Kendi konusu üzerinde çok geniş bir alanı kapsayan sosyoloji, insanın türeyişi konusunda Darwin, psikoloji konusunda Freud gibi tekil insanlarla çığır açma durumunda olmamıştır. Bunun temel nedeni de konunun genişliği ve bütünlüğüdür. Dolayısıyla bu alana birçok konunun uzmanı katkı sağlamıştır. Bizler konunun Marksizm içindeki yeri ve Marksistlerin konu hakkında görüşlerini değerlendirmeye ve netleştirmeye çalışacağız.
Ayrı ve bağımsız bir bilim olarak toplumbilim ( sosyoloji ), doğaya, topluma ve düşünceye ilişkin bilimlerin birbirinden ayrılmaları, bütünleşmeleri sonucunda oluşmuştur. Toplumbilimin bağımsız bir bilim konumuna yükselmesi, felsefenin kendi yapısındaki değişimin, özellikle materyalist tarih anlayışına ve insanın toplumla ilişkileri konusundaki deneyimsel araştırmalara karşı duyulan ilginin artmasının bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Toplumbilim geliştikçe, toplum bilimsel inceleme ve araştırma ilkeleri de geliştirilmiş, diğer bilimlerden alınan yöntem-bilimin toplumbilime uyarlanması gerçekleştirilmiş, özgül toplumsal incelemeler ve çalışmalar yapılmaya başlamıştır.
Toplumbilimin konusu insanın toplumsal faaliyetinin yalnızca bir alanı –yurttaşlıkla ilgili- iken, tarihsel materyalizmin konusu tüm olarak toplumun kendisi, tarihsel gelişim içinde toplumun çeşitli yönlerinin karşılıklı bağlantıları olmaktadır. Tarihin materyalist anlayışına erişilmiş olması ve tarihsel materyalizmin sorunları üzerine çalışmaların geliştirilmesi tüm toplumsal bilimler için –ekonomi politik, toplumbilim, toplumsal psikoloji vb.- bilimsel bir temel sağlamıştır. Lenin’in tarihin materyalist anlayışının “ toplumsal bilimin eş anlamlı karşılığı “ diye betimleyişi de bu nedenledir. Bilimsel toplumbilim, ancak, diyalektik materyalist yöntemin, tarihsel materyalizmin bulunuşuyla toplumsal yaşama uzatılmasından sonra mümkün olabilmiştir.
GENEL TOPLUMBİLİMSEL TEORİ
İnsanın ekonomik ilişkileri, esas olarak toplumsal gelişmeyi belirler ve diğer tüm toplumsal sistemlerin işleyişlerinin yönünü, karakterini ve içeriğini saptar.
Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uygunluk yasası, ekonomik yapıdaki değişimleri belirlemektedir. Yeni üretici yetenekler kazanmakla, insanlar, üretim biçimlerini değiştirirler, üretim biçimleri de sadece belli üretim biçimlerinin gerekli ilişkileri olan tüm ekonomik ilişkilerini değiştirirler.
Belirli bir toplumsal etkileşim sisteminden ortaya çıkan ilişkiler, toplumsal ilişkiler olarak adlandırılmaktadır. Toplumsal ilişkiler, bu nedenle tarihsel olarak oluşup kurulmuş, özgül zaman ve mekan koşulları altında toplumsal biçimler içinde gelişen insanlar arası ilişkilerdir. Bu ilişkiler sınıf ve ulus ilişkilerini, grupsal, sosyo-psikolojik ve bireysel ilişkileri kapsarlar. Bir ekonomi yapı içindeki bütün bu ilişkiler toplamına toplumun yapısı adı verilmektedir.
İnsan ilişkileri amaçlara, değerlere, kalıplara ve normlara dayanmakta, insanların karakterleri ve özleri insanların sınai, tarımsal, kentsel ve kırsal faaliyetlerinde, aile ve okul yaşamlarında vb. yer alan faaliyetlerinin içinde gerçekleştirildikleri toplumsal biçimler tarafından etkilenmektedir.
İnsan ilişkilerinin toplumsal biçimlerindeki bir değişiklik amaçlarda, değerlerde, kalıplarda v e normlarda kaçınılmaz bir değişikliğe yol açar, bu ise sonunda, insanların birbirlerine karşı toplumsal tutumlarını belirler. Ekonomik ilişkilerdeki değişikler toplumsal biçimlerdeki değişikleri belirler.
Ekonomik ilişkiler maddi temel üzerinde biçimlenirken toplumsal biçimlerde, eninde sonunda eski toplumsal biçimlerin yerini yenilerinin almasına yol açacak olan ekonomik ilişkileri biçimlendirmek üzere gerekli koşulları oluşturur.
Toplumun ekonomik ve toplumsal yapısı insanın toplumsal faaliyetlerin karakterini ve özünü belirlerken; kendisi de bu faaliyetlerin sonucudur.
Üretici güçler pratik insan enerjisinin sonucudur, ama bu enerjinin kendisi de insanların kendilerini içinde bulundukları koşullar tarafından kazanılmış bulunan üretici güçler tarafından kendilerinin yaratmadıkları, kendilerinden önce var olan, önceki kuşakların ürünü olan toplumsal biçim tarafından sınırlanmıştır. Birbirlerini izleyen her kuşak, kendini yeni üretimde hammadde olarak hizmet edecek olan üretici güçlerin sahipliği içerisinde bulduğu için, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve bu nedenle de, insanın toplumsal ilişkileri daha çok gelişmiş olduğu için, insanlık tarihi her zamankinden daha çok bir insanlık biçimine bürünür. Bu nedenle, zorunlu bir sonuç olarak denilebilir ki insanın toplumsal tarihi, bunun bilincinde olsalar da olmasalar da, insanın bireysel gelişmelerinin tarihinden başka bir şey değildir.
Toplumsal gelişmede rastlantının rolünü önemsememek topluma önemli zararlar verebilir. Tarihsel gelişmenin hızlandırılması ya da yavaşlatılması, büyük ölçüde halkın karakteri, kültür ve eğitim düzeyi gibi rastlantı etkenlerine dayanmaktadır.
Ayrıca toplumun gelişmesini yöneten yasaların bulunuşu da toplumsal bilimlerde devrim yaratmıştır. Toplumsal yasalar insanların toplumsal faaliyetlerini yöneten yasalardır. Bu nedenle, bu yasaların etkilerini, dolayısıyla da olabildiğince hızla komünist toplumun inşası amacıyla insan faaliyetlerini insanı denetimi altına almanın çeşitli yollarına ilişkin belirli toplumsal incelemeler ve çalışmalar son derece önem taşımaktadır.
TOPLUMBİLİMİN KONUSU
Toplum bilimsel tahlil, yalnızca insan güdüsünün ( motive ) incelemesini kapsamakla kalmaz, ama aynı zamanda insan davranışının karakter ve özünü belirleyen kurumlaşmış toplumsal ilişkileri de kapsar. Ancak bu yolladır ki, insan faaliyetlerinin karşılıklı etkileşimini ve bu faaliyetlerde iletkenlik yapan toplumsal biçimlerin mekanizmasını anlamak mümkün olmaktadır.
Toplumbilimciler bireylerin güdülerini, toplumsal grupları ve sınıfları inceler, toplumsal ilişkilerin nesnel modelini araştırırlar.
Yani toplumbilimci, toplumun toplumsal yapısını ( sınıflar arası ve sınıf içi ilişkileri, bu ilişkileri düzenleyen toplumsal kurumları ) tolumun içindeki sistemlerin ve örgütlerin gelişme ve etkileşimlerini inceler. Marksist toplumbilimin, tahlillerinde kendisine temel aldığı önermeler bunlardır.
Toplumbilimcinin temel görevi, toplumsal davranış ve insan faaliyetlerinin güdülerini ve bilincini belirleyen, insanın toplumsal ortamının yapısal ögelerini ortaya çıkarmaktır. “ Eğer bu bireylerin gerçek ilişkilerinin bilinçli ifadesi hayali ve yanıltıcı ise, eğer imgelenişlerinde gerçekliği alt üst ediyorlarsa, bu o zaman onların bundan ortaya çıkan sınırlı toplumsal ilişkilerinin sonucudur “
Toplumsal ilişkiler alanında yabancılaşma koşullarının varlığı, bireyin toplumsal ilişkilerinin kesintiye uğraması, onun tam olarak ancak ve ancak yaratıcı, yapıcı, toplumsal yönden önemli ve toplumsal planda örgütlenmiş emek içinde elde edilebilecek olan gerçek kişiliğin yitirilmesine neden olmaktadır.
Özel mülkiyetin kendisi de yabancılaşmış emeğin ürünü ve zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmakta ve Marks’a göre şu ana özellikleri taşımaktadır. Üreticinin emeğinin kendisine yabancılaşması, ürünün işçiye yabancı bir şey gibi, üreticisine bağlı olmayan, ona egemen olan ve onu köleleştiren bir güç olarak emekçinin karşısında konumlanışı.
Yabancılaşmış emek “güzelliği yaratır, ama işçinin moral yanını da tüketir. El emeğinin yerine makineyi koyar, ama aynı zamanda işçinin bir yanını barbarlık zamanındaki emeğe, diğer yanını ise bir makineye dönüştürür. Zihni geliştirir, ama işçilerde geri zekalılık ve aptallaşma da yaratır.”
Toplumbilimciler, bireyin gerekirliklerini ve tüm olarak toplumun gelişmesinin gerekirliklerini en eksiksiz bir biçimde ifade eden insanların toplumsal faaliyetlerinin toplumsal biçimlerini belirlemek zorundadırlar. Bunların kurumsal olarak yaptırımlara bağlanmış toplumsal ilişkilerinde önünde yer alan toplumsal faaliyetler olması gerekmektedir.
İnsanın bireysel özgürlüğü, bireyin toplumla bağlarının tam olarak pekiştirilmesi, toplumun toplumsal örgütlenmesinin toplumsallaşmış insanın bireysel gereklilikleri ile uyarlanması olacaktır. Bu özgürlüğün özü “ birleşmiş üreticilerin doğa ile olan alış verişlerini, onu kendi ortak denetimleri altına alacak şekilde rasyonel olarak düzenlemeleridir.”
Marksist toplum bilimsel anlayışına göre, toplumun gelişmesi belirli yasalarca yönetilen doğal tarihsel bir süreçtir. Bu süreç ekonomik ilişkilerin gelişimine dayanmaktadır. Üretim ilişkileri ve üretim süreci sırasında insanlar arasında ortaya çıkan ilişkiler de dahil olmak üzere, bu ilişkiler insanın varlığının ve gelişiminin özgül biçimini oluştururlar. Bunlar tarihsel yönden belirlenmiş toplumsal sistemlerin -sosyo- ekonomik biçimlenişlerin- yapısal ögeleridir.
Toplumsal yaşamın incelenmesine Marksist işlevsel yaklaşım, iki ana grupta toplanan yasaların incelenmesini gerekli görmektedir.
1.Toplumsal organizmaların kökeni, gelişmesi ve dağılmasına ilişkin ( üretim biçiminin belirleyici rolü, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişme düzeyine uygunluğu yasası vb. ) ve her bir toplumsal organizmanın işleyişine ve gelişmesine ilişkin genel yasalarını kapsar. Ve kapitalizmde –sınıflar ve sınıf mücadelesi yasası, toplumsal devrim yasası vb. sosyalizmde- komünizmde ise-sınıf farklarının ortadan kaldırılması, kafa ve kol emeği, kırsal yerler ile kentler vb. arasındaki mevcut farkların giderilmesidir.
2.Toplumsal sistemler ile ilişkiler arasındaki bağlar ve tüm olarak toplumsal organizmaya ait özgül yasalar (örneğin kırsal alanlardaki toplumsal ilişkilerin gelişme düzeyi ile tüm olarak toplumdaki gelişme arasındaki ilişkiler )
Toplumsal gelişme yasaları insanların bilincini ve toplumsal davranışını etkilemekte kalmazlar, kendilerini de insanların bilinçli faaliyetlerince etkilenirler, dışa vuran belirtileri ile bu faaliyetlerin sonucu da olabilirler.
Bu nedenle, herhangi bir toplumsal sistemin ( ya da tüm olarak toplumsal organizmanın ) işleyişi ile insanların toplumsal faaliyetleri arasında karşılıklı bir bağımlılık vardır.
Kırsal koşullarda biçimlenmiş toplumsal ilişkilerde tüm olarak toplumun işleyişi arasındaki karşılıklı bağımlılık, kırsal toplumbilimin konusudur, kentsel toplumsal ilişkiler kent toplumbiliminin, sanayideki toplumsal ilişkilerde sınai toplumbiliminin konusudur. Benzer şekilde eğitim toplumbilimi, sanat toplumbilimi, bilim toplumbilimi, aile toplumbilimi, din toplumbilimi kendilerine özgü konulara ayrılmışlardır.
Bilimsel toplumbilim sadece belirli ve tek tek sorunlar üzerine durmakla kalmayıp, sistemler ve tüm olarak toplumsal organizmaların işleyiş mekanizmaları üzerinde de durur. Görgücül toplumsal tahlil, öncelikle toplumsal sistemlerin ve ilişkilerin işleyişindeki yetersizlikleri ortaya çıkarır, ikincisi bir toplumsal sistemin işleyişi ile tüm olarak toplumsal organizmanın işleyişi arasındaki bağlantıyı kurar, üçüncüsü toplumsal mekanizmanın işleyişindeki yetersizlikleri giderir, dördüncüsü bir toplumsal sistemin başarı ile işleyişine ya da ( ömrünü tamamlamış ise ) ortadan kalkmasına yardımcı olur. Bu yaklaşım, alınacak kararlar, çeşitli toplumsal sistemler, organizmalar ve ilişkiler üzerinde toplumsal gelişmeyi yöneten nesnel yasalara tam bir uygunluk içinde yapılacak rasyonel bir düzenleme ve denetim kurulması açısından toplumsal bir önem taşıdığı zaman, karar almada yararlanılacak bilimsel ilkelerin geliştirilmesini olanaklı kılacaktır.
TOPLUMSAL YASALARIN İŞLEYİŞİ
İnsan eylemleri toplumsal organizmanın işleyişi ile karşılıklı örtüşmüştür ve toplumsal etkileşimin hem nesnesi hem de öznesidir. Toplumsal organizmanın ya da organizmaların işleyişi ile insanların toplumsal eylemleri arasında karşılıklı bir edim bulunmaktadır. Bireyler yanlış eylemde bulunduklarında toplumsal sistemlerin ve organizmaların işleyişlerinde kesinti ve bozukluklara yol açarlar, bu da diğer bireylerin toplumsal eylemleri üzerinde uygunsuz etkiler yapar.
Kişisel ilişkiler sistemi, yani üretim ilişkileri içinde toplumbilim diğer tüm toplumsal ilişkilerin – sınıfsal, siyasal, ulusal, yasal, iş, aile ve ideolojiyle ilgili olanalar – içerik ve karakterlerini belirleyen toplumun temelini göstermiş olur.
Şunu doğrulamak için şöyle devam etmektedir Marks “ İnsanlar tarihlerini kendilerini yaparlar, ama bir kolektif plana ya da belirli, sınırlanmış bir toplumdaki kolektif iradeye göre değil. İstekleri birbiriyle çatışır ve işte bu nedenledir ki tüm bu toplumlar rastlantı tarafından tamamlanan ve rastlantı biçimlerinde görünen zorunluluk tarafından yönetilirler. Burada rastlantıları aşarak kendini gösteren zorunluluk, sonunda yine ekonomik zorunluluktur.
Özgül koşullar (teknolojik gelişme düzeyi, çalışma koşulları toplumsal durum ve kökeni vb.) bazen özel bazen de genel etmenleri içerir.
Gündelik yaşam koşulları ve sağlık koşulları da iş bölümünü ve dönüşümünü etkilemektedir. Bu koşullar kişiliğin gelişmesi, bireyin boş zamanlarını kullanması, teknik ve kültürel standartlarının yükseltilmesi, toplum işlerinin yürütülmesine katılışı üzerinde etkide bulunmakta, bunlar nesnel toplumsal yasaların özgün eylem biçimlerini belirlemektedir.
Toplumsal grup, belirli amaçlar, çıkarlar ve bunları gerçekleştirme çabaları etrafında toplanmış, birleşmiş bir insan grubudur, belirli bir toplumsal ilişkiler sisteminin toplumsal yapısı içinde bir ögedir.
Sosyo-psikolojik grup, belirli zaman ve mekan koşulları altında birbirlerini etkileyen aynı değerleri paylaşan, göreli olarak uzunca sayılabilecek bir süreden beri uyumlu bir biçimde karşılıklı etkileşim içinde bulunan çok sayıda insanlardan oluşur.
İnsanın genel durumunu değerlendirdiğimizde, insan bir toplumsal sistem içinde pasif bir öge değil, toplumdaki rolüne ve sorumluluğunun genişliğine göre diğer insanlar için çok büyük önem taşıyabilecek kararlar alan aktif bir katılımcıdır.
Toplum bilimsel araştırma ise, farklı farklı biçimleri içinde ve farklı farklı yaşam ve eğitim koşul ve biçimleriyle insan faaliyetlerini ele almaktadır. Toplumbilim iki ana işlev görmektedir, insanları toplumsal süreci yöneten nesnel yasalara ilişkin bilgiyle donatmak ve yaşamın değişik alanlarındaki (çalışma, günlük yaşam, kültür gibi ) toplumsal sistemlerin en uygun biçimde faaliyette bulunabilmelerini sağlayacak tavsiyelerde bulunmak.
MARKSİST VE BURJUVA TOPLUMBİLİMİ
Amerikan toplumbilimcisi Robert K.Merton, ABD’de 5 bin kadar toplumbilimci bulunduğunu ve her birinin “ kendine özgü bir toplumbilimi “ olduğunu yazabilmiştir. Dünya Beşinci Toplumbilim Kongresinde, Amerikalı toplumbilimci E.C. Hughes tek bir toplumbilim olmadığını, Amerikan, Sovyet, Yugoslav, Çin ve benzeri birçok toplumbilim olduğunu söylemiştir.
Amerikan toplumbilimcilerin çoğu, ne denli siyasal iktidar karşısında bağımsız kaldıklarını yazmış olurlarsa olsunlar, gerçekte ilgilendikleri sorunun “ toplumun var olan kurulu düzenini korumak ve sürdürmek “ olduğunu ifade etmektedirler.
Batılı toplumbilimin, özellikle Amerikan toplumbiliminin günümüzdeki temel amacı insanın toplumsallaştırılması, yani insanın bu toplumlarda geçerli sayılan yaşam biçimine uyumlandırılmasıdır. Örneğin, Amerikan toplumu iyidir ve bu toplumun değerleri kutsaldır. Bütün toplumsal çelişkiler çözümlenebilir, yeter ki insanlar bu değerleri önemsemiş olsunlar.
Marksist toplumbilimciler ise, sömürüye dayanan bir toplumun ve böyle bir ortamın yansıması olan toplum değerlerinin hiç de kutsal olmadığı, olamayacağı düşüncesindedirler.
Toplumsallaştırma teorisi insanın makine ritmine uyarlanmasını savunan modası geçmiş Taylor-Ford teorilerinin bir kalıntısıdır. İnsan, bu anlayışa göre, makine ve makine ritminin tamamlayıcı ögesi durumundadır. Modern yöntemler ve teknikler insan bilincini etkilemeyi, onu ilkel düzeylere bile indirgemeyi ve insanı sömürüye dayanan bir topluma uyumlamayı olanaklı kılan bilimsel yollar getirmiştir. Bu amaca hizmet etmekle Batı toplumbilimi, insancıl olmayan bir yola sapmış olmakla ve insanın egemen sınıfların uysal bir aletine dönüştürmeye hizmet etmektedir.
Marksistler toplumun insanileştirilmesinin gerektiğine, insanın değişmesi için toplumun değiştirilmesinin olmazsa olmaz bir zorunluluk olduğuna inanırlar. Toplumun dönüşümünün niteliği ve yönü, ancak bilimsel bir toplum bilimsel teorinin temel alınması ile anlaşılabilir. Materyalist tarih anlayışı işte bu genel toplum bilimsel teoridir.
Modern Batı toplumbilimi, görgücül araştırma ile teori arasında giderilmez bir biçimde parçalanmıştır. Bazı Batılı toplumbilimciler kişilerin toplumsal davranışlarını ve küçük toplumsal grupları ve toplulukları incelemek için dar görgücül araştırmalar yapmaktadırlar. Ötekiler ise aşırı derecede soyut ve skolastik toplumsal gelişme şemaları üzerinde çalışmaktadırlar.
Batı toplumbiliminin görgücülüğü çeşitli aşamalardan geçmiştir. Temel amacı öğrencilerine günlük ve pratik toplumsal ve kişisel sorunlarını çözümleme yeteneğini kazandırmak olmuştur. Toplumbilim evlilik sorunları, aile sorunları, ırk sorunları vb. sorunlara ilişkin derslerde yer almaya çağrılmıştır.
Robert Merton, görgücülüğün toplumbilimi ittiği çıkmaz sokak üzerinde durmaktadır. Merton, örneğin diyor ki savaş gibi, insanın sömürülmesi gibi, yoksulluk, adaletsizlik ve yarının belirsiz oluşu gibi insanlara ve topluma yaşamı zehir eden, ya da öz varlıklarını tehdit eden olgulara karşı sorumsuzluk sayılacak kadar ilgisiz kalmakta ve önemsiz diğer sorunlar üzerinde durmaktadır.
Toplumsal kavrayışı bu ilk düzey içinde sınırlı tutmakla görgücül toplumbilim, modern toplumun gittikçe artan çelişkilerinin gerçek nedenlerinin anlaşılmasını önlemekte, tüm toplumsal çalışmaları ve çelişkileri kişiler arası çelişki ve çatışma durumuna indirgemektedir. Bu arada sabırla, gayretle modern toplumun çirkin gerçeklerini renkli bir biçimde karakterize eden sayısız denecek kadar çok veri toplamış olmaktadır.
Örneğin alkolizm ve akıl hastalıklarının çoğalmasını görgücülük değişik kişilik gelişmesi tipleri ve farklı yapısal tercihler gibi kesinlikten uzak şeylerle açıklamaktadır.
Sovyet toplumbilimciler ise, şöyle demektedirler. İnsan toplumu dallarıyla, yukarda ki gür uçlarıyla ve canlı yapraklarıyla gelişen, sağlıklı bir ağaç gibidir. Her dal, her dalcık, her yaprak toplum bilimsel betimlemeye konu olabilir, ama Batılı birçok toplumbilimci, yaprakların sıklığından dolayı, ağacı tüm bir organizma olarak görememektedir. Sadece tek tek dalların betimlemesi kendi başına bir amaç halini almakta ( ki çoğu kez bu da tek yanlı olarak yapılmaktadır ) ve toplumbilim bir bilim olarak ortadan kalkmaktadır. Oysaki dalların ve dalcıkların yaşamı, tüm ağacın yaşamına bağlı bulunmaktadır. Toplumsal hizmet ağacının kendine özgü bir doğuş, büyüme ve yenilenme yasaları vardır. Toplumsal gelişmenin, eskinin de yeninin de, eğilimlerin ve görünümlerin yasaları incelemedikçe hiçbir toplumbilim olamaz.
Batı toplumbiliminde egemen eğilim olguculuktu. Bunu ilk kez tanımlayan, Fransız toplumbilimcisi Emile Durkheim’dir. Toplumsal olgular Durkheim’in dediğine göre, davranışın,( düşünme, hissetme vb. ) gözlemci için nesnel ve kesin nitelikteki aşamalarıdır.
Ayrıca matematiksel olgucular, kamuoyu, aşk, milliyetçilik, barış ve savaş, evlilik, demokrasi vb. gibi toplumsal görüngülerin çeşitli matematiksel formüllerle incelenebileceğini ileri sürmektedirler.
Matematiksel olguculuk, kesin bilimlerin yöntemlerini toplumsal görüngelerin incelenmesinde kullanarak bu görüngülerin nitel yanlarını görmemezlikten geldiği için, toplumsal görüngülerin niteliğini ihmal etmekte, nitelikçe farklı nesneler arasındaki farkı göstermemekte, gerçekliği çarpıtmaktadır.
Toplumsal etkileşim kendi kendini etkileyen bir şey olmayıp, insanların faaliyetlerince etkilenmektedir. Bununla ilgili olarak Engels şöyle yazmaktadır, “ Nihai sonuç daima, her biri belirli bir yaşam koşuşunca oluşturulan birçok bireysel irade arasındaki çelişkilerden ortaya çıkmaktadır. Böylece, tek bir bileşkeyi-tarihsel olayı- birbirleriyle kesişen sayısız güçler, sonsuz bir güçler paralel kenarı meydana getirmektedir. Dolayısıyla belli bir bireyin iradesi diğer bireylerin iradelerince engellendiği ve öğesel nitelikte olduğu için, bütün iradeler birlikte bilinçsizce eylemde bulunan tek bir gücü meydana getirmektedirler.
Yeni –olgucular toplumsal davranışı “ psişik enerji “ kavramıyla betimlememekte ve enerjinin bir belirtisi saymaktadırlar. Maddeyi “psişik enerjiye “ çözüştürmektedirler. Bu bakımından, yeni-olgucular tinselcilere benzemektedirler. Bu kimseler fizikteki töz ve güç kavramlarını mekanik bir biçimde, madde ve bilinçle özdeş saymakta, hareketin üst ve alt biçimleri arasındaki farklılığı gözden kaçırmakta ve maddenin hareketinin toplumsal biçiminin özgül karakterini görmezlikten gelmektedirler.
Sonuçta Burjuva toplumbilimcileri bile yeni-olguculuğun yetersizliğini görüp kabul etmek durumuna gelmişlerdir.
Doğal bilimlerin kavram ve yasalarını toplumsal bilimlerin kavram ve yasaları yerine geçirmekle toplumbilimciler toplumsal görüngüleri anlamakta ileriye bir adım bile atmış değildirler.
Batılı toplumbilimcilerin birçoğu yeni-kantçılığın etkisi altında bulunmaktadırlar. Örneğin Max Weber vb. gibiler tarihsel süreç içinde öznel davranışın rolünü vurgulamakta, bu davranışı duyuların zihinsel bir yeniden üretimi süreci saymaktadırlar.
Toplumbilim üzerinde varoluşçuluğunda belli ölçüde etkileri olmuştur. Varoluşçular bilme sürecini, daha çok sezgiye indirmektedirler. Varoluşçuluk düşünce sürecini sadece belirli tek bir bireyin faaliyet alanıyla sınırlamakta, tek bir bireyi mutlak bağımsız bir öz varlık saymakta, insanı dışsal ve hasım sayılan toplumsal ortamından soyutlamaktadır. Varoluşçu toplumbilimciler, insanın öz varlığını ayrıştırmakta ve duyguları ve içgüdülerini aklın karşısına koymaktadırlar.
Toplumsal yaşamın başlangıç noktası olarak; itaat dürtüsü, yardım dürtüsü, mücadele dürtüsü, kişinin komşusunu kıskanma dürtüsü, sempati eğilimi, taklit eğilimi gibi şeyleri, yani kişinin görülmeyen içsel dürtülerini ileri sürmektedirler. Bu dürtülerden oluşan ve çok sayıda insan arasında birlik yaratan içsel bağlantı, görüngücülere göre, toplumunda özünü meydana getirmektedir. Toplumbilimdeki görüngü bilimsel akım, bir bakıma değişik bir psikolojiciliktir.
Görüngü bilimci toplumbilimciler sezginin bilgideki rolünü mutlaklaştırmakta; deneyimin rolünü ise sadece sezgisel olarak kazanılmış fikirlerin gerçeklenmelerine indirgemektedirler.
Batılı toplumbilimciler daha çok insanların psikolojik ve ideolojik ilişkileri üzerinde durmaktadırlar. Bu ise insan ilişkilerini anlama ve kavramalarını anında çarpıtıp bozmaktadır.
Bu durum kabul edilecek olursa, toplumbilimcilerin yalnızca toplumsal görüngüleri değil, aynı zamanda hayvan ve bitkilerin de yaşamını incelemeleri gerekecektir.
Yine bazı toplumbilimciler toplumbilimin amacının genel olarak insan davranışlarını değil, ama grup davranışlarını incelemek olduğu görüşüne gelmişlerdir.
Bu toplumbilim tanımlarının tahlili, incelemenin, bireylerin davranışlarından grupların davranışlarına aktarılmakta oluşunun ilke olarak hiçbir şey değiştirmediğini göstermektedir. Burjuva toplumbilimcileri, grubu incelerken, üretim araçlarının mülkiyeti ve maddi üretimde bireyin ya da grubun oynadığı rolle hiçbir bağlantı kurmaksızın, ikincil tutumlarla ilgilenmektedirler.
Toplumsal gelişimin yasalarını toplumsal davranışın ve biçimlerinin tahliline indirgemekle Batı toplumbilimi, kendi öz benliğini yitirmiş ve büyük oranda toplumsal psikoloji ve toplumsal insanbilim ile kaynaşmıştır. Modern Batılı toplumbilimciler, toplumbilim, toplumsal psikoloji ve toplumsal insanbilim arasında kesin bir ayrım koymamakta, kendi konularını belli bir toplumsal durumdaki kolektif davranışa indirgemektedirler.
Toplumsal psikoloji, belirli koşullar altında toplumsal gruplarda beliren zihinsel eylemler ve edimlerin ortaya çıkışını ve gelişimini yöneten yasalarla ilgilidir.
Toplumsal insanbilimin konusu, çeşitli kültürlerden ve bunların kabile, ulus, halk ve bireylerin sosyo-psişik özelliklerinin oluşumu üzerindeki etkilerinden meydana gelmektedir. Toplumsal insanbilim toplumsal psikolojiyi tamamlar, her iki bilimde toplumsal-psişik özelliklerin biçimleniş süreci üzerinde dururlar.
Toplumbilim oysa toplumsal-psişik etmenlerin değil, ama bu toplumsal psişik etmenlerin karakter ve içeriklerini belirleyen ve giderek toplumsal gelişmenin genel ve özgül nesnel yasalarının belirti biçimlerini meydana getiren tarihsel olarak oluşmuş çeşitli etmenlerin bilimidir.
Her toplumbilimci şu ya da bu alanda küçük, belirli bir sorunlar destesi alıp çabalarını bunlar üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Bazı toplumbilimciler sanayide emek yoğunlaştırma sorunu üzerinde, bazıları kırsal nüfusun yaşamı üzerinde, bazıları aile ilişkileri üzerinde, bazıları kırsal nüfusun yaşamı üzerinde, bazıları aile ilişkileri üzerinde, bazıları çocuk suçlarındaki artış üzerinde, bazısı da alkolizmin ahlak düşüklüğüne etkileri üzerinde çalışmaktadır. Batılı toplumbilimciler tarafından yapılan görgücül toplumsal araştırmaların sonuçlarına dayanarak yazılan yığın yığın kitap ve makale arasında kapitalist toplum gerçeğinin işsizlik ve işçi sınıfının gerilemesi gibi temel sorunları üzerine ciddi çalışmalar yapıldığı görülmemektedir.
Batılı toplumbilimcileri, toplumu “ ortak alışkanlıklara, fikirlere ve tutumlara sahip, belli bir toprakta yaşayan ve kendilerini toplumsal bir birim sayan en geniş insan gruplanması “ olarak tanımlamaktadırlar.
Batılı toplumbilimciler karşılıklı etkileşimi yalnızca sosyo-psikolojik bir görüngü saymakta, nesnel, maddi ve toplumsal niteliğini önemsemektedirler. Bu kişiler toplumsal etkileşimi, içinde biçimsel ya da grupsal akıl ve düşüncelerinin karşılıklı etkileşimde bulunduğu sadece tinsel bir süreç saymaktadırlar.
Sosyo-psişik ilişkileri fetişleştirmek ve bunların kendine özgü şeyler olduğunu ileri sürmekte modern Batılı toplumbilimciler, toplumsal yaşamın doğasını öznel- idealist biçimde yorumlama eğilimi göstermiş olmaktadırlar.
Amerikalı toplumsal psikolog Erich Fromm, toplumsal etkileşimin en geniş biçimde psikolojik yorumunu yapmaya çalışmaktadır. Fromm, psikolojik etmenleri “toplumsal sürecin “ aktif güçleri saymakta ve toplumsal süreci iki temel sürece indirgemektedir. 1.Diğer insanlarla ilişkide bulunma gereksinmesi, 2.Özgürlük ve bağımsızlık gereksinmesi. Ona göre bu gereksinmeler toplumsal sürecin kendisinden değil, ama insan özgürlüğünün ve gerçekliğin özünden kök almaktadırlar. Böylece görülüyor ki Fromm, insanı toplumsal değişim sürecinde bağımsız bir öge olarak ele almaktadır.
Fakat toplumsal tarihin gösterdiği gibi, sosyo-psişik yaşam deneyimleri ve izlenimleri değil, geçim araçlarını üretme, yani üretim ilişkileri nedeniyledir ki, insan diğer insanlarla toplumsal etkileşime girişmektedir. Üretimde, Marx’ın işaret ettiği gibi, insanlar sadece doğayı değil, ama birbirlerini de etkilemektedirler. Birbirleriyle ortaklaşa faaliyete girişmedikçe ve faaliyetleri arasında karşılıklı bir alışveriş olmadıkça insanlar, üretimde bulunamazlar. Üretimde bulunmak için, insanlar belirli ilişkilere girerler ve bağlantılar oluştururlar, ancak bu toplumsal bağlantılar ve ilişkiler aracılığı iledir ki, doğa ile aralarında ilişki kurulabilir, üretimi gerçekleştirebilirler.
İdealist toplumbilimciler toplumsal yapıları, görülebilir ve geçici belirli kalabalıklar, gözle görülmeyen ve belirsiz boyutta kalabalıklar, kişisel katılma ve örgütlenme ile karakterize edilen gruplar, içinde yer alan tek tek bireyselliklere pek önem verilmeyen soyut ortaklaşalıklar ( örneğin devlet, kilise ) olarak ele alırlar.
Bu kişiler toplumsal kurumların ( siyasal, ekonomik, dinsel, ailesel vb.) ortaya çıkış nedenlerinin toplumun maddi yaşamının koşuları değil, ama duygular, fikirler, adetler ve gelenekler olduğunu savunmaktadırlar.
Elbette ki, belli bir ölçüde toplumsal kurumlar insanların bilinçli faaliyetlerinin ürünüdürler.
Ama insanlar belirli toplumsal kurumları kurma fikrine, maddi yaşamın belirli gerekirliklerini fark ettikten sonra varabilmektedirler. Bu kurumların karakteri hizmet ettikleri sınıfın çıkarlarınca belirlenir.
Modern Batılı toplumbilimcileri, toplumsal kurumları psiko-sosyal etkileşimin ürünü saymaktadırlar. İdeolojiyi değişik görüşlerin “yaratıcı sentezi “ saydıkları için, onun temelleri üzerine kurulan kurumların bütün bu görüş açılarının sentezini yansıttığını ve bu nedenle de sınıflar üstü olduğunu ileri sürmektedirler. Batılı toplumbilimciler iki süreçten söz etmektedirler, toplumun toplumsal temellerini altüst eden “dinamik” süreç ve toplumsal kurumlara dayanan “ dengeleyici” süreç, buna uygun olarak da “dinamik güçlerin “ edinimi psişik, yani öznel bir etmenle “statik güçleri” ise, nesnel bir etmenle açıklamaktadırlar.
Toplumsal varlık ile toplumsal bilinç arasındaki ilişkinin diyalektiğini anlamayan toplumbilimciler, kendilerini toplumsal varlıktan soyutlamakta, toplumsal bilincin toplumsal varlığa dayanmakta olduğunu yadsımakta ve böylece toplumsal bilinci toplumsal kurumlar ve çeşitli “toplumsal yasalar “ biçiminde maddi dünyayı yaratmış bulunan bir çeşit tanrısal töze dönüştürmektedirler.
Modern Batılı toplumbilimciler, biyolojik karakteristikler ya da toplumun varlık sürdürme mücadelesi ile açıklanan “işleve “ en büyük yer ve önemi vermektedirler. İşlevde bozukluk, yapıda düzensizliğe yol açmakta yapıda düzensizlik ise toplumsal düzensizliğe neden olmaktadır.
Devletin ve yapısının oluşturmasına yol açan temel işlev adetlerce değil, toplumun sınıflara ayrılmasıyla sonuçlanan bir ekonomik süreç tarafından belirlenmektedir. Nitekim herhangi bir toplumsal kurumun oluşumunun temelinde yer alan herhangi bir işlev, ister istemez belirli bir sınıfın maddi gerekirliğince meydana getirilmektedir.
Toplumun gelişiminin maddi gerekirlilikleri çeşitli sınıfların bilinçlerinde yansımakta ve belirli bir sınıfın çıkarına işlevler yüklenmiş kurumlar içinde geçekleştirilmektedir.
Kurumların temeli, maddi üretimde değil ama belirli insan gruplarının psikolojik özelliklerinde aranmış, bu kurumlar ekonomik yönden egemen sınıfın çıkarlarını yansıtan kurallar ve normlar toplamı olarak değil, adeta sınıflar üstü bir varlık gibi düşünülmüştür.
“ Kurumsal “ okul, toplumsal sistemin köklerinin insan doğasında çeşitli biyolojik ve psikolojik etmenlerde bulunduğu görüşündedir. Gerçekte ise, toplumsal kurumlar insanın biyolojik ve psikolojik niteliklerine değil, ama toplumun maddi temellerince biçimlendirilmektedir.
Değerler, içlerinde gerçekten yer almış oldukları biçimler olarak, ya da toplumsal fikirler olarak ortaya çıkarlar. Örneğin kapitalizm tekelciler için bir hür dünyadır, ama emekçiler için bu böyle değildir. Kapitalist için özgürlük bir gerçek değildir, emekçi için ise bir önemli değerdir, çünkü kapitalist olan özgürlük emekçi için özgürlüğün yadsınmasıdır.
Kültür, toplumsal ve tarihsel gelişmenin gidişi içinde insan tarafından yaratılan maddi ve manevi değerlerin genel toplamıdır. Kültür, toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasında teknik ilerlemenin üretimin, eğitimin, edebiyatın ve sanatın düzeyini ortaya koymaktadır.
Marksizm ise son tahlilde, kültürün, yaşamın maddi koşullarınca belirlendiği görüşündedir. Fakat kültüründe toplumsal üretim üzerinde karşı-etkide bulunduğu gerçeğini yadsımamaktadır. Ekonomik gelişme içinde belirli bir kültür düzeyinin varlığı gerekmektedir.
İnsanın tek bir varlığı gerçekten bölünmüştür, ama bu ikiliğin nedeni “ simgeler dünyasından “ değil, kapitalizmin ikiliğinde yer almaktadır. Freud’u izleyen toplumbilimciler “ bilinçsizliği “ mutlaklaştırmakta, bilinçliliğin rolünü ise inatla görmezlikten gelmektedirler. Bununla birlikte bilim, insanın ruhsal yaşamının, bilinci ve bilinçsiz ögelerin bir birliği olduğunu göstermektedir.
Kişiliğin oluşumunun önemli yanı sadece, kişiliğin toplumsal ilişkilerin ve eğitimin bir ürünü olduğunun değil ama insanın kendisinin de bu ilişkileri ve çeşitli eğitim biçimlerini oluşturabilen bir güç olduğunun da anlaşılmasıdır.
Marksist toplumbilimciler kişiliğin oluşmasında ekonomik etmenin öneminden söz etmekte ideolojinin önemli rolünü yadsımış olmamaktadırlar.
MARKSİST TOPLUMSAL TARİH GÖRÜŞÜ
Bilimsel bir “ toplum “ tanımı, ancak ve ancak, diyalektik materyalizmin bakış açısından mümkündür. Toplum, hukukun, adetlerin, geleneklerin vb. gücü ile desteklenen, tarihsel gelişme içinde biçimlenmiş bulunan, belirli bir üretim biçimini temel alan ve insanın ileri gelişmesinde bir aşama olarak ortaya çıkan, göreli olarak kararlı bir toplumsal bağlantılar ve büyük insan grupları arasındaki ilişkiler sistemidir.
Batılı toplumbilimciler, bazen Marksist toplumbilimcileri, toplumsal gelişmede insanın ve insan bilincinin rolünü görmezlikten gelmek ve sadece kişileştirilemeyecek kategorilerin devinimini görmekte eleştirmektedirler. Bu eleştiri yersizdir. Marksist toplumbilim insanın aynı anda hem yazan, hem de oynayan olduğunu göstermiştir. Maddi servetin üretilmesi ve yeni teknoloji ve araçların üretilmesi, insan bilinç ve iradesinin en yüksek düzeyde işe katılmasını gerektirmektedir. Fakat üretim ilişkileri, nesnel maddi etmenlerce, her şeyden çok da üretim güçlerince belirlendikleri için insan tercihi ile oluşturulamaz ya da değiştirilemezler.
Marx, tüm toplumsal görüngülerin bilinmesinde materyalist ilkeyi uygulamış ve böylece tek bir toplumsal gelişme teorisi kurmuştur. Marx, toplumu toplumsal ilişkilerin birbirinden ayrılmaz iki yanının- maddi ve ideolojik- çözülmez bir birliği saymakta ama ağırlığı, çok farklı bir şekilde, maddi ögeye üretim ilişkilerine vermiş bulunmaktadır. Materyalist ilkeden yola çıkarak, toplumun bilimsel tek tanımını da Mark yapmıştır. “ Totallikleri içinde üretim ilişkileri, toplumsal ilişkiler, toplum denen şeyi ve daha belirli olarak, tarihsel gelişmenin belirli bir aşamasındaki bir toplumu, kendine özgü, diğerlerinden ayırt ettirici karakteri olan bir toplum meydana getirir.”
Toplumsal süreci, sosyo-ekonomik biçimlenişlerin ortaya çıkış ve gelişim süreci olarak kapsamlı bir biçimde inceleyebilmenin yollarını materyalist toplum anlayışı açmıştır. Materyalist toplum anlayışı, çelişkili eğilimlerin tümünün toplamını incelemekte, onları çeşitli toplumsal sınıfların belirlenebilir yaşam ve üretim koşullarına indirgemektedir. Materyalist toplum anlayışı çeşitli toplumsal fikirlerin, normların ve değerlerin başat alanların seçimindeki öznelciliğe ve keyfiliğe son vermekte, bunların tümünü maddi üretici güçlerle ilişkilendirmektedir.
TOPLUMSAL GRUPLAR VE SINIFLAR
Birçok toplumbilimci 20. Yüzyılda üretim ilişkileri ve toplumsal üretim açısından sınıf ilişkileri temeline dayanan toplumun sınıflara bölünüşünün ve sınıf ilişkileri biçiminin eski önemini yitirdiğini, sınıf-içi ilişkilerinin ön plana çıktıklarını ve toplumsal yaşamda belirleyici ve yönlendirici etmen durumuna geldiklerini savunmaktadırlar. Bunlar, toplumun çeşitli etnik, ırksal gruplar ve aile grubu ya da suçlu grupları gibi topluluklarda dahil olmak üzere birbirlerinden en uzak farklılaşmalar içinde bulunan sayısız toplumsal gruplardan oluştuğu görüşündedirler.
Ayrıca toplumsal sürece ilişkin “ biyolojik “ teori, toplumsal yaşamın niteliğini çarpıtmaktadır. Toplumsal grupların farklılaşmaları ve bütünleşmelerinin nedeni, biyolojik süreçler değil ama emeğin toplumsal bölünümüdür. Marksist görüşte ise tüm üyelerinin amaçlarının bütünlükleri içinde toplumun ya da bir toplumsal grubun bilimsel olarak incelenmesi, bu amaçların erişecekleri sonuçları kestirebilmenin tek yoludur. Amaçlarda uzlaşmaz çelişkilerin olmasının nedeni, her toplumun ayrıldığı sınıfların yaşam koşulları ile toplumsal kurumlarının farklılığıdır.
Son tahlilde, birçok toplumbilimci toplumsal bütünleşmenin tüm ögelerini insan psikolojisine indirgemiş olmaktadırlar.
Toplumsal bütünleşme teorisi öznelcidir. Nesnel yasaları ve süreçleri görmezden gelmektedir.
Biyolojik anlayış son yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Bu anlayış, grupların oluşumunu “ doğal ilkelerle “ ( ırk mücadelesi, işbölümü, biyolojik eşitsizlik vb.) açıklamaktadır.
Toplumsal grupları inceleyip araştırmak için toplumbilim, incelenecek olan toplumsal grubun içinde yer aldığı ve geliştiği her bir sosyo-ekonomik biçimlenişin tahlilini gerektirmektedir. Feodal, köleci ya da sosyalist toplumdan söz edebiliriz, fakat bir toplumda rastladığımız toplumsal yasaları bütün diğer toplumlara uygulayamayız. Her sosyo-ekonomik biçimlenişteki bireylerin görünüşte hiçbir sistemliliği olmayan çok çeşitleri faaliyetleri, Marksist toplumbilimciler tarafından insanların üretim ilişkileri sisteminde oynadıkları role, üretim koşullarıyla ve sonuç olarak yaşam koşullarıyla, yaptıkları mücadeleleriyle, toplumsal gelişmeyi belirleyen sınıfların faaliyetleriyle açıklanmaktadırlar.
Değişken işlevler ( bireylerin şu ya da bu gruba ait olmaları bunlara göredir ) bireylerin, her şeyden önce tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sistemi içindeki bireylerin, onların üretim araçları ile ilişkilerinin, emeğin toplumsal organizasyonu içindeki rollerinin, toplumsal servetten pay alma biçiminin, bu payın ölçüsünün ve bazı belirli çıkarsanmış özelliklerinin işlevleridir.
Bazı toplumbilimciler toplumun üretim araçlarıyla olan ilişkilerine göre toplumsal sınıflara bölünmüş olduğunu reddettikleri gibi “ toplumsal grup “ kavramının yanı sıra ortaya birde “ tabaka “ kavramı getirmişlerdir.
Toplumsal tabakalanma teorisini savunanlar bunun iki özelliğini belirtmektedirler. İlki, ekonomik temelinden bağımsız olarak, hangi toplumda olursa olsun, her toplumda kaçınılmaz olarak toplumsal eşitsizliğin ve hiyerarşinin varlığı, ikincisi de bunun kalıcı oluşudur. Toplumsal tabakalanmanın sürekli oluşunun vurgulanmasının nedeni, başlangıç alınan toplumsal eşitsizliğin kaçınılmaz bir şey olduğu tezini yumuşatmak ve toplumsal tabakalanma sistemini içinde toplumsal farklılaşmaların sınıf uzlaşmazlıklarına yer bırakmayacak kadar çok tedrici, çok güç fark edilecek şekilde arttığı bir sınıflar arası uyumluluk olarak gösterilmek istenmesidir.
Toplumu “ tabakalara “ ayırtmayı ise, genellikle meslek, konut tipleri, oturulan semt, gelirin miktarı vb. etmenlere göre yapmaktadırlar.
Belirli bir bireyin, belirli bir tabakaya ait oluşunu belirleyen etmenlere ise statü denmektedir.
Materyalistler ise gelişmeyi, bir yeni niteliğin oluşumuyla karşıtların mücadelesi, günü geçmiş biçimlerin sürekli olarak bir yana atıldığı, içeriğinde değişikliklere uğradığı devrimci bir süreç olarak görürler. Materyalistler, sınıf gelişimini basit bir mekanik evrim olarak değil ama yoğun ve uzlaşmaz sınıf mücadelesine, insanlığın tarih-öncesinden başka bir şey olmayan düşmanca karşıtlıkların bulunduğu sınıflı toplumun sona erdirilmesini öngören bir sınıf mücadelesine götüren bir süreç olarak, gelişimin en yüksek aşamasının – sınıfsız komünist toplumun-başlangıcı olarak görürler.
Bilimsel toplumbilim, toplumdaki sınıfları tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal üretim sistemi içindeki konumlarıyla, üretim araçlarıyla olan ilişkileriyle, işin toplumsal organizasyonundaki rolleriyle, sonuç olarak da toplumsal servetten kendilerine düşen payı alma yöntemleri ile ve aldıkları bu payın miktarıyla birbirlerinden ayırt edilmesi gereken büyük insan grupları olarak kabul etmektedir.
Marks, ayrıca şunu da belirtiyor ki, İngiltere gibi klasik kapitalist ülkede bile sınıf ilişkileri arı biçimler içinde görünmemektedir. “ İngiltere’de modern toplum ekonomik yapısı bakımından tartışmasız en yüksek ve en klasik gelişmeyi göstermiştir. Ne var ki burada bile, sınıfların tabakalanması katıksız biçimleri için de görünmemektedir. Burada bile orta ve ara tabakalar, her yerde ( kırsal bölgelerde kentlerdekine göre oranlanmayacak derecede az ise de ) sınır çizgilerini ihlal etmektedirler”.
Bazı Batılı toplumbilimciler, Marksizm’i “ aşırı basitleştirilmiş bir bircilik “ olmakla suçlamaktadırlar. Sadece ekonomik etmeni kabul ettiğini yazmaktadırlar. Oysa Marksistler, toplumsal yaşamı biçimlendirenin sadece ekonomik etmen olduğunu hiçbir zaman savunmamışlardır. Üretim ilişkilerinin belirleyici etmenler olduğunu kabul etmekle birlikte, yaşamın tüm diğer alanları üzerinde durmuşlar, toplumsal yaşamın tümünü anlamak gerektiğini savunmuşlardır. Marksistler ideolojik, siyasal, törel ve diğer alanları hiçbir zaman küçümsememişlerdir.
Marksistler, bireysel sapmaların mümkün olduğunu, yani bir sınıfın bireysel üyelerinin bilinç ve iradelerinin bu sınıfın nesnel konumu ile ya da genel toplumsal fikirleri ve istekleri ile çakışmayabileceğini kabul etmektedirler. Fakat son tahlilde, kesin belirleyici rolü ekonomik temel oynamaktadır.
Bazı toplumbilimciler yaptıkları sınıf araştırmaları ve incelemelerinde, kapitalist toplumdan “ “ara ve geçişsel sınıflar” toplumu olarak söz etmektedirler. Ayrıca ABD’de ileri derecede gelişkin diğer kapitalist ülkelerde sınıfların ortadan kalktığını ve orta sınıfın gerek proletaryayı gerekse burjuvaziyi özümsediğini savunmuşlardır.
İşin can alıcı noktası, Batılı toplumbilimcilerin çoğunun işçi sınıfından sadece işçi sınıfından sadece kol işçilerini anlamakta oluşlarıdır. Teknik ilerlemeler kol işçiliğini azaltıp, kafa işçiliğini artırdığı için, teknolojinin işçi sınıfını azalttığı mühendis ve teknik personeli, uzmanları, büro personelini ve “yeni orta sınıf” oluşturan diğer fikir işlerinde çalışanları artırdığı sonuca varmaktadırlar.
Sermaye gerek işçinin gerekse teknisyenin artı-emeği gerek üretim alanındaki emeği ve gerekse dolaşım alanındaki emeği kendine mal eder. Böyle yaptığı içinde, mühendisleri, teknisyenleri, büro işçilerini ve diğer müstahdemleri ücretli işçi konumuna indirger, bunların emeğinin bir kısmı tam-ödenmemiş emek olarak kalır ve sermaye tarafından kendisine el konur.
İşçi sınıfı, ücret karşılığı çalıştırılan kafa ve beden emeği olarak tanımlanacak olursa, emeğin ödenmemiş kısmına sermaye tarafından el konan işçi sınıfının nüfus içindeki mutlak toplamı ve oran azaltmakta değil artmaktadır.
Sermaye, büyük kapitalist üretimle rekabet edemeyen köylüleri, küçük çiftçileri, küçük mülk sahiplerini, zanaatçıları ve esnafı yoksullaştırır. Sermaye, proletaryayı çoğaltmadan büyüyemez.
Bununla birlikte, sonunda geçinemez duruma düşen çiftçi, tarım işçisi olmuş, doktor, hukukçu ve mimar kendi laboratuarından ya da büro olanaklarından yoksun kaldığı için büyük şirketlerin kadrolarında çalışmak durumunda kalmışlardır.
Bu andan itibaren de, nesnel olarak kafa ya da beden işinde çalışmaya başlamışlar, çalışan sınıf içinde yer almışlardır. Bu kategorilerden bir kısmı evler, arabalar, şirket hisse senetleri şeklinde özel malvarlığı sahibi olabilirler. Fakat kendi malvarlıklarını, artık emeği sömürmekte araç olarak kullanamazlar.
Seçkinler teorisini savunan burjuva toplumbilimcileri, seçkinler aracılığı ile yürütülen egemenliğin araçlarının ne servet ne de özel mülkiyet olmayıp, siyasal iktidar olduğunu kanıtlama çabasındadırlar.
Seçkinler teorisinin birkaç çeşitlemesi bulunmaktadır.
1.Gizemci- us- dışı teoriye göre seçkinler bilinemez nitelikteki doğallık- üstü ilkeleri temel almaktadır.
2.Teknolojik teoriye göre, seçkinler teknolojik gelişimin doğal ürünüdür ve son olarak
3.Biyo-psikolojik teoriye göre, seçkinlerin oluşum kökeni insanlar arasındaki biyolojik ve ruhsal eşitsizliğe dayanmaktadır.
Teknolojik seçkinler, toplumda bir seçkinler tabakasının bulunduğunu modern teknik gelişme açısından açıklamaktadırlar.
Biyo- psikolojik seçkinlerde kitlelerin yaratıcılığını küçümseyip hor görmektedir.
Bu tip düşünme biçimleri, siyasal iktidarın ve yönetsel işlevlerin ekonomik ilişkilerin temeli olduğu şeklindeki burjuva görüşü yansıtmaktadır. Marks bu görüşü eleştirmektedir. “ Bir kimse, sanayinin lideri olduğu için kapitalist değil, tersine kapitalist olduğu için sanayinin lideridir. Sanayi liderliği, sermayenin bir vasfıdır, tıpkı feodalite döneminde general ve yargıçlık görevlerinin toprak mülkiyetinin vasıfları olduğu gibi.
“ Seçkinler “ tabakası, özel mülkiyet dünyasının bir ürünüdür. Varlığı, üyelerinin parlak kişiliklerinden dolayı değil, üretimi ve sermayeyi az sayıda insanların elinde toplayan kapitalizmin nesnel yasalarından dolayıdır. Burjuva teorisyenlerinin “ seçkinler “ diye yücelttikleri işte bu azınlıktır.
“ Seçkinler “ teorisi, zaman zaman bireyin aynı tabakada, kendi tabakasında kalmayıp bir toplumsal “ tabakadan “ diğerlerine geçebildiğini ileri süren “ toplumsal hareketlilik “ teorisi tarafından desteklenip tamamlanmaktadır.
Ayrıca toplumsal değişim teorisi de, toplumsal sürecin özü olan nesnel yasalarla değil, bu sürecin farklı biçimleri ile ya da daha çok, bu biçimlerin işlevleri ve yapıları ile ilgilenmektedir. Bu teori, toplumsal değişimlerin, toplumsal kurumların yapılarında ve işlevlerinde değişimlere yol açan kendi içsel nedenlerini ve yasalarını bütünüyle görmezlikten gelmektedir.
“ Grup norm “ larının, temelde ekonomik etmenlerce belirlenmekte oluşu gerçeğini görmezden gelen bazı toplumbilimciler, bazı kişilerin bunlara uymakta, bazılarının ise uymamakta oluşlarının nedenini anlayamamakta ve açıklayamamaktadırlar. Bu kimselerin düşüncesine göre, kapitalist toplumun normlarına uyulmamasının nedeni, toplumda işlerliği olan ve “ toplumsallaşmaya “ tamamen ters bir biçimde işleyen toplumsal etmelerin değil, biyolojik, patolojik ve psikolojik ( akıl hastalıkları, beyaz zehir alışkanlıkları, alkolizm, frengi vb. ) bazı etmenlerin yol açtığı bir süreçtir. Bir takım burjuva toplumbilimcileri kapitalist toplumdaki her türlü toplumsal sorunların ve kötülüklerin nedeninin akıl hastalıkları ile çeşitli diğer hastalıklar olduğunu söylemektedirler. Bu nedenle “toplumsal psikopatoloji “ burjuva toplumbiliminin vazgeçilmez bir tamamlayıcısı olmaktadır. Fakat bugüne kadar yapılanlar, patolojik hastalıklara mücadeleden çok, kapitalist toplumdaki çalışan halkın artmakta olan siyasal uyanışını boğma çabalarına benzemektedir.
Yine bazı sapmaların “ normal “ eylemini sürdüren “ ani “ rol çatışmaları nedeniyle ortaya çıktığıdır. Fakat bu durum çatışmaların nasıl oluştukları karakterinin ne olduğu açıklanmadan bırakmaktadır.
Sonuçta, sanayideki çatışmalar ve işçilerin çalışma hayatından duydukları tatminsizlikler kapitalist sömürünün sonucu olarak ele alınmamakta, işçilerin kendi çıkarlarının tatmin olunmasının işletmenin başarısına bağlı olduğunu, kendi çıkarları ile şirketin çıkarlarını özdeş olduğunu anlayamamalarının sonucu olarak ele alınmaktadır. Yönetim ile işçiler arasında herhangi bir uyumsuzluk, genellikle yanlış anlamaları vb. sonucu sayılmaktadır.
Toplumsal süreç bir tek kişinin değil, halkın iradesi ve faaliyetinin sonucudur. Her toplumsal görüngü ve toplumsal yaşamın tümü, sayısız farklı bireysel iradeler, duygular ve diğer toplumsal-psikolojik ögeler tarafından biçimlendirilmektedir. Bu ögeler bütün toplumbilimcilerin ileri sürdükleri gibi, serbestçe ve yaygın olan belirli toplumsal ilişkilere bağımlıdırlar. Kapitalist bir toplumda toplumsal ilişkiler halk iradesini yansıtmamakta, halkın özgür iradesine ters nitelikte olmaktadırlar. Komünist toplumda toplumsal ilişkiler halkın iradesini ifade edecek ve ona denk düşecek niteliktedir, insanlar böyle bir toplumun bilinçli kurucuları olabilecek durumdadırlar.
İnsan tarihi, ilgisiz rasgele olayların şekilsiz bir yığını sayılamaz. İnsan tarihi rasgele yönlerde oluşan toplumsal değişimlerin yığınına indirgenemez. Toplumsal tarih, ilerlemeci bir gelişmenin sürecidir. Her yeni aşama kendisinin öncülü olan aşamanın yansımasıdır, fakat o aşamadaki olumlu her şeyin atılması olmayıp, olumlu ögelerden yararlanılması, bu ögelerin ilerlemesinin kolaylaştırılmasıdır. Ekonomik yaşamda toplumsal ilişkilerde ve kültürel ilerlemeler ancak bu yolla olmaktadır. Toplumsal evrim, sosyo-ekonomik biçimlenişlerin gelişiminin doğal tarihsel sürecidir.
SONUÇ YERİNE
Marx ve Engels tarafından kurulmuş bulunan Marksist toplumbilim, toplumsal gelişimin bilimsel tarihini olanaklı kılmıştır. Marx ve Engels, toplum bilimsel düşünceyi idealizmin, görgücülüğün ve skolastiğin labirentinden çıkarıp kurtarmış ve bilimsel toplumbilimin, toplumun maddi yaşamının, toplumsal ilişkilerin ve toplumsal sınıfların incelenmesini gerçekleştirebilecek bir bilim olmasını sağlayacak temel ilkeleri bulup ortaya koymuşlardır.
Marksist toplumbilimin özü, aktüel yaşamın ve belirli her bir dönemdeki toplumsal sınıfların aktüel faaliyetlerini incelemekte oluşudur. Marx, Engels ve Lenin bütün sosyo-ekonomik biçimlenişlerin oluşumlarının ve gelişmelerinin, modern toplumun bütün temel ve ikincil sınıfların tarihlerini izleyip incelemişlerdir.
1840 ve 1890 yılları arasında Mark ve Engels İngiltere ve İrlanda’daki, Fransa, Almanya, İtalya, Polonya, Rusya, Hindistan ve Çin’deki toplumsal süreçleri ve değişimleri genişliğine ve derinlemesine incelemişlerdir. Bu çalışmayı, 20. Yüzyılda da Lenin ve izleyicileri sürdürmüşlerdir.
Bütün araştırılıp incelenip ortaya çıkarılan literatür, bilimsel bir toplumsal gelişim teorisinin, yani tarihsel materyalizmin yaratılmasına yol açmıştır.
Marksist toplumbilimine göre, toplumun gelişimi maddi güçlere dayanır. Toplum, nesnel yasalara göre değişir. Her doğal süreç gibi, toplumsal gelişme rastlantısal olayların kaosundan kendi yolunu bularak ilerler. Toplumsal süreç, sınıflar arasında bir çatışma ve işbirliği, bir güçler mücadelesidir. İnsan faaliyetinin çeşitli biçimlerinden oluşur. Maddi yaşamın doğal gelişiminin bir yansıması olarak insan bilinci, bu süreçte etkin bir biçiminde yer alır, gelişiminin biçim, karakter ve hızını etkiler.
Toplumsal gelişmelerin belirli aşamalarındaki nesnel yasaların etkilerine ışık tutan tarihsel materyalizm bu tarihsel sürecin bir benzeridir. Tarihsel materyalizm, tarihsel olayların ardındaki devindirici güçlerini, bunların ilkelerini ortaya kayan, bu olayları yöneten nesnel yasaları aydınlatan bir toplumsal gelişme teorisidir. Öte yandan, tarihsel materyalizm, toplumsal görüngüleri ve süreçleri anlamakta bir yöntem-bilimdir, çünkü toplumsal yaşamın maddi ve düşünsel, nesnel ve öznel yanları arasındaki bağlantıları ortaya koyar, olayların anlamının, gerekirliklerinin, yasalarının ve ana yönlerinin anlaşılmasını olanaklı kılar.
Bir bilim olarak Marksist toplumbilim, gerçekliğin özgül ve sistematik araştırmalarla incelenmesinin doğal sonucu olarak kurulmuştur. Toplumsal gelişmeyi yöneten genel yasaları formüle etmek, sadece bunlardan haberdar olmak yetmemektedir. Bu yasalara ilişkin bilgi sahibi olmak ile bunların dinamik gücünü, etkileşim biçimlerini, belirtilerini, gerçekleştikleri somut biçimi ve eylem mekanizmalarını anlayabilmek ile aynı şey değildir.
Marksist toplumbilimin uzlaşmayacağı üç karşıtlık vardır. Dogmacılık ve skolastisizm ve görgücülük. Dogmacılık ve skolastisizm gerçeklikten kopmuşlardır. Bunlar, teorik çıkarsamalara ve yeni olguları ve görüngüleri önceden hazırladıkları şemalara ve yapılara girişimlerine dayanmaktadırlar. Dogmacılar ve skolastik anlayıştakiler, gerçek görüngüler üzerinde özgül tahlil yapmaktan kaçınmakta, tarihin sürekli değişimini, toplumsal ilerlemeyi ve yeni toplumsal etmenlerle güçlerin ortaya çıkışını göz önünde tutmamaktadırlar.
Dogmacılık ve skolatisizmden farklı olarak, Marksizm ve Marksist toplumbilim, özgül durumların incelenmesine dayanır. Lenin “ Marksist diyalektik, her bir özgül tarihsel durumun somut tahlilini gerekli görmektedir “ diye vurgulamaktadır.
Görgücülük, toplumsal bilme sürecinde, bilimsel soyutlamayı ve teorik düşünceyi görmezlikten gelmektedir.
Engels, özellikle önemli sonuçlara yol açacak durumda oldukları zaman, temel ilkelere varmak için incelenirlerken ve çeşitli küçük toplumsal grupların değil de bütün sınıfların ilişkilerini ilgilendirdikleri zaman olguların büyük bir ciddiyetle ele alınmaları gerektiğini her zaman önemle vurgulamıştır.
Somut toplumsal incelemeler ve araştırmalar sorunu, yaşamla toplumun yeni ilkelere, komünist ilkelere dayanacak şekilde yeniden kurulması için yapılan mücadelenin pratiği ile daha yakın ilişkiler kurma sorunudur. Bu insanın toplumsal emeğinin faaliyetlerinin bir genellemesine ve komünist toplumu kurmaya ilişkin teorik sorunların somut bir çözümüne dayanarak gelişen ve gelişmekte olan Marksist toplumbilimin temel özelliğidir.
Somut ve teorik toplum bilimsel araştırma ve incelemelerdeki içsel ve çözülmez birlik Marksist toplumbilimin verimli olabilmesi için temel bir önem taşımaktadır. Bunun anlamı, araştırma ve incelemelerimizde, sadece, toplumsal gelişmenin genel düzenliliklerinin değil ama aynı zamanda içerisinde bu düzenliliklerin kendi ifadelerini de buldukları somut biçimlerin ve yaşam koşullarının da incelenmesi ve araştırılması gerektiğidir.
Toplumbilimcilerin bir görevi de, partiye çok çeşitli faaliyetlerinde yararlanabileceği bilimsel ilkelerin geliştirilip ortaya konmasında, somut ekonomi sorunlarına, örgütsel sorunlara ve ideolojik sorunlara çözüm bulunmasına yardımcı olmaktır. Ayrıca bir ileri tolumun kurulmasındaki sadece genel düzenlilikleri değil ama özel düzenlilikleri incelemek ve en önemlisi bunları pratiğe aktarmanın yollarını ve araçlarını bulmak da toplum bilimcilere düşen bir görevdir.
Sonuçta, geniş kapsamlı bir konu olan sosyolojiyi ( toplumbilim ) genel çerçevede değerlendirmeye çalıştık. Amacımız mutlak, değişmez bir reçete sunmak olmamıştır. Marksizm’in konu hakkında önerme ve görüşlerini netleştirmek, sosyalistlere-komünistlere katkı sağlayacak ve ufuklarını geliştirecektir. Bu konuda da gördük ki Marksizm hakkında belirtilen indirgemeci anlayışın haksız olduğunu, fakat Marksizm’in ekonomiye verdiği önemi yeterince üst- yapı konularına vermeyişinin nedenlerini belki anlamak mümkün olsa da, var olan yanlış ve hataları düzeltmek, değinilmeyen konuları ele almak, boşlukları doldurmak önemli olacaktır.
Elbette Marks bir sosyolog değildi, ama Marksizm sosyolojiye adını böyle ortaya koymasa da toplumbilim olarak yeterince önem vermiştir.
Cüneyt k 9 Ay Önce
Emeğinize kaleminize sağlık