyeti zaferini kutsamış olan generalden bozma imparatorun diktatörce iktidarındansa , her hatırladıkların da korkudan titredikleri bir devrimin jokoben aktörlerine yönlendirmeyi tercih ediyorlar.
Bu bölüme kapitalizmin dünyada ve Türkiye’de nasıl yıkım yok etme( hemen bütün alanlarda) gerektirdiğini değerlendirmeye çalışmak istiyoruz.
Kapitalizmin bugünlerdeki işleyişini ele aldığımız da , seri üretim yöntemi , önceleri sınırlı sayıdaki insanın eline geçen malları birçok insana bahşeder oldu.ulaşım ve iletişim halkları daha yakınlaştırdı. Yüzyıl öncesinde bir kentliyi doyurmak için dört çiftçi gerekliyse, makineleşme, tarımdaki ilerleme ve kimya, bugün bir çiftçinin 25 kentliyi besleyecek duruma getirmiştir. Durum böyleyken yeryüzünde yine yokluk, yoksulluk ve kıtlık hüküm sürmektedir. Bir milyar insan refah içinde yaşamaktadır. ( Bunun onda biri bolluk içinde) üç milyar insan yoksulluk sınırındadır ve bir milyardan fazlası ise açlık çekmektedir. 1945 yılından buyana 600 milyon insan açlıktan ölmüştür. Bu İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ölü sayısının on katıdır., her gün tüm dünyada 40,000 çocuk açlıktan ölmekte dedir. Gelgelelim zengin ülkelerde de yokluk vardır. On iki AB ülkesinde toplam 44 milyon insan yoksulluk içinde yaşıyor , bu toplam nüfusun yüzde 14’ü demektir. ABD’de beyazların yüzde 10’u ve Afro-Amerikalıların yüzde 31’i . burada zenginler yıldan yıla daha zenginleşmektedir.
ABD’de son on yılda en zengin nüfusun yüzde 20’sini gelir düzeyi tamı tamamına yüzde 62 oranında artmıştır, bu arada aynı zaman içinde ABD nüfusunun en yoksul olan yüzde 20’sinin geliri yüzde 14 oranında aşağıya inmiştir. Sanayi ülkeleri arasındaki kutuplaşma arttığı gibi, bu sanayi ülkeleri ile gelişmekte olan ülkeler arsında ki ilişkilerde de kendini göstermektedir.
Dünyanın her yerinde her türlü ürün ve hizmete acil olarak gereksinim duyulmaktadır, böyle olduğu halde Batı Avrupa’da 35 milyon insan işsizdir, bu sayı tüm dünyada 820 milyondur, nerdeyse çalışacak durumda olan tüm insanların üçte biri oranında. Ve her geçen gün yoğun küresel sermaye akışları için yeni iş alanları ya da maddi değerler yaratmıyorlar, onlar artık kara yönelik değiller, yalnızca faizlere odaklanmış durumdalar. Uluslararası para akışının şiddeti(volümü) son altı yıl içerisinde on kat arttı. Her gün yüz milyar dolar dünya çapında sahip değiştirmektedir. Bu miktarın yalnızca yüzde 1 ‘i ( günlük yaklaşık on milyar dolar) dünya ticaretine yöneltmektedir – para deviniminde yüzde 99’u salt spekülatif karakterdedir. Bankaların 1980 yılında 1,836 milyar dolar olan yurt dışı mevduatları 800 milyar doların üzerine çıkarak dörde katlanmıştır salt faiz gelirlerinin kazanç payı girişim yoluyla elde edilen kazanca oranla 1960 yılının yüzde 7 ‘sinden günümüz yüzde 60’ına sıçramıştır.
En zengin ülkelerde yaşayan insanlar , en yoksul ülkelerde yaşayan insanlara oranla 400 kat daha fazla tüketiyorlar , yani İsviçre’de oturan insanlar bir günde Mozambik nüfusundan fazlasının tüm bir yıl boyunca tükettiklerinden daha fazlasını tüketiyorlar. Bu oranlamada söz konusu olan ortalama değerledir. Zengin ülkelerde ki büyük sanayi şirketlerinin yöneticilerinin bir dakikada kazandıkları meblağ, yoksul ülkelerdekilerin ömür boyu kazandıklarına eşittir. Ve mal sahiplerinin geliri ise daha da yüksek. Güney Afrikalı bir maden ocağı sahibi yılda iki milyar kazanıyor , bu beş milyon nüfuslu Çad’ın bir yıllık gelirinin toplamının üç katıdır.
Dünya nüfusunun en yoksul yüzde 20’sinin payına düşen 500 yirmi yıl içinde yüzde 2,3 ‘den yüzde1,4’e düşmüştür, bu arada en zengin olan yüzde 20’nin payına düşen yüzde 74’den (1970) yüzde 83’e (1990) fırlamıştır. Açlıktan ölenlerin sayısı yıllık kırk milyon gibi bir sayıya ulaşmıştır. Bu arada yalnızca dünya çapında üretilen tahılların( ortalama kişi başına günlük 944 gram) tüm insanları doyurmaya yetecek düzeydedir ( günlük gereksinim 750 gram) . Ancak Avrupa da tahılın yüzde 57’si hayvan yemi olarak kullanılmaktadır., bu oran ABD’ de yüzde 70’tir. İlginç bir durumdur, bir lokomotif için 15,000 çuval kahve ödeyen Brezilya bugün (46,000 çuval kahve)üç katını ödemektedir.
Kapitalizmin küresel dönemi birçok yenilikler getirdi. Otomobil ve uçak, dünyayı saran kara ve demiryolu ağları insanları iyice birbirine yaklaştırdı, mal değişimi iyice kolaylaşıp hızlandı. Elektrik, enerjiyi bir yerden başka bir yere aktarılabilir kıldı. Petrol, doğal gaz ,atom enerjisi, su ve güneş enerjisi üretimi ucuzlattı ve aynı zamanda da dünya çapında ki mal nakliyesini da , telefon radyo, televizyon, bu küresel ağ içine de insanları ,tüm dünyada aynı anda yaşanan olayların tanıklarına dönüştürdü. Bir dil, dünya dili olma yönünde ilerliyor. Birçok para birimi tüm dünyada geçerlilik kazandı. Rasyonelleştirme ve otomatikleştirme üreticiliği iyice kolaylaştırıyor, bilgisayarın yaygınlaşması, kendi kendini yeniden üreten bir sistemle azalan çalışma süresinde tüm insanların hayatını karşılayabileceği bir aşamaya doğru gidiyor. Ama bu durum ne ulusal devletleri ortadan kaldırıyor,ne de rekabeti, kapitalizmin her gelişimi aynı zamanda yıkımını da hızlandırıyor.
Ayrıca 1990 sonu itibariyle doğrudan yabancı yatırım – yani kapitalistler tarafından kendi ulusal sınırları dışında gerçekleştirilen imalat, gayrı menkul, hammadde üretimi ve finansal kuruluş yatırımları- 1,5 trilyon doları aşmış durumdadır. Bu yatırım eğilimi imalat ve hammadde üretimi sektörlerini aşarak finans, gayri menkul, sigortacılık, reklamcılık ve medya gibi sektörlerde el atmıştır.
İngiliz hâkimiyetinin günleri imalat kapasitesi ve ihracat hacmi ile sınırlıydı ve zamanla ABD ‘de kendini bu alanlarda göstermeye başladı. İngiliz hakimiyeti her ne kadar bir gecede son bulmamışsa da, zirveden düşüşü büyük bunalım sürecine denk gelen 1873-1896 yılları arasında gerçekleşti.
Yerli sermayeyi koruma politikası yerini serbest ticarete bıraktıkça dış ticarette rekabet iyice kızıştı. Daha fazla ekonomik ve askeri nüfus elde etme amacıyla sahnelenen çekişme çılgın bir sömürgecilik yarışına dönüştü. Sömürgeci güçler 1870’lerin sonlarıyla 1914 yılları arasında yıllık ortalama 368,000 kilometre kare toprak elde ettiler.
Emperyalist ülkeler arasındaki rekabette yıkımın önemini artırmaktadır. ABD sermayesinin deniz aşırı yatırımlarda herhangi bir azalma olmasa da ABD’nin dünya yabancı yatırım varlıklarındaki payı 1960’ ta ki yüzde 47’den 1989’daki yüzde 28’e gerilemiş. Asıl göze çarpan gelişme Japonya ve Almanya’nın ortaya koydukları hızlı performanstır. Bu iki ülkenin toplam payı 1960’ ta yüzde 1,9 iken 1989 ‘da 19 artarak yüzde 20,6 ya fırlıyor. Ayrıca sermaye ihracatındaki en son yaygın ve ısrarlı yükseliş sanayileşmiş ulusların birbirleri arasında gerçekleşen – Batı Avrupa, Japonya ve ABD arasında – hızlı akış sonucunda meydana gelmiştir.
Yine 1960’ların ortalarında uluslararası bankacılığın hacmi dünyanın tüm piyasa ekonomilerinin gayri safi milli hasılasının yüzde birine eşittir. Ancak bu yüzde 1970’ler ve 1980’lerde hızla yükseldi , 1980’lerin ortalarıyla birlikte uluslar arası bankacılık etkinliğinin hacmi dünyaya piyasa ekonomilerinin toplam gayri safi milli hasılasının yüzde yirmisine ulaştı. 1980’den önce para değiş tokuşu nerdeyse hiç bilinmiyordu. 1991’de küresel finans piyasalarında bu sözleşmelerin toplam değeri 2,5 trilyon dolardır.
Ayrıca ABD doları uluslar arası işlemlerde kullanılan temel para birimi gibi görünse de hakimiyeti hızla gerilemektedir 1975’te IMF’ye üye ülkelerin elindeki yabancı para rezervlerin yüzde 80’i ABD doları idi. 1989’da ise bu oran yüzde 60’a gerilemişti. Doların bir rezerv para birimi olma durumundaki gerileme ile Almanya ve Japonya’nın öneminin artması eş zamanlı olarak gerçekleşmekteydi.
Küresel parasal hareketler üçüncü dünya ülkelerini de çarpmıştır. 1960 yılın da gelişmemiş ülkelerin GSYİH değeri sanayileşmiş ülkelerin yüzde 8,7 ‘ sine denktir. Ancak bu korkunç oranlar dahi 1960 sonrasında gerilemeyi sürdürmüş ( yüzde 7,4’e kadar) ve 1960 ile 1987 arasında ki durgunluk yıllarında yüzde 6,1 ‘ e düşmüştür. (syf 18)
Yine de kapitalizmin küresel döneminde yeni bir durum yaşanmıştır. 1970’lerin başlarıyla 1990 arasında hammadde fiyatlarının ( enerji dışında) ağırlıklı indeksinde yüzde elliyi aşan rekor bir gerileme gerçekleşmiştir. Öte yandan imalat sürecindeki verimliliğin artmasıyla ve ikame malzemelerin ( plastik, seramik, fiber optik kablolar gibi) daha fazla kullanılmaya başlanmasıyla hammaddeye olan talep de gerilemiştir. Bu durum kapitalistler arasındaki yeni üretim alanlarını paylaşmak doğrultusunda şiddetli rekabet ortamı gerektirecektir.
Kapitalizmin yarattığı yıkıma devam edelim. Bir yandan, dünya nüfusunun anlamlı bir bölümü, beklide yüzde 20’si, eğitim, barınma ve çeşitli malları nerdeyse istediği şeyleri anında satın alma gücüne yönelik birçok fırsatın rahatlığı içinde yaşıyor. Ama bu genel olarak iyi durumdaki grubun içinde,en zengin muazzam servet miktarlarını denetlenmesiyle birlikte,son derece derin bir eşitsiz zenginlik dağlımı mevcut Dünyadaki en zengin 691 kişinin net 2,2 trilyon değerinde , yani 145 ülkenin birleşik yıllık GSYİH’ sına eşit olan ve tüm Latin Amerika ve Afrika bir araya geldiklerinde ulaştıkları GSYİH’ dan daha büyük bir serveti var ! En zengin 7,7 milyon kişi ( dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 0,1’i), 1 milyon dolardan daha fazla net mali değerle birlikte,yaklaşık 28,8 milyon dolarlı bir serveti kontrol ediyor,bu miktar dünyanın tüm ülkelerinin yıllık gayri safi yurt içi hâsılasının yüzde 80’ine eşit. Bu miktar Birleşik Devletler dışarıda bırakıldığı zaman , dünyanın tüm ülkelerinin birleşik yıllık GSYİH’ sın dan daha yüksek miktar ( Aslında ABD’nin GSYİH’ sının yaklaşık yüzde 40’ını kapsıyor)
Dünyadaki yaklaşık 6,3 milyar insanın;
İnsanlığın yaklaşık olarak yarısı ( üç milyar insan) kötü biçimde besleniyor ve kronik kalori, protein, vitamin ve/yada mineral eksikliği çekiyor. Daha birçoğunun “ gıda güvenliği” yok, yani bir sonraki yemeklerinin nereden geleceğini bilmiyorlar. BM sadece 840 milyon insanın ( zengin merkezi sanayileşmiş ülkelerdeki on milyon dahil) yetersiz beslendiğini tahmin ediyor, ama bu tahmin diğerlerinin çok altında.
Bir milyar insan gecekondularda yaşıyor,(kentler de yaşayan yaklaşık üç milyar insanın yaklaşık üçte biri)
İnsanlığın yaklaşık olarak yarısı, Birleşik Devletlerde günde iki doların satın alabileceklerinin altında yaşıyor.
Bir milyar kişinin temiz suyu yok
İki milyar kişinin elektriği yok
İki buçuk milyar kişi sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor
Bir milyar çocuk dünya toplamının yarısı yoksulluk,savaş ve (AIDS dahil) hastalıklar nedeniyle aşırı yoksulluk çekiyor.
Zengin merkez ülkelerde bile, nüfusun anlamlı bir bölümü, güvencesiz hayatlar yaşıyor, örneğin, Birleşik Devletlerde on iki milyon ailenin gıda güvenliğinin bulunmadığı ve dört ailede( dokuz milyon kişi) bir kişinin öteki aile üyelerine yeterli yemek bırakmak için bir öğünü atladığı biliniyor.
Sanayi kapitalizminin son iki buçuk yüzyılı boyunca ortaya çıkan insani durumun öteki yüzü, yüz milyonlarca insanın öldürüldüğü, nerdeyse sürekli savaş hali oldu. İşgal, kölelik, soykırım, savaşlar ve sömürü kapitalizmin sürmekte olan tarihinin parçalarıdır. Savaşlar kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki egemenlik ve küresel pazarlara erişme kavgalarından sömürgeleri ya da yeni sömürgeleri kendilerine tabi kılma girişimlerinden ve çoğu da sömürgeci işgal ve/ya da emperyal müdahalelerle derinleştirilen, halklar arasındaki etnik ya da dinsel farklılıklardan kaynaklandı. Kapitalizmin temel itici gücü olan sermaye biriktirme güdüsü kapitalist ülkeleri yabancı pazarlara nüfuz etmeye ve pazar paylarını genişletmeye zorlamaktadır. Ancak önde gelen emperyalist ülkelerin yurtdışına yatırım yapma güdüsünü politik ve askeri politikalardan ayırmak olanaksızdır, tüm çıkarlar son derece tehlikeli bir birleşim içinde iç içe geçmiştir. Savaş hali .Birleşik Devletlerin askeri gücünü kullanma hevesi ile birlikte ,Soğuk savaş sonrası dönemde de sürmektedir ve daha fazla sefalet potansiyeli dahi mevcuttur. ABD işgalin sonucu olarak yüz bini aşkın Iraklıların ölmüş olduğu yolundaki tahminler,bu ulusun üzerine düşmüş olan felaketin büyüklüğü hakkında biraz olsun fikir vermektedir.
Yine sermayenin mevcut küresel kapitalist genişleme dalgası içinde, büyük bir hareket derecesi kazanması ile birlikte,bir zamanlar merkez ülkelerde üretilmekte olan mallar, giderek daha fazla, düşük ücretli ülkeler de üretilmektedir. Bu durum iki amaca hizmet eder. Hala merkez de üretilmek te olan rakiplerin fiyatlarının altındaki satışları mümkün kılmanın yanı sıra, çevre ülkelerinde anlamlı bir satın alma gücüne sahip bir sınıfın gelişmesiyle birlikte, ürünlerim şimdi üretilmekte olduğu ülkelerde ve bölgelerde yeni pazarların açılmasını sağlar. Sömürülmüş ve düşük ücret ödenmiş emek tarafından üretilen düşük maliyetli mamul malların yurt dışından yapılan ithalatı, merkezin zenginliğini artırmanın ve yeniden üretmenin bir başka yolunu sunar.
Kadir ATLANSOY 7 Ay Önce
Gönlünüze sağlık