2024-01-07 10:50:50

Marksizm ve Ekoloji

Asım Öz

07 Ocak 2024, 10:50

Gelinen ve gidilen noktada insanlık ekolojik kriz ve onun getirdiği yıkımla var olabilmek ve ayakta kalmak için adeta ciddi bir sınavdan geçmektedir . Artık açlığın getirdiği ölümlerin yanına daha beteri olan toplu ölümlerle ekolojinin getirdiği felaketler eklenmiştir. Küresel ısınma-iklim krizinin getirdiği insan irade ve olanaklarını aşan doğa felaketleri bugünün ve geleceğin nasıl şekilleneceğinin de önemli bileşeni olacaktır. Bu anlamda sosyalizm –komünizm programı olan her kişi, çevre, parti programlarına bütünsel bir tarzda ekolojiyi eklemek zorundadırlar. Dolayısıyla bizde Marksizm referansıyla Ekoloji üzerine bütünsel bir değerlendirme yapmanın önemli ve zorunlu olduğunu düşünüyoruz.

Marksizm’in doğa-çevre üzerine çok şey söylemediği bilinir. O günün koşullarında ekoloji kavram olarak kullanılmasa da Marks-Marksizm doğa –çevre üzerine önemli sayılabilecek külliyat bırakmıştır. Dolayısıyla konu hakkında yorumlar, çıkarsamalar, zenginleştirmeler, geliştirmeler yapmak kolaylaşmaktadır. Marks’ın konu ile ilgili üçlemesi üretim-insan-doğa hep önem arz etmiştir. Marks’ın, görünüşte çevre sorunlarını ekonomi, üretim ile açıklaması indirgemeciliği çağrıştırmıştır. Ve yine doğaya egemen olma ve kontrol etme söylemi de doğanın intikamının korkunçluğu noktasında yanlış anlamayı çağrıştırmıştır. Derinlikte ise, Marksizm’in bütünselliğinin doğru okunması, anlaşılması, kavranması noktasında kendi otantiğinin içselleştirildiğinde yanlış olmadığı görülecektir. Yazı içinde Marks’ın değerlendirmelerine geniş olarak yer verileceğini de belirtelim.

Eğer şunların olduğu bir dünyada yaşanıyorsa konunun önemi ve büyüklüğü tartışılmazdır.

-1,2 milyar insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

-100 milyon üzerinde insan evsizdir.

-600 milyon insan sağlık ve yaşamı tamamen tehdit eden koşullar altında yaşıyor. Bu rakamın yüzde 5’ini çocuklar oluşturuyor.

-Dünya nüfusunun yarısı kentlerde yaşıyor, bu insanların yüzde 60’ı yoksul, yüzde 40’ı sağlıklı koşullardan ve güvenli içme suyundan tamamen yoksun.

-26 Nisan 1986’da Çernobil Nükleer Santralindeki patlama, binlerce insanın ölümüne, kanser olmasına neden oldu. Halen Çernobil civarında 5 milyondan fazla insan acı çekmektedir. Çevre ülkeler de bu patlamalar etkilenmiştir.

-Tahminen 60 milyon insan bugüne kadar güvenilir olmayan içme suları ve kötü beslenmeden ortaya çıkan ishalli hastalıklardan yaşamını yitirdi. Bunların çoğu çocuktu.

-Her yıl, tropikal ormanların yüzde 50’si sürekli kullanılacak yeni tarımsal alanlar açmak amacıyla yok edilmektedir.

-Tropikal ormanların ortadan kalkmasının en önemli ekolojik etkisi erozyon ile bitki ve hayvan türlerinin kaybolmasıdır. Çünkü dünyada hayvan ve bitki türlerinin yüzde 50 ile yüzde 90’ı tropikal ormanlarda yaşamaktadır.

-Bugün artan asit yağmurları yüzünden tüm Avrupa ormanları tehlike altındadır.

-Atmosfere salınan sera gazları nedeniyle dünyanın iklimi değişmektedir. Geçen 100 yıl sürecinde sıcaklıkta 0,5 C’lik bir artma gözlenmiştir.

-1940’lardan bu yana tek başına ABD, nükleer savaş başlıklarının tasarımı, üretimi ve denenmesi için 3oo milyar dolar harcamıştır. Bu zaman zarfında, 32 eyalete yayılan 100 tesisten oluşan ve 600 bin işçi çalıştıran bir kompleks aracılığıyla, yaklaşık 60 bin savaş başlığı üretilmiştir. 90-100 ton arası tahrip edici düzeyde plotonyum ve 500 ton yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum, bu savaş başlıklarında depolanmış durumdadır.

-Nükleer atıkların taşıdığı riskler bunlardan da fazladır. Binlerce yıl sürecek radyasyon sızıntısı hem doğa hem insanlar için ölümcül tehlikeler taşımaktadır.

Bütün bu veya benzeri birçok olayın varlığı dünyayı yaşanmaz, çekilmez bir hale getirmiştir. Evet dünya kirlendi, kirletildi. Dünde kirliydi, kirletilmişti, bugünde ekstra kirlendi kirletildi. Ama yarın kirlenmemeli, kirletilmemelidir. Bu durum insanlığın ortak sorunudur. Bu “felaketten” kurtuluş sınıflar üstü, ideolojiler üstü olamaz. Dolayısıyla bu felaketin temelini kapitalizmin yıkma-yok etme politikaları oluşturmaktadır.

Bu ekolojik felaketten kurtuluş ta kapitalizme alternatif bir toplumsal sistem olan sosyalizm-komünizmden geçmektedir. Konu hakkında kapitalizmde nasıl olmuştur, çevre tahribatına karşı mücadele kapitalizm sınırlarında nasıl olmalıdır. Sosyalizm-komünizm de ekolojik sorunlar nasıl çözümlenecektir, bunları belirli bir bütünlük içinde değerlendireceğiz.

Bu bölümde konu ile ilgili Marksizm’in içinde gördüğümüz değerlendirmeleri ele alacağız.

Çevre ve İnsanlığın Geldiği Durum

Çağımızın insanı, önceden asla karşılaşmadığı çok ciddi çevre sorunlarıyla karşı karşıyadır. İnsan etkisiyle değiştirilmeden önce, dünyanın ormanları, otlak ve çayır alanları ve diğer ekosistemleri her yıl 150 milyar ton organik madde üretme potansiyeline sahipti. İnsanlar, ekosistemlerin yüzde 12’sini direkt olarak tahrip etmiştir. Buna ek olarak, yüzde 27’sini doğrudan kullanmaktadır. Böylece insan doğal yiyecek arzının yüzde 40’ına yakınını kendine almaktadır, geri kalanı ise karada yaşayan diğer canlılar ve bitkiler paylaşmaktadır.

Geri bırakılmış ülkelerde 4,2 milyar insan vardır ve bunların yüzde 25’i dayanılmaz yoksulluk içindedir. Bunların 450 milyonu tarımsal alanlarda yaşarlar. 100 milyon insan ise, temel hizmetlerden yoksun bir biçimde gecekondularda yaşam mücadelesi vermektedir.

Ozon tabakasının delinmesi bütün insanlığın sorunudur ve bunun temelindeki neden de kitle üretim teknolojisinin ne denli bütün dünya da egemen olduğudur. Örneğin ozon delinmesini tüketici kitlelerin sprey kullanımı içine sınırlarsak o zaman çarede tüketici kitlelerin bu kullanımı “ uygun bir şekilde yapması “ olur. Eğer çerçeveyi daha geniş tutar ve soruna teknolojik üretim biçiminde görürsek, çözüm sadece tüketicilerin uygun kullanması ötesine, özellikle üreticilerin üretmemesine kadar gider.

Otomobil endüstrisinin ve petrol firmalarının kurşunlu benzin kullanması, inşaatta, avcılıkta ve çeşitli endüstrilerde kullanılan kurşun çevre ve insan sağlığına en zararlı maddelerden biri olarak çevremizde bol bol vardır. İstanbul’un havasında yüksek oranda karbondioksit ve kurşun bulunmuştur. Avcılıkta kullanılan kurşun saçmaları su kuşlarının zehirlenmesine sebep olmaktadır. ABD’de 3 bin ton kurşun avcılıkta kullanılmaktadır. Kurşun zehirlenmesi olan kuşlarda, saklama, hareketsizlik, uçamama gibi belirtiler olmakta ve sürüden ayrılarak yalnız kalmakta ve ölmektedir.

Tatlı su dünyanın bir çok ülkesinde tükenen kaynaklardan biridir ve gittikçe kıtlaşmaktadır. Orman tahribi, kentleşme, çiftçilik, madencilik ve kağıt endüstrisi su rezervuarlarında artan sedimentasyona neden olmaktadır. Yeraltı sularının haddinden fazla çıkartılması da aquatik sistemin dengesini bozmaktadır. Tarımda kimyasal maddelerin uygun kullanılması, endüstriyel kirlenme sonucu oluşan asit yağmuru, kanalizasyonların ve fabrika atıklarının suya boşaltılması ve ormanların kötü yönetimi sonucu su kaynaklarının temizliği ve kalitesi ortadan kalkmaktadır. Geri bırakılmış ülkelerdeki bütün hastalıkların yüzde 80i ve ölümlerin üçte biri içilen sudan kaynaklanmaktadır.

Yeraltı ve yerüstü sularının kirlenmesi sonucu balıklar ve suda yaşayan bütün canlılar azalmakta, ortadan kalkmakta veya yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır.

Yaşadığımız dünyada çevre sorunlarıyla mülkiyet ilişkileri, birbirinin fonksiyonel parçası durumuna gelmişlerdir. Çevre sorunlarını gereğince anlamak ve anlamlı çözüm yollarına ulaşabilmek için, en azından, üretim araçlarına sahiplikte dengesizlik, doğal kaynak dağılımında dengesizlik, kitle üretim endüstrisinde politika değişimi gereklidir. Üretim alanı seçimi ve alanın yakın çevresinin korunması, alan içi çevrenin temiz tutulması, korunması ve geliştirilmesi, üretilen zenginliğin çevre geliştirilmesinde kullanılması, üretildiği yakın çevrenin ( yörenin )çevre ve insan koşullarını bu zenginliğine orantılı bir biçimde uygulanmalıdır. Korumak ve geliştirmek için o yörede kalması, uluslararası firmaların ve ortaklarının sömürüsünün böylece azaltılması, zenginliklerin dışarı kaçırılıp zengin olması gereken çevrelerin yoksullaştırılması ve tahribin önlenmesi gibi önemli faktörler üzerinde durmak gerekir.

Marksizm’in Otantik Çevre Konularının Değerlendirilmesi

Lenin’e göre ( 1952 ) insan doğanın bir ürünü ve aynı zamanda parçasıdır. Doğa bilimleriyle tarihi materyalizm arasındaki benzerlik, paralellik inkar edilemez. Sadece tarihi materyalizm doğa bilimleriyle uyum içindedir. Lenin’in tarihi materyalizmle ( laik-burjuva mekaniksel materyalizmi değil) doğa bilimlerini birleştirmesi, aynı görmesi, Marksist okulda çevre konusunun kendi başına bir konu olarak görünerek toprak kullanımı ve mülkiyet ilişkileri ötesinde ele alınıp incelenmesini uzun yıllar engellemiştir.

Eğer Marksizm istisnasız her insanın insanca yaşamı ve gelişmesini sağlayan bir sosyal üretim biçimini savunan bir toplum anlayışının ürünüyse ( ki Marksist kuramın temeli bu ) o zaman çevre sorunlarına asla kayıtsız kalmaması gerekir. Gerçekte, Marksist yaklaşım, çevre konusunun 1960’ların sonundan ve 1970’lerin başından itibaren öneminin hızla artmasından kaynaklı dikkatleri bu yönde toplamıştır. Fakat çevre sorununu gerçek dünyadan ve yapısal ilişkilerden soyutlanmış olarak, kendi başına bağımsız bir konu olarak alma yoluna gitmemiştir. Bunun yerine, konuyu toplum yapısı ve yapısal ilişkiler içinde görmenin ve incelemenin zorunluluğu üzerinde durmuştur.

Marks’a göre, endüstrileşme insanın doğaya bağımlılığını teknoloji kullanarak azaltan progressi ve ilerici bir güçtür. Marks’a göre kapitalizmin büyümesi çevrenin, özellikle kırsal çevrenin, transformasyonu yeni alan ve kaynak kullanımlarını gerçekleştiren verimli-etkili üretim ve artı-değerin sermaye tarafından kendine ayrılması ( gaspı, zimmete geçirilmesi ) ile oldu. Çevre bu büyüme olanağını veren bir fonksiyon gördü. Fakat bütün değer, emek gücünün sömürülmesinden çıktı, çünkü bütün değerlerin yaratılması ancak emeğin uygulanmasıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla, doğanın kaynaklarının sömürülmesi emeğin sömürülmesiyle birlikte gider.

Engels insan ile doğa arasındaki ilişki de, insanın doğayı kontrol etme zaferleriyle övünmemesini çünkü “ her zaferin “doğanın “ bizden kendi intikamını “ aldığını, her zaferin “ önce bizim beklediğimiz sonuçları “ ortaya çıkardığını fakat sonradan “ oldukça farklı, önceden görülmeyen etkilerle “ bu sonuçları çoğu kez iptal ettiğini belirtmiştir.

Batı biçimi gelişmeci düşünü tarzında insanın doğayla ilişkisi doğaya üstünlük sağlama ve kontrolü olarak belirlenir. Bu görüş tarzında, kontrol ve sömürünün maximize edilmesi yatar. Aynı düşünü tarzı, yani doğal güçlerin üzerinde egemenlik sağlama anlayışı, Marksist yaklaşımda da, farklı anlam ve amaç içinde, egemendir. Doğa gücünü kontrol anlayışı insanın tahrip gücünü kontrol biçiminde değişmesi, insan varlığının temel koşullarını sağlayan doğanın dayanıklılığının ve sürdürülebilir yenileme olanakları olduğunun hatalı bir değerlendirme olduğunu benimsemek gerekir. Eğer doğanın gücü kontrol edilecekse, bu güce karşı kullanılan insanın gücünün de kontroluyla, hem insanın hem de doğa için sürdürülebilir ve sağlıklı koşulların yaratılmaya çalışılması gerekir. Doğa, bütün zenginlikleri ve canlılarıyla, ne Amerika’nın, Avrupa’nın, Japonya’nın ne de Tanrı’nın insana kendi yaşam süreci boyunca talan etmesi, öldürmesi, yok etmesi için verdiği bir hediyedir.

Çevre sorunları üretim süreciyle sıkı sıkıya bağıntılıdır ve çözümü de ancak bu süreçteki değişimle sağlanabilir. Sürecin biçimi değişmedikçe, yeni çevre teknolojilerin yaratılması ve yayılması soruna sürekliliği olan çözümler getirmez.

İş süreci daima bireyler tarafından etkilenir. Fakat iş sürecinin zorunlu ön-koşulu izole edilmiş bireyler değil, toplumun kendisidir. Kim ne üretirse üretsin, üretim daima sosyal üretimdir. Dolayısıyla, çevre sorunlarına çözümü izole edilmiş bireylerde, bireylerin davranışlarında aramak, ulaşılması belirtilen amaç bakımından büyük ölçüde sonuçsuzdur. Sosyal üretimde birbirine bağlı iki yan vardır. Üretici güçler ve üretim ilişkileri üretim güçlerinin temel elemanı bilgisi, tecrübesi, becerisi ve amaçlarıyla insandır. İnsan faaliyetleriyle diğer üretim güçlerini (üretimin meteryal araçlarını ve doğayı ) belli yönde harekete geçirir. Bunu yaparken de hem doğayla ilişkiye girer hem de birbirleriyle karşılıklı sosyal ilişkilerde bulunur. Bu ilişkiler ve bağlar üretim ilişkiler, sosyal üretim ilişkileri veya ekonomik ilişkiler olarak nitelenir.

Doğa ve kaynaklar insanların belli ilişki biçimleriyle üzerinde çalıştığı meteryal üretim karakterine sahiptir ve önemi de bu anlam içinde sınırlanmıştır. Elbette, bu sınırlamanın anlamı öneminin azlığı demek değildir. Çünkü sosyal ilişkiler sistemi, üretim araçlarındaki mülkiyet ilişkileri üzerinde iş görür. Bu araçlardaki mülkiyet ilişkilerinin temel biçiminin değişimi hem doğa hem de insan peyzajı bakımından yeni sonuçların olasılığı anlamınadır. Bu olasılığın egemen bir üretim biçimi olabilmesi için de, sadece mülkiyet ilişkileri biçimde değişim değil, aynı zaman da amaçlarla doğa gibi kaynakların ve araçların arasındaki ilişki de yeni düzenlemeleri ve biçimlerin getirilmesi gerçekleşebilir. Bu da kendiliğinden olmaz, doğa kullanımındaki amaçlı insan faaliyetlerinin bazılarının durdurulması, bazılarının geliştirilmesi, bazılarının yeniden düzenlenmesi yönünde biçimlenen sosyal üretim ilişkileriyle sağlanabilir.

Özel mülkiyet ilişkileri sistemi, insanın insanı ve kaynakları, kişisel amaçta maksimum fayda sağlama yönünde sömürmesine dayanır. Doğa ve insan peyzajının bugünkü durumu bu sömürünün sonuçlarından biridir. Bu peyzajın değişmesi de özel mülkiyet ilişkileri biçiminin değişmesine sıkı sıkıya bağlıdır.

Özel mülkiyet ilişkileri sistemi nasıl ki yoksulluk ve yoksunlukla mücadele tedbirleriyle gelmekteyse, benzer şekilde doğayı ( kaynaklarını, canlılarını, ağaçlarını, sularını, denizlerini, topraklarıyla, yeşilliklerini, ıslak alanlarını vb. ) koruma tedbirleriyle her zaman gelmiştir. Bunları hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Fakat yüzlerce yıl alınan tedbirlerin sonuçları bu tedbirlerin anlamını (ideolojik anlamı dahil ) açıkça göstermektedir.

Özel teşebbüs sisteminde dağılım-bölüşüm üretim araçlarının ve üretim ürünlerinin belli eller arsında dağılımı ve bölüşümü ve tüketim ürünlerinin ise daha geniş tabana dağılması biçimini görürüz. Tüketim ürünlerinin geniş tabana dağılım biçimi de üretim araçlarının dağılım biçimini destekleyen bir biçimde işler. Dolayısıyla, örneğin, çevreyi bozan veya tüketimi sonrası çevre bozulmalarına neden olacak üretimini tüketimle destekleyen bir ilişki biçimi vardır. Bu ilişki biçiminde, egemenlik üretilmişi tüketenden çok, üretim koşullarını belirleyen özel mülkiyet ilişkilerindedir. Tüketimin değişmesi davranışların değişmesine bağlandığında, bu davranışların değişimini de mülkiyet ilişkileri biçimine bağlamak gerekir.

Ürünlerin el değiştirmesi ( mübadele ) biçimleri de mülkiyet ilişkilerinin önemli bir parçasıdır. Çevre sorunlarında mübadele bu sınırların ötesinde konu bile yapılmamaktadır. Bunun da nedeni epey açıktır, çünkü mübadeleyi konu yapmak, en azından mülkiyet ilişkilerini, kaynakların dağılımı ve kullanımındaki sosyal adaletsizliği, zenginliklerin ve ürünlerin neden kırsal alanlardan metropollere aktığını ele almayı gerektirir.

Tüketim ekonomik ilişkiler zincirinde önemli bir parçadır. Tüketimi ve tüketiciyi bu zincirden koparıp bağımsız etkenler olarak sunmak yanlıştır. Benzer şekilde, doğayı yeniden-üretim sürecinden ayırarak, kendi başına, ekonomik ilişkilerden soyutlanmış olarak incelemek de, yanlış yöne sürükleyicidir. Doğanın, sadece üretimdeki kaynak kullanımları biçimleriyle değil aynı zamanda genel hammadde veya işlenmiş madde tüketimi sonucunda bozulmasını, sadece bireysel tüketici-kullanıcılara yüklemek büyük yaklaşım yetersizliğidir.

Çevre Tahribi ve Genel Durumu Üzerine

Ekoloji ve insan sağlığının iyileşmesinden en çok çıkar kaybedenler, insan sağlığını bozan ve bozulan sağlığı “ kontrolle “ tedavi eden yılda geliri trilyon dolarlara ulaşan teknoloji ve endüstrilerdir. Bu endüstrilerin başında bizim sağlığımızı koruması gereken ilaç sanayi ve tıp gelir. Bu “ bozma-kontrol-bozma “çemberinden her yıl trilyonlarca kâr yapan ilaç ve sağlık sektörleri çevrenin ve insanın zarar görmesine göbekten bağımlı olan endüstrilerdir. Ne zaman ki çevre ve insan sağlığını bozma önlenmeye çalışılsa, her seferinde bu endüstrilerin örgütlü sözcülerini karşımızda direniyor buluruz.

Kapitalist üretim biçiminde maliyet ve kâr bir firmanın yaşam gereğinin ifadesi olduğu kadar, bir ekosistemin yaşam ve ölüm gereğidir. Yeniden-düzenlemenin maliyeti ekolojiye ve insan sağlığına fayda olurken, bu faydanın maliyete dönüşmesinden çıkarı olan teknoloji endüstriler ( en başta gelenlerden biri de tıp, ilaç ve petro-kimya endüstrileridir ) ve sözcülerinin artan tepkiler karşısında zorunlu olarak “ maliyet-kâr dengesi “ ideolojik aldatmacasıyla gelmesi normaldir. Sorun, maliyet-kâr hesapları dahil, öncelikler sorunudur. Gerisi tamamıyla kendini ve faaliyetlerini haklı çıkarma girişimidir.

Patron olarak kapitalist, her zaman haklıdır çünkü o patrondur. Patron çevreyi bozmaz, çalışanlar cahil kitleler bozar. Endüstrilerin bozduğu açıkça bilinse bile, bu bozulmayı düzeltme insanların tepesinde ordusu ve polisiyle 24 saat dikilen devlet örgütlerine düşer. Böylece düzeltmenin masrafları da halka yüklenir. Bu “ masrafları dışarılaştırma “ ve bu yolla yeni kâr alanları elde etme kapitalist düzenin egemen karakterlerinden biridir.

Çevre politikasının yokluğu ( ki vardır ), çevre politikasının tümüyle kullanıcıların kontrolsüz sömürüsü ve bu sömürüye izin verme biçiminde olduğunu işaret eder. İhmal veya bu tür yokluğa sömürücü kullanım girince, konu çevre politikasının ötesinde siyasal ve ekonomik politikanın bir parçası olur. Bu politikaları da çizen, etkileyen ve yürüten güçlerin yapısı doğa korumayı ve gözetmeyi sermayenin sahipliği ve kalkınması açısından ele alır. Bu açıdan eğer kullanma gerekmiyorsa ( yani kâr ve çıkar olanakları yoksa veya sınırlıysa ), ya ihmal edilir, ya yok sayılır, ya da göstermelik olarak korunan alan ilan edilir. Eğer kullanım faydalıysa ( yani sermayeyi zenginleştirecek olanakları sağlıyorsa ), o zaman, sömürü ve talan için alt-yapı hazırlanır, desteklenir ve özelleştirme faaliyetler başlar.

Ekoloji Hakkında Marksizm İçinde Gördüğümüz Farklı Değerlendirmeler

Doğanın kirlenmesiyle toplumun kirlenmesi arasında birebir ve çok yakın ilişki var. Birinin kirlenmesi diğerinin de kirlenmesini doğuruyor ve bunlar birbirini karşılıklı olarak üretiyor. Zaten bir üretim tarzının, bir toplum düzeninin doğaya bakışı, topluma bakışından bağımsız değildir.

Dünya Bankasının “ yetkin “ iktisatçısı Lawrence Summers’in para babalarına yaptığı öneri asla şaşırtıcı değildi. Bu “saygın” iktisatçı patronlarına çevreyi kirleten sanayileri Üçüncü Dünya ülkelerine kaydırmalarını, böylece kirlemenin sosyal maliyetini düşürebileceklerini tavsiye etmişti. Summers, bunu şu gerekçeye dayandırıyordu, Üçüncü Dünyalı bir insanın yaşam maliyeti gelişmiş ülkelerdeki benzerlerinden daha düşüktür. O halde bir Üçüncü Dünyalının kanserden ölmesi, ekonomik olarak daha uygundur. Summers, çevreyi kirleten sanayinin söz konusu Üçüncü Dünya ülkesine kaydırılmaması durumunu da zaten açlıktan ölecek birinin hiç olmazsa kanserden ölmesi elvadır demeye getiriyor. Böylece “ Batı Medeniyeti “ insani misyonuna kaldığı yerden devam ediyor. Açlıktan hemen ölecek olan Üçüncü Dünyalı, Uygar Batı’nın inayetiyle kanserden ölme “şansını” yakalayabiliyor.

Mahşerin dört atlısı biliniyor! Savaş, kıtlık, ölüm, veba, bugün dünya, “ Yeni Dünya Düzen(sizliği ) “ girdabında savaşları ve Afrika’da kıtlığı yaşıyor, veba ise yerini çağın hastalığı AIDS’e bıraktı. Ancak mahşerin beşinci atlısı “ çevre felaketi “ yani ekolojik kriz hızlanmış durum da . Bugünkü koşulların değişmediği ve daha da kötüye gittiği düşünülürse mahşerin beşinci atlısı ipi en önde göğüsleyecek gibi görünüyor.

Bu bağlamda, Kuzeyin gelişmiş ülkeleri, yaşanmakta olan çevre kirliliğinin sorumlusu olarak azgelişmiş ülkeleri ve onların sahip olduğu nüfusun doğal kaynaklar üzerindeki aşırı baskısını gerekçe olarak göstermektedirler. Oysa ki, günümüz dünyasının karşı karşıya olduğu Kuzey-Güney ikilemi sonucu nüfus baskısı kavramı, tek başına bir anlam taşımamaktadır. Çünkü asıl sorun “nerede kaç kişinin yaşadığı değil, kimin ne kadar tükettiği “ dir. Azgelişmiş Güney ülkelerinin sanayileşmiş Kuzey tarafından çöplük olarak kullanılması da yeni bir olgu.

Yapılan bir araştırmaya göre, çöplerin yüzde 25’inin hazır yemek ambalajı, yüzde 30’unun polistirin köpük, yüzde 25’inin kağıt, geri kalanının ise ağırlıklı olarak plastik, çocuk bezi türü atıklar olduğu görülmüştür. Öte yandan plastik atıkların ya da plastik türevi atıkların çöp dağlarını oluşturan atıklar içinde zehirli radyoaktif atıklardan sonra en tehlikeli atık türü olduğu saptanmıştır. Sonuç olarak, kola kutularından, pet şişelere, hastane atıklarından, radyoaktif atıklara kadar çöpün içeriğini oluşturan malzemeler çeşitlilik ve bolluk göstermektedir. Böylece dünya kapitalizmin çöplüğü olmuş ve insanlık çöp sorunu, çöp dağları ile karşı karşıya kalmıştır.

Robert D.Kaplan, “ Geleceğin savaşları ve sivil şiddet olayları, su gibi doğal kaynaklardaki kıtlıklar yüzünden çıkacak “ öngörüsünü dile getiriyor. Ayrıca World Watch’ın “ Hayatta Kalmak İçin Savaşmak “adlı raporunda da, dünyada etnik farklılıklara atfedilen çatışmaların temelinde, çoğunlukla çevrenin yattığına dikkat çekilip, “ Geleceğin savaşları çevre sorunlarından kaynaklanacak “ deniliyor.

World Wide Fund For Nature (WWF )’nın Sanayi Bölümü Başkanı Richard Tapper’ın araştırmalarına göre, aralarında Türkiye’den Koç, Sabancı ve Tüpraş’ın da bulunduğu “ dünyanın en büyük ilk 500 şirketi ( yani ÇUŞ’lar ), dünya ticaretinin yüzde 70’ini, doğrudan dış yatırımların yüzde 80’ini ( 225 milyar dolat ve dünya GSMH’sının yüzde 30’unu yani yaklaşık 300 milyar doları ) kontrol ediyor. ÇUŞ’ların gücü hükümetlerden, hatta BM’den büyüktür. ÇUŞ’lar sınır tanımaz etkinlikleriyle, hükümetleri tehdit edebilmekteler. ÇUŞ’larla mücadeleye, hükümetlerin gücü yetmiyor. Çünkü, Hollanda Shellin 1990 cirosu 101 milyar dolar iken, Liberya’nın 1989’daki GSMH’sı 1,23 milyar, Portekiz’inki ise 33,5 milyar dolardır. Sözünü ettiğimiz 500 şirket, sadece dünya ticaretini kontrol etmekle kalmıyor, sanayinin ortaya çıkardığı sera etkisine yol açan gaz emisyonlarının yarısından fazlasını da üretiyorlar. Tek başına bir şirket, mesela Du Pont dünya CFC üretiminin yüzde25’den fazlasını atmosfere salıyor.

Geçmişte kılıç-kalkanla yapılan savaşlarda “ ölen ölür, kalan sağlar bizimdir “ deyip, ortalığı temizleyince, geride düzelmeyecek ekolojik felaketler söz konusu olmadan toplumlar yaralarını sarıp günlük yaşamlarına dönebildiler. Fakat “ tüfek icat oldu mertlik bozuldu “. Artık savaşlar çok kısa sürse bile, daha fazla insan kaybı ve düzelmesi yüzlerce yıl alacak yıkılmış bir doğa ile bu savaşın izlerini onlarca yıl taşıyacak insan yığınları bırakarak son buluyor. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalarının yarattığı doğa yıkımı ve insanlarda yarattığı genetik bozuklular hala sürmekte.

Sadece 1992 yılında ABD’deki iş çevreleri, insanları daha çok tüketmeye yöneltmek için, pazarlamaya 1 trilyon doların üzerinde para harcadılar. Bu miktar aynı dönemdeki eğitim harcamalarına ayrılan 600 milyar doların çok üzerinde bir tutardı. ABD’li bir yetişkin yılda ortalama 21 bin TV reklamı izlemektedir. Bu reklamların yüzde 75’i dünyanın en büyük 100 ticari kuruluşu tarafından finanse edilmektedir. Bu koşullar altında yeni neslin toplum, ahlak, kültür, bilim, ekolojik duyarlılık vb. kavramlara değil, en pahalı araba, yoğun tüketim, en karlı yatırım vb. “ kapitalist ahlaksızlık “ ölçütlerine göre yetişmekte olduğunu savlamak yanlış olmayacaktır.

Kapitalist üretim biçiminde, doğal kaynaklar artı-değer birikimine yönelik bir meta olarak görülmekte ve artı-değeri yükseltme çerçevesinde, bozulmayı önleyici-azaltıcı teknolojileri ve yatırımları ancak kâr güdüsü ile ele alınmaktadır. Bu kısır döngü sonucu çevre kirliliğini önlemeye yönelik yatırımlar ve ayrılan kaynaklar hızla artmasına karşın, ekolojik-çevresel yıkım şiddetlenerek sürmektedir.

Marks’ın “sermayenin ulusal sınırlar tanımadığına” yönelik belirlemesi en açık biçimiyle çevresel-ekolojik bozulma boyutunda somutlanıyor. Kapitalizm ucuz hammadde, ucuz emek ve yeni pazar arayışlarına, günümüzde bir de tehlikeli sanayi atıklarını depolayabileceği, çevresel yasa ve yönetmelikleri buna uygun ülkeler arayışını ekledi.

Çevre ve ekoloji ile uyumun alternatif üretim teknolojilerinin geliştirilmesi ve bunların kullanıma sunulması konusunda kontrol yine kapitalist sınıfların elinde. Dolayısıyla kullanılacak üretim teknolojileri, toplumsal gereksinmelere ve çevreye uyumlulukları ile değil, kapitalist üretim biçimine uygunlukları çerçevesinde kitlelerden bağımsız olarak belirleniyor.

Özetle, kapitalist krizin çeşitli yüzleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu çerçevede çevresel bozulmayı , popüler söylemde olduğu üzere “ideolojiler üstü “ ya da “ çağdaş toplumun kaçınılmaz getirisi “ olarak görmek tarafsızlık kılıfı altındaki taraflı bir saf alış değil ise, kara bir cahilliğe denk düşüyor.

Kentsel Yaşam ve Çevre sorunları

Yaşayan kenti oluşturan temel fonksiyonlar şöyledir. Yaşamak, Çalışmak, Dinlemek, Dolaşmak, Üretmek, Eşit Dağıtmak ya da Bölüşmek, Korumak ve Geliştirmek, Öğrenmek ve İlerlemektir.

Bugün, çevre sorunlarını yaratan ve yaşanabilirlik olanaklarını yok etme yeteneğine sahip kent modelleri içinde yaşıyoruz. Yaşayan kent modelinin bütün dünyada yaşama geçirebilmesi için ülkesel-sınıfsal ve kentsel güç dengelerinin aşılması elbette ki gerekmektedir. Bu güç dengeleri içinde yeni bir kent modelinin yaşama geçirebilme olanağı da bulunmamaktadır.

Yeni dünya düzeninin kentlere ve kentsel yaşama dönük politikaları, kenti pazar olarak gören, merkezin de insan yaşamı ve ihtiyaçlarının değil, sermayenin ihtiyaçlarının olduğu bir sistemin ürünüdür. İnsanın yaşadığı kentlere yabancılaştığı bu süreç, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlenmektedir. İşte bu noktada, insanca bir yaşamın hakim olduğu, sağlık, barınma, çevre ve kültürel değerlerin geliştirildiği kentsel mekanları yaratmak, insan yerleşimlerinin gerçek anlamda insan yerleşimi haline getirmek bugün egemen olan üretim-tüketim sorgulanmasını, aşılmasını gerekli kılmaktadır.

Kentsel kriz, ekoloji sorununun temelinde yer alan üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin ortaya çıkardığı daha genel bir krizin özel bir biçimidir.

Bugün, dünya nüfusunun yarısını barındıran kentlerin planlanması, mimarisi ve çevre sorunları ile mücadele etmek ayrı bir önem taşımaktadır. Kentsel ve çevresel sorunların çözümü, bazı çevrecilerin ileri sürdüğü gibi yalnız “ doğa merkezcilikte “ ya da doğa romantizminde yatmamaktadır. Kentler, sistemin yarattığı ( kapitalist üretimin ) sorunlarla karşı karşıya bulunurken, bir yandan da toplumsal yaşamın vazgeçilmez unsurları olmaya devam etmektedir. Bu durum da sosyalist-komünist düşüncenin ve sosyalizme-komünizme inanan insanların devrimci ekolojiyi ve kent bilimde devrimci çalışmayı önlerine acil hedef olarak koyması gerekir.

Bu bölümde başlarda da bahsettiğimiz gibi Marksizm’i “ indirgemeci “olarak eleştirenlerin ve doğaya egemen olma ve kontrol etmenin tutmadığı eleştirilerine bizzat Marks’ın özgün kendi değerlendirmeleriyle cevaplar üretilecektir.

Bu Eleştiriler Sistematik Olarak ve Sırasıyla Şunlardır

1.Marx, a.üretici güçlerin kapitalist gelişiminin insani üretimin doğal sınırlamalarının tümüyle üstesinden gelmesine olanak sağladığını , b. komünizmin kapitalizmin doğayı insana tümüyle boyun eğdirmeye olan eğilimini genişletip rasyonelleştirmekten ibaret olduğunu ve c. hem kapitalizmin hem de komünizmin, insanlık ile doğa arasında kaçınılmaz bir karşıtlık sergilediğini düşünen “ üretimci “ ya da “ prometeuşçu “ bir görüşe kapılmıştır.

2.Marx’ın kapitalizm tahlili doğanın üretime olan katkısını ya tümüyle göz ardı eder ya da bu katkının önemini küçümser, bu durum, özelliklede onun emek-değer kavramı için geçerlidir.

3.Marxs’ın kapitalizmin içerdiği çelişkiler hakkındaki eleştirisinin doğayla ya da üretimin doğal koşullarıyla bir ilgisi yoktur.

Marx, tarihsel özgüllüğü olan ilgisine rağmen, insani gelişimin, bu gelişim ne ölçüde toplumsal olarak yapılanmış olursa olsun, doğa içinde ve doğa sayesinde gerçekleştiği gerçeğini asla gözden kaçırmaz. Bu anlamda ,Marx’ın yaklaşımı, ekolojinin, “ insanlar da dahil, canlı organizmaların dış dünyayla ilişkilerinin incelenmesi “ demek olan özgün anlamına sadık kalmaktadır.

Marx, sermayenin emek gücünün içerdiği doğal kuvvetleri talan etmesiyle emek gücünün doğal koşullarını talan etmesi arasında paralellik kurmuştur. Ona göre, ( insani ve insan dışı )doğanın bu iki talanı, kapitalizmin maddi ve toplumsal ilişkilerinin sömürücü sınıf karakterinin olduğu kadar toplumun emek ve üretim süreçlerinin demokratik biçimde planlanması gereğinin de kanıtıdır.

Marx’ın insanın gelişimi hakkındaki vizyonu ekoloji karşıtı olmak şöyle dursun, çok daha evrensel ve zengin bir insan-doğa ilişkisini öngörür. Marx’ın komünizm vizyonu, eleştiricilerinin yaptıkları gibi kapitalizmden devralınan ekoloji karşıtı üretim yöntemlerini daha da şiddetlendirecek sınırsız tüketim şölenlerine indirgenemez. Bu bakımından, muarızları, kapitalist üretim ve tüketimin sömürgen sınıfsal ve yabancılaşmış karakterini olduğu kadar, Marx’ın komünizme geçişin üretim ve tüketimde hem maddi hem toplumsal olarak nitel bir dönüşüm gerektireceği yönündeki görüşünü de layıkıyla dikkate almamaktadır.

Marx ile Engels’in yazılarında ekolojik bakımından kuşkulu çağrışımlar veren sanayi temelli bir devrim anlayışı savunuyor gibi görünen bazı pasajlar bulunduğu gerçeğini teslim etmekle birlikte, Marksizm’in kurucularının çevreci temalarla daha uyumlu, daha kapsamlı bir komünist devrim vizyonu geliştirmiş oldukları açıktır.

Marx ile Engels’in komünist üretim ve planlama ilgili yorumları çoğunlukla, toplumun başta toprak olmak üzere, doğadan yararlanmayı doğru tarzda yerine getirmesine büyük önem atfeder. Bu durum, kendileri hakkında çevreci eleştiriciler arasında yaygın olan Prometeuşçu-Sanayi hayranlığı eleştirisini geçersiz kılar.

Marx daha fazla serbest zamanın, üreticilerin, doğanın içinde gerçekleşen toplumsal bir süreç olarak üretim üzerindeki bilimsel hakimiyeti de kapsayan maddi ve toplumsal yeteneklerini geliştirmek açısından taşıdığı önemin üzerinde durur. Sanayi ve tarım arasında daha “ rasyonel “ ( Siz, ekolojik bakımından daha sürdürebilir, diye okuyun ) bir birlik sağlanması için sık sık yaptığı çağrıyla birlikte düşünüldüğünde, bu olgu Marx’ın komünizm vizyonunun yaygın olarak sanıldığından çok daha büyük bir ekolojik potansiyel taşıdığı anlamına gelir.

Kimileri Mark’ın çağrışımlı “üretimci” bir perspektifin içkin bir biçimde ekoloji karşıtı olduğunu düşünür, ama böyle bir düşünce Marx’ın üretim derken kast ettiği şeyi son derece dar bir şekilde kavramaktır.

Ekolojik krizlerin insan üretiminin aşırı fazlalaşmasını ve doğadan, doğal sınırların elverdiğinden daha fazlasının çekilip alınmasını içerdiği düşünüldüğünde ve insani üretimin değişen düzey ve biçimlerinin belirlenmesinde artının üretiminin ve kullanımının anahtar rolü oynadığı göz önünde tutulduğunda, Marx’ın materyalist ve sınıf temelli yaklaşımının toplumsal ekoloji için ne derece büyük potansiyel yararlılığının bulunduğu açıkça görülür.

Marx’ın değer temelli kapitalizm tahlili, kapitalist üretimin biçimlerini ( meta, para, sermaye, ücretli emek vb. ) maddi ve toplumsalın tarihsel olarak özgül, gerilim dolu birliktelikleri olarak ele almakla, toplumsal ekolojinin birinci ölçütünü yerine getirir. Marx’ın kavrayışında, kapitalizm, doğaya karşı, doğal koşulların özel biçimde gerçek değerinin altında hesaplanmasında ifadesini bulan özgül bir uzlaşmaz karşıtlık taşır ve bu hesaplaşma, kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çelişkinin özel biçimidir. Bu yüzden, Marx’ın bakış açısına göre, ekolojik krizlerden kurtulmuş bir üretim sistemi için verilecek mücadele, büyük ölçüde, emeğin ve doğanın ürünlerinin meta biçimlerinin ve kapitalist sömürüsünün üstesinden gelme mücadelesi olmalıdır.

Marx’a göre, İnsani üretimdeki gerginlik ve kriz kaynaklarını ortaya çıkarma olanağını sağlayan şey, maddi ve toplumsalın, nesnel ve öznelin, sömüren ve sömürülen unsurların çelişkili birliği olarak doğa-toplum ilişkilerinin bütünselliği kavrayışıdır. Bu kavrayış ona sermayenin emeği ve doğayı geliştirmesinin sömürüsüz üretim ilişkilerine geçişi hem toplumsal hem ekolojik olarak nasıl giderek daha fazla zorunlu kıldığını ortaya koyma olanağını da verir.

Marx ve Engels’e göre sınıflara bölünmüş insani üretimin yol açtığı ekolojik çarpıklığın başlıca biçimi kent ile kırın birbirinden ayrılmasıdır. Onlar, kapitalizmin doğrudan üreticilerin üretimin zorunlu koşullarından ayrılmasını aşırı bir boyuta ulaştırmasından kaynaklı kent-kır ayrılığının da tarihsel bir uca ulaştığını öne sürerler. Bu çifte ayrılma yüzünden ( insani ve gayri insani doğanın ) uğradığı bozulma ve bu bozulmanın komünizm koşullarında nasıl giderileceği Marksizm’in kurucularının başlıca kaygıları arasındadır.

Marx’ın meta değerlerini ve sermayeyi ele alış biçimi, ücretli emek sömürüsüyle doğanın sermaye birikiminin bir koşuluna indirgenmesi arasındaki zorunlu bağlantıları gösterir ve böylece işçi sınıfının mücadelesiyle popüler çevreci mücadele arasındaki temeldeki yakınlığı gözler önüne serer. Gerçekten, Marks’ın kapitalizmin çalışma zamanını uzatması ve iş gününün uzunluğu üzerinde sürdürülen mücadele hakkında söylediklerinin, öylesine politik önem taşıyan sınıf tahliline dayalı bir toplumsal ekoloji için bir örnek oluşturduğu söylenebilir.

Doğa, Emek ve Üretim Üzerine Marx’ın Değerlendirmeleri

Emek, yalnızca “ insanla doğa arasındaki maddi alışverişini etkilemekle zenginlik üretebilir “ işçi doğa olmaksızın duyusal dış dünya olmaksızın hiçbir şey yaratamaz. Marx, bundan çıkan sonucu açık seçik ortaya koyar. Öyleyse, emek, maddi zenginliğin, ürettiği kullanım değerinin tek kaynağı değildir. William Petty’nin ifade ettiği gibi, maddi zenginliğin babası emek, anası yeryüzüdür.

Marx, üretimi emeğe tabi kılmamakla doğanın zenginliğe özel katkısını vurgular, üretimi emeğe dahil etmek yerine, Marx, emeği “ insan varoluşunun doğal bir koşulu, insanla doğa arasındaki karşılıklı değişimin toplumun biçiminden büyük ölçüde bağımsız bir koşulu “ olarak niteler. Marx’a göre, “ emek süreci kullanım değerleri üretmek için yapılan insani eylemdir.” Ve bu üretim, emek tarafından üretilmemiş “ doğal varlıkların elde edilmesini “ gerektirir. Daha değişik bir ifadeyle, Marx, doğanın, “ evrensel metabolik sürecin” sayısız potansiyel kullanım değerleri üretme yeteneğiyle “ emekten bağımsız olarak var olduğu “ nda ısrar eder.

Marx’ın emek sürecini kavrayışı, doğa tarafından üretilen ve onlar olmaksızın “ emeğin ya hiç ortaya çıkmayacağı ya da, ancak kısmi bir anlamda mümkün olabileceği “ bütün bu kullanım değerlerini içerir. Örneğin, yaşamak ve çalışmak için insanlar soluk almak zorundadır. “ Bununla birlikte, havanın bir kez solundu mu Doğa’nın büyük işliğinde temizlenmeden tekrar aynı süreçte kullanılamayacağı açıktır.”

Toparlarsak, Marx’ın “ Yararlı emek kendisi olmadan insanla doğa arasında hiçbir maddi alışverişin olamayacağı, doğa tarafından konulmuş ebedi bir zorunluluktur “ ifadesini bulan kabulü, kullanım değerine doğanın katkısını küçümsemez. Zenginlik üretiminde emeğin zorunluluğu üzerindeki ısrarı, Marx’ı “ yeryüzü “ nü “ büyük işlik emeğin hem araçlarını, hem malzemesini sağlayan depo, bütün üretimin ve bütün varlığın kaynağı “ olarak görmekten kesinlikle alıkoymaz. Aynı zamanda, doğanın ve emeğin zenginlik kaynakları olarak önemi insan emeğinin toplumsal karakteri göz önünde bulundurularak anlaşılmak zorundadır. İnsanla doğa arsındaki üretim ilişkisi, toplumsal olarak dolayımlanmış bir doğal ilişki olarak ele alınmalıdır.

Marx’a göre, üretim sürecinde insanlar yalnız doğa üzerinde değil, aynı zamanda birbirleri üzerinde iş görür. Ancak özgül bir tarzda birlikte çalışarak ve eylemlerini karşılıklı olarak değiş tokuş ederek üretirler. Üretmek için birbirleriyle belirli bağlantılara ve ilişkilere girerler ve ancak bu toplumsal bağlar ve ilişkiler içinde doğa üzerindeki etkileri işlerlik kazanır, yani, üretim meydana gelir.

İnsani üretimi, doğadaki zorunlu koşullarından tarihsel bir ayrılma olarak ele almak ekolojik düşünürler için büyük bir rahatsızlık kaynağı olmuştur. Ne var ki insanın varoluşunun doğal koşullardan Marx'ın söz ettiği ayrılışı, insani üretimin doğadan maddi olarak kopuşu anlamına gelmez. Bu, daha çok, doğa ve emeğin üretimdeki birleşik rollerinin – dolayısıyla üretimin doğal gereklilik sınırlarının- basitçe doğa tarafından verilmediği fakat toplumsal üretim ilişkileri tarafından şekillendirildiği anlamında, zenginlik üretiminin doğadan özerkleşmesine işaret eder.

Marx, doğanın insan etkisi olmadığında değişme ya da statik olduğunu önermez, söylediği şey, insani üretimin toplumsal ve sömürgen sınıfsal karakterinin, insani-maddi evrimi, ( artık büyük ölçüde varsayımsal olan ) insan ötesi doğanın evriminden ayıran esas güç olduğudur. Ekolojik krizin suçunu insani üretimle bu üretimin doğal koşulları arasında toplumsal olarak yaratılan dengesizliğe değil de, doğanın kendisine yüklemeksizin, Marx’ın görüşünün nasıl sorgulanabileceğini anlamak güçtür. Dahası, “ doğanın kendiliğinden sağladığı emek konuları “ ve “ doğrudan Doğa tarafından sağlanan üretim araçlarına “ insan emeğini “ hem insanın hem Doğanın katıldığı bir süreç “ olarak tanımlanmasının hiç sözünü etmiyoruz. Kapital’de yapılan çok sayıda göndermeye bakıldığında, Marx’ın insani üretimde doğanın oynadığı etkin rolü kabul ettiği açıktır.

Doğa, belirli bir sistemin gereksindiği doğal koşullarla özdeştirildiği takdirde, bu sistemin tam da ( insani ve insan ötesi ) doğaya sadece kendi yeniden üretimi ve büyümesinin koşulu olarak davrandığı için durmadan kötüleşen ekolojik krizler üretmesinin nedeni kavranılamaz.

Doğayı ve emeği sömürmeyen bir insani üretime doğru hareket, insani üretimin koşullarının doğayla yeniden birleşmesini ve buna ek olarak, zenginliğin, üreticilerin üretim koşullarıyla toplumsal olarak birleşmesine dayanan ekoloji yanlısı yeni bir tanımı talep eder. Bu anlamda, toplum ve doğanın daha uyumlu birlikte evrimi vizyonu, sömürücü olmayan toplumsal ilişkiler tarafından biçimlendirildiği şekliyle, insani üretim koşullarıyla böyle bir doğa arasındaki farka bağlıdır.

Artı-Emeğin Doğal Temelleri Üzerine Marx’ın Değerlendirmeleri

Artı-değer üretimi, üretimin kötü biçimleri gibi, “ insanla doğa arasındaki bir süreçtir.” Ama o, aynı zamanda, sermaye ile emek arasında “ çalışan sınıfı kendi dar hayati gereksinmeleri için lazım olandan daha fazla çalışmaya mecbur eden “ bir özgül tarihsel “ baskıcı ilişki “ içeren bir toplumsal süreçtir de.

Doğa, bir yandan para ya da meta sahipleri, diğer yanda kendi emek güçlerinden başka hiçbir şeye sahip olmayan başka insanlar üretmez. Bu ilişkinin doğal bir temeli yoktur, toplumsal temeli de bütün tarihsel dönemlerde ortak değildir. Bu, açık şekilde geçmiş bir tarihsel gelişmenin sonucu, birçok ekonomik devrimin, toplumsal üretimin daha eski birçok biçiminin ortadan kalkmasının ürünüdür.

Marx doğal koşulları önceden belirlenmiş bir üretim araçları kategorisine asimile etmek şöyle dursun, tersine, insan emeğini doğrudan iletmeyen bu doğal koşulları emek iletkenleri olarak iş gören üretim araçlarından ayırt etmek için araç kategorisini bilinçli bir ayrıştırmaya tabi tutar.

Marx’a göre el değmemiş durumunda insana elde etmesine hazır zorunlu gereksinmeleri ya da geçim araçlarını sağlayan toprak ( ekonomik anlamda, bu, suyu da içerir ) insandan bağımsız olarak vardır ve insan emeğinin evrensel aracıdır. Emeğin sadece dolaysız çevrelerinden koparıp alması yeterli olan bütün bu şeyler, Doğa’nın kendiliğinden sağladığı emek konularıdır.

Örneğin, yakalanmamış balığın balıkçılık sanayinde bir üretim aracı olduğunu söylemek paradoksalmış gibi görünür. Fakat şimdiye dek hiç kimse içinde balık bulunmayan sularda yakalayabilme hünerini keşfetmemiştir.

Öyleyse, konularının ve araçlarının kendilerinin de ürün olduğu ölçüde, emek, ürün yaratmak için ürün tüketir. Fakat nasıl ki başlangıçta, emek sürecine katılanlar sadece insan ve insandan bağımsız olarak var olan yeryüzü idiyse, süreçte şimdi bile, hala, doğrudan Doğa tarafından sağlanan, yani doğal özlerle insan emeğinin herhangi bir bileşimini temsil etmeyen, birçok üretim aracı kullanıyoruz.

Marx’ın üretim sürecini emek sürecine indirgemediği, “ hayvanların ve bitkilerin insanın yüksek gözetimi altında tedrici dönüşümünden “, ve aynı şekilde sanayide ( ister yardımcı ister esas olsun ) hammaddenin organik süreçlerce “ değişikliğe uğratılmasından “ söz ettiği ekolojik düzenleyici üretim örneklerinden açıkça anlaşılır.

Marx, üretim zamanının emek zamanını aştığın süre boyunca emek aleti olarak işleyişleri kesintiye uğramış olsa bile üretim araçlarının işlemeye – yani, kullanım değerleri üretmeye-devam ettiğini açık biçimde ifade eder. Bir başka deyişle, emek ile üretim arasında yaptığı ayrıma dayanarak Marx’ın tahlili ekolojik düzenleyici süreçleri ele alma yeteneğine tümüyle sahiptir. Aslında Marx, isan istemliliğinin ekoloji düzenleyici süreçlerde doğal olarak daha sınırlı bir rolü olduğunu vurgulamak için bu ayrımı sık sık kullanır. Örneğin, üretim zamanıyla çalışma zamanı arasındaki farklılık özellikle tarımda açıktır. Bizim ılımlı iklimimizde toprak yılda bir kez ekin verir. Üretim zamanın kısalması ya da uzaması ( kış ekimi için ortalama dokuz aydır ) bizatihi iyi ve kötü mevsimlerin birbirini izlemesine bağlıdır ve bu yüzden sanayide olduğu gibi kesin biçimde önceden belirlenip denetlenemez. Yalnızca süt, peynir vb. yan ürünler görece kısa süreler içinde düzenli olarak üretilip satılabilir.

Kısacası, ekolojik düzenleme Kapital’in 1. Cildinin 7. Bölümünde talep edildiği anlamda tarih-aşırı olmadığından, Marx’ın insan emeğinin tarih-aşırı özelliğini tanımlayışını “ eleştirmek ve yeniden inşa etmek “ için meşru bir zemin oluşturmaz. Ne var ki bu, yukarıda belirtildiği üzere, Kapital’in ekolojik düzenlemenin hiçbir tahlilini içermediği anlamına gelmez. Bu tahlillerin mantığını anlamak için Marx tarafından kullanılan ekonomik kategorilerin düzenleniş biçimlerini hatırda tutmak gerekir.

Emek ve Emek Gücü Üzerine

Marx ve Engels içinde, üretilmeyen ve kâr karşılığında satılamayan kullanım değerleri – insan üretimi ve gelişimi için zorunlu ya da yararlı birçok doğal ve toplumsal koşul bu kategoridedir- değer hesabında ya olduğundan az değerde hesaplanır ya da hiç hesaba katılmaz ve bu durum ekolojik ve toplumsal krizlerin önemli bir kaynağını oluşturur.

Emek, ancak, doğada fiili ya da potansiyel olarak hazır bulunan kulanım değerlerini maddi biçimde elde etmeye, dönüştürmeye ve nihayet korumaya muktedir maddi bir kuvvet olduğu ölçüde, bir toplumsal üretken kuvvet- toplum içinde ve sayesinde gelişen insan ihtiyaçlarını doyuran bir kuvvet- olarak iş görebilir. Marx’ın dediği gibi, “ Kullanım değerleri iki unsurun –madde ve emeğin-bileşimidir “ ve emek ancak “ Doğanın iş gördüğü gibi, yani, maddenin biçimini dönüştürmek suretiyle iş görebilir. “ Durmadan doğal güçlerin yardımını alan “ insan emeği yalnızca “ onları yararlı hale sokabilecek şekilde, Doğanın sağladığı malzemeleri değişikliğe uğratır “

, Emek ve Kapitalist Üretim

Marx’ın materyalizminin ve kapitalizm tahlilinin ortak noktası, bütün toplumların emeklerini, doğadan edinmeyi gerektiren üretken, yani, ihtiyaç karşılamaya yönelik etkinliklere tahsis etmelerinin gerektiğidir. Bu tahsis, toplumun toplam çalışma zamanının her lokmasını doğal koşullar içine gömülmüş işbölümüyle bütünleştirmesini sağlayan özgül toplumsal ilişkiler sayesinde olur.

Kısacası, sermayenin sömürülebilir emek gücünün ilk sırayı aldığı gerekli kullanım değerleri hiyerarşisi 1.İnsani ve insan dışı doğanın zorunlu birliğinden özel olarak kapitalizme özgü bir tarzda kopuşunu ve 2.Doğanın ve kendisi bir kullanım değeri olarak üretici insanın, sırf para kazanmanın koşulları statüsüne indirgenerek toplumsal aşağılanmasını temsil eder.

Kapitalizm öncesi sistemlerde, emekçilerin verili doğal koşullarla olan toplumsal bağları üreticilerin ( ve buradan sistemin kendisinin ) yeniden üretiminin bu koşullarla daha doğrudan kayıtlı olduğu anlamına gelir. Kapitalist ve kapitalizm öncesi üretimler arasındaki ekolojik bakımından can alıcı önemdeki bu farklılığa üretici insanın ihtiyaçları açısından yaklaşılabilir.

Marx’a göre, kapitalist üretimin özel ve belli doğal koşullardan giderek özerkleşmesi, özünde, üretken doğa-insan ilişkisinin yaygın ve yoğun biçimde gelişmesine bağımlıdır. Aynı zamanda Marx, bu gelişmenin emekçilerin üretimin doğal koşullarından ayrılması ve her ikisinin de üretim sürecinde sermayenin denetimi altına girmesi temelinde cereyan ettiğini teşhis eder. İşçinin hayatını ve çalışma koşullarında parasal ölçütlere göre evrilen ve giderek artan biçimde toplumsallaşan bir üretim sürecinin boyunduruğuna koşmak- Marx’ın emeğin sermayeye gerçek boyun eğdirilmesi dediği gelişme-parasal birikimin hem toplumsal hem maddi koşulu olarak, doğaya karşı da aynı şekilde davranılan bir süreç olmak zorundadır. Bu anlamda, sermayenin emeğe tahakkümü, eş zamanlı olarak sermayenin doğaya tahakkümünü ima eder.

Toparlarsak, Marx’ın tahlili kapitalizmin doğal sınırlar ve insanı üretim etkinliği üzerinde ikili bir etkisi olduğunu öne sürer. Kapitalizm bir taraftan, emek ve doğa tarafından üretebilir kullanım değerleri bulma elde etme yönündeki amansız arayışı ve maddi üretimin çeşitliliğini ve mekânsal boyutunu genişletişiyle, üretime özel ve belirli doğal koşular tarafından getirilen sınırlamaları gevşetir. Diğer yandan, üretici güçleri sömürücü biçimde bilimsel olarak geliştirilmesiyle, “ kendisini durmadan genişleyen ölçekten yeniden üretmeye “ olan özünden gelen eğilimiyle ve buna bağlı olarak üretimin doğal sınırlarını küresel, biyosferik düzeye genişletmesiyle, kapitalizm, gerçekten gezegen çapında bir çevre felaketine yol açabilecek güçteki ilk toplum biçimidir. Kapitalizmden çevreye yönelen tehlike, nihai olarak sermayenin kendi maddi gereksinmelerini bile tehdit edecek büyüklüktedir.

Bedava Edinim Üzerine Marx’ın Değerlendirmeleri

Kapitalist üretimin bedava elde edilen “ bu türden koşullarına “ Doğanın, toprak, rüzgar, su, işlenmemiş metal, bakir ormanlardaki tomruklar gibi insanın yardımı olmaksızın sağladığı bütün üretim araçları girer.

Marx’a göre, üretime eyleyiciler olarak giren ve hiçbir maliyeti olmayan doğal unsurlar, üretimde oynadıkları rol ne oluşa olsun, sermayenin bir bileşeni olarak değil ama Doğanın sermayeye bedava armağanı, yani Doğanın üretken gücünün emeğe verdiği fakat kapitalist üretim tarzında bütün öteki üretkenlikler gibi sermayenin bedava bir armağan olarak ( sürece ) girer.

İnsanların, gerek bireysel gerek toplu olarak, insan emeğinin kullanılmasına gerek olmadan kullanım değeri taşıyan ( temiz hava gibi ) birçok doğal koşulu edindiği açıktır. Bu koşulların, verili (mevcut ve öngörülebilir ) doğal ve toplumsal koşullar altında insan emeğiyle üretebilir olsun ya da olmasın, bitimli olduğu, dolayısıyla pozitif bir fırsat maliyetine sahip olduğu da aynı derecede aşikardır. Bir şeyin Marx’ın ortaya koyduğu şekliyle, “ doğa tarafından doğrudan “ ya da “ kendiliğinden sağlanması “ anlamında bedavadan elde edilebilmesi, hiçbir biçimde, o şeyin toplumsal ( ve uzağı gören bir perspektiften bakıldığında kıt ya da değerli olmadığını ima etmez) . Başka bir ifadeyle, Marx’ın bazı doğal koşulları “ bedavadan armağanlar “ olarak tanımlaması, bunların kapitalistçe ( ya da başka tarzda ) çarçur edilmesi eğilimini onayladığı anlamına gelmez. Bedava elde etmenin savurgan, tahripkar ya da sürdürülemez elde etme anlamına gelmesi gerekmez. Doğanın bedava armağanlarının bereketi ve sürekliliği, nasıl bir toplumsal örgütlenme tarzı içinde kullandıklarına bağlıdır.

Dikkat yeniden kapitalizme çevrilirse, kapitalizmin topraktan serbestçe kullanım değerleri elde ettiği görülebilir, fakat bu, toprağın miktarının bitimsiz olduğu anlamına gelmez. Esasında, toprak bitimsiz olsaydı, sermaye tarafından emeği üretimin zorunlu koşullarından yoksun bırakacak biçimde böyle elde edilemez, bu yüzden de ücretli emek ve kapitalist üretim olanaksız olurdu.

Marx’ın işaret ettiği gibi, eğer toprak herkesin serbestçe kullanımına açık, öyle kolayca elde edilebilir olsaydı, sermayenin oluşumu için zorunlu bir unsur ortadan kalkardı. Üretimin son derece önemli bir koşulu ve – insanın kendisi ve emeğinden başka – üretimin biricik başlangıç koşulu kullanılamaz ve edinilemezdi. Bu yüzden başka birinin mülkiyeti şeklinde işçinin karşısına çıkamaz ve onu ücretli emekçiye dönüştüremezdi. Böylece emeğin üretkenliği kapitalist anlamda, başka birinin ödenmemiş emeğini üretme anlamında, olanaksızlaşırdı. Ve bu da kapitalist üretime toptan son verirdi.

Marx’a göre, bir şey, bir değere sahip olmadan bir kullanım değeri olabilir. Bir şeyin insana yararlılığının emek gerektirmediği durumlara da bu böyledir. Hava, bakir toprak, doğal otlaklar vb. böyledir.

Sermayenin ancak yararlı doğal koşulları böyle bedavadan ele geçirmekle “ birikimin unsurlarını kendi büyüklüğü tarafından ya da varlığını oluşturan hali hazırda üretilmiş üretim araçlarının kitlesi ve değeri tarafından konmuş gözüken sınırların ötesinde artırabildiğini” vurgular.

Marx’ın bazı eleştiricileri, Marx’ın “ doğanın değerini küçültmekle “ suçlar, oysa gerçekte Marx’ın tahlili, doğal zenginliğin sömürücü olmayan üretim ilişkileri yoluyla sömürücü olmayan biçimde toplumsallaştırılması anlayışı ve bu yolda verilecek mücadele için bir temel oluşturmakla, bu özgül biçimde kapitalist değersizleşmeyi daha iyi kavramamıza olanak sağlar.

Sermayenin üretim koşulları üzerindeki hakimiyetinin artışıyla, kullanım değeri ( emek ve doğanın insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere toplumsal olarak birleşimi )üretimin itici gücü olmaktan gitgide çıkar ve gitgide daha fazla değer birikiminin hizmetine girer. Üretimin doğal ve toplumsal koşulları bir kez sermayenin kuvvetlerine dönüştü mü üreticiler üzerinde yabancılaşmış bir toplumsal güç uygulamaya başlar.

Kapitalizm ve Doğa Üzerine

Kapitalizm, ancak bir bütün olarak küresel biyosfer üzerindeki baskısını artırmak yoluyla, özel doğal sınırların üstesinden gelir, Ne var ki, kapitalizmin çevresel kriz eğilimleri tam olarak ancak metaların değer biçimi, para ve sermaye ile doğa arasındaki içsel gerilimleri dikkate almakla ortaya konulabilir.

Nicel olarak, kapitalizm doğaya, ancak elde edilmesi için meta üreten emek harcanması gerektiği ölçüde, bir değer atfeder. Doğanın üretime- ve daha genel olarak insan hayatına-katkısı, maddi bakımdan onu elde etmek için harcanması gereken bu emeğe indirgenemez olsa bile bu durum böyledir. Kısacası, değer zenginliğin özel bir toplumsal biçimi – hem doğanın hem emeğin özel bir toplumsal nesneleşmesi olsa bile, değer biçimi doğayı yararlı ve hayat veren karakteristiklerinden soyutlar. Bu çelişki, kapitalizmin, bu bölümün, konusunu oluşturan, doğal çevresini talan etme eğilimini açıklamaya yardımcı olur. Bundan çıkan ikinci mantıki sonuç, değer kavramının sınırlı doğal koşulların üretken rolüne hak ettiği değeri vermediği yönündeki yaygın şikayetin Marx’a değil kapitalizmin kendisine yönetilmesinin gerektiğidir.

Marx’a göre, değer kapitalizmin doğayla temelden uzlaşmaz çelişkisini içerdiği sürece, değeri insanın üretim faaliyetinin “ etkin etmeni “ olarak koruyan hiçbir çevreci politikanın çevre krizini ciddi biçimde hafifletmesinin pek olası olmadığını göstermek için bu hakimiyet konusunu vurguluyorum. Doğal kaynakları korumak için bunlara özel kişi ve kurumlarca ya da hükümet tarafından bir kullanım bedeli (rant ) konmasının da emekle sermaye arasındaki sınıfsal ilişki dokunulmadan kaldığı sürece, aynı şekilde etkisiz olacağı açıktır.

Geçekten, doğaya hiç ihtiyacı olmasaydı, sermaye, hiçbir çevresel kriz eğilimine de sahip olmayabilirdi. Çünkü gördüğümüz gibi, bu tür krizlerin kökleri doğal koşulların üretim araçları olarak kullanılıp elden çıkarıldığı özgül tarihsel kalıplardadır. Marx’ın değerin, insani, toplumsal ve doğal bakımlardan yabancılaşmış bir kullanım değeri biçimi olduğunu ortaya koymasının önemi buradadır. Değer biçimli üretimde, kullanım değerleri, doğayla sürdürülebilir ve geliştirici şekilde birlikte everilme ihtiyacı da dahil, insan ihtiyaçlarının karşılamak için değil, sadece değişim değerleri elde etmenin aracı olarak üretilir. Kapitalizm insanı ve insan dışı doğayı ancak satılabilir kullanım değerlerinde kârlı biçimde nesnelleştirilebildikleri ölçüde insani üretimin zorunlu parçaları olarak tanır.

Kapitalist gayri-menkul sektörü ve kentleşmenin sulak alanlara ve diğer ekosistemlere sızmasıyla gelen “ yeşil alanlara gereksiz üşüşmeye “ – ya da çağdaş tarımın “ zararlılar, tarım ilaçları, yeni zararlılar, toprağın tükenmesi, kimyasal gübreler ve su kirliliği şeklindeki karmaşık döngüsüne “- kısaca bir göz atmak , kapitalizmin yıkıcı çevresel eğilimlerinde değer biçiminin çözücü parçalayıcı etkisini görmeye yeterlidir.

Marx, Kapital’de servetin nakdileşmesinin ve hızlı sermaye birikimi amacının çevre bakımından sağlıklı ve sürdürülebilir tarım uygulamalarıyla doğrudan çeliştiğini ortaya koyar. “ Kapitalist tarımda belirli bir zaman için toprağın verimliliğini artırmakta sağlanan her ilerlemenin, bu verimliliğin kalıcı kaynaklarını mahvetmeye doğru bir ilerleme “ olduğunu ve” toprağın hayatiyetinin çarçur edildiğini, bu israfın uluslararası ticaret yoluyla ülke sınırları ötesine taştığını öne sürer.

Marx’a göre, piyasa fiyatlarının dalgalanmasına göre belli tarımsal ürünlerin ekilmesine olan bağımlılık ve bu ekimde bu fiyat dalgalanmalarına bağlı olarak meydana gelen sürekli değişiklikler- çabuk para kazanmaya yönelik kapitalist üretim ruhunun ta kendisi- görevi birbirini izleyen insan nesillerinin hayati ihtiyaçlarını düşünmek ve sağlamak olan tarımla çelişki içindedir.

Ormancılığa da benzer bir tanı konur. Marx bu konuda, orman çapulculuğu ya da ekoloji karşıtı ticari ağaç yetiştiriciliğinin tersine olarak, “ uzun üretim zamanı ve devirler arasındaki uzun zaman aralığının ormancılığı kapitalist girişimlerin pek az ilgisini çeken bir iş kolu kıldığını “ söyler, bu yüzden, sermayenin bu alandaki etkinliği “ kendini daima ormanların böylesine enerjik tahribinde göstermiştir, tersine ormanların korunması ve yenilenmesi için yapılanlar son derece önemsiz kalmıştır. Marx, öngörülü biçimde, kapitalizmde ormanların “ ancak nadiren, yani özel mülk değil devlet denetimine tabi olduğunda az çok bir bütün olarak toplumun yararına işletileceğini “ söylemiştir.

Marx ve Engels içinde, çağlayanlar, zengin maden ocakları, balık kaynayan sular, konumu elverişli inşaat alanları ne şekilde olursa olsun, doğal güçlerin tekel konusu olabildiği ve sanayi kapitalistine bir artı kâr garantilediği her yerde, yeryüzünün bir parçasının sahibi olma sıfatıyla bu doğal varlıkların sahibi olan birisi, işlevsel sermayeden bu artı kârı rant biçiminde çekip alacaktır. Toprak mülkiyeti yersel varlığı, toprağın da kendisini, havayı ve bu şekilde hayatın devamını ve gelişmesini sömürme ayrıcalığını genel olarak sahibine tanıdığından, böylelikle toplumun bir kesimi dünyaya yerleşmelerine izin vermek karşılığında toplumun diğer kesimini vergiye bağlar.

Üzerinde enerji kaynağı olarak kullanılabilecek bir çağlayan bulunan bir toprağın rantını tartışırken, Marx, “ belli bir sermaye yatırımlarıyla kurulamayacağı “ için “ daha bir emek verimliği için gerekli bu doğal unsurun hiçbir biçimde sermaye tarafından var edilemeyeceğini “ vurgular. Kısaca çağlayanlara sahip fabrikatörler, olmayanların bu doğal gücü kullanmalarını engeller, çünkü, toprak, özellikle de su gücüne katılan toprak, kıttır.

Göründüğü kadarıyla, ( rant kuramını göz ardı ederek ) Marx’ı sınırlı doğal koşulların üretkenliğe katkısını önemsizleştirdiği gerekçesiyle kınayanlar, onun Kapital’de tam aksini söylediği bu ve benzeri çok sayıda ifadesinin varlığından habersizdir. Marx’ın doğal koşulların rantı ve öteki değer biçimlerini nasıl şekillendirdiğine ilişkin gözlemleri , asıl düşüncesiyle ilgisiz, yalıtılmış parçalar olmayıp, tutarlı biçimde materyalist ve toplumsal ilişkili kapitalizm tahlilinin bütünsel ve mantıki unsurlarıdır.

Marx’ın rant kuramı, değersiz, ancak kıt ve tekel altına alınabilir doğal kaynaklara değişim değerleri tahsis edilebileceğini kabul eder. Marx’a göre, devlet tarafından bu tür rantların belirlenip uygulanmaması için bir neden yoktur. Bir doğal koşulun bir değişim değerine sahip olması için, bu koşulan “ kapasitesinin tekelleştirilip yabancılaştırılmasıdan başka bir şey gerekmez “. Böyle bir tekelleştirme ve yabancılaştırmanın maddi ve hukuki biçimleri ise “ pek çok tesadüfü “ görünüm olabilir. Marx’ın tahlilinin kapsayıcılığı, şirketlerin kirletme hakkını alıp sattığı ( ve görece az kirletilmiş havadan yararlandırma karşılığında rant topladığı ) ve de havası kirletilmiş kentlerin sokaklarında oksijen satıldığı şu yaşadığımız çağda dikkat çekicidir.

Fakat, Marx, “ kendilerinin değeri olmayan şeylerin fiyatı “ olabileceğini kabul etse bile, kapitalist rantların, bütün diğer değişim değerleri gibi, değerin özel biçimleri olduğunu vurgular. Rant değerin ( özellikle artı değerin ) yeniden dağılımını temsil eder, bu da onu, değer üretimi ve birikime bağımlı kılar. Rant, tanımı gereği, değerle doğa arsındaki daha önce tartışılan nicel ve nitel bütün gerilimlerle birlikte, doğanın parasal değerlendirmesini güçlendirir. Buna karşılık, ana akım iktisadın piyasa savunusu, parasal fiyatlandırmanın amaçlanan çevresel avantajlarını sanki bu avantajlar parasal değerlendirmenin insan-doğa metabolizması üzerindeki nitel ve nicelik etkiler kümesinden soyutlanabilirmiş gibi ortaya koyma eğilimindedir.

Toparlarsak, doğayla değer arasındaki çelişki, özel rantlar, ya da para ve sermaye tarafından şekillenip yürütülen bir ekonomik sisteme “ yeşil “ vergiler ve sübvansiyonlar getirmek yoluyla çözülemez. Parasal ve piyasa temelli tekniklerle yapılacak eko-düzenleme, sermayenin koşulları içerisinde bir “ optimum “ arayıştan ibaret olacaktır. Değer, bütün ekoloji karşıtı özellikleriyle, onlara sırf kendisinin “ kılık değiştirmiş tarzları “ olarak davranmakla, insanla doğanın birlikte evrimini bozan “ etkin unsur “ olmaya devam eder. Bu durum daha genel bir görüngüyü, yani “ gümrükler, yasalar vb. yoluyla ( kapitalist ) üretime engeller koymak isteyen herkesin çok kısa sürede bu türden “ sırf dışsal ve yapay engellerin sermaye tarafından zorunlu olarak bertaraf edileceğini “ göreceği gerçeğini gösterir.

Marx’ın Değer Kuramına Eleştiriler

Marx’ın pek çok eleştirmenine göre, en yaygın çelişki doğaya atfedilen “değeri” , doğanın değişim ve-yada kullanım değerinden bağımsız biçimde tanımlamaya kalkışmaktır, böylelikle çoğu kez bu üç kavram ( açıkça ya da zımmen ) birbirine karıştırılır. Bu karışıklık söz konusu eleştirmenlerin Marx’ın değer, değişim değeri ve kullanım değerine ilişkisel ve diyalektik yaklaşımıyla ortaya koyduğu, kapitalist zenginliğin doğayla sonuçları uzun erimde ortaya çıkan ekolojik çelişkilerini ihmal etmelerine yol açar.

Doğaca üretilen kullanım değerleri insan ihtiyaçlarını ancak elde edilmelerine bağlı olarak karşıladıklarına göre, elde edilebilmeleri için bu kullanım değerlerinin doğada hazır bulunmaları gerektiği aşikardır. Örneğin kapitalizmde eğer aynı kulanım değeri emek gerekmeden elde edilirse, ( rantlar hariç ) bir değişim değerine sahip olmayacaktır, yine de kullanım değeri olarak aynı doğal yararlılığını evvelce olduğu gibi koruyacaktır.

Kapitalizm ve Çevre Krizi Üzerine Marx’ın Değerlendirmeleri

Marx, kapitalizmce üretilen iki tür çevresel krizi dikkate alır. 1.Sermayenin maddi gereksinmeleriyle hammadde üretiminin doğal koşulları arasındaki dengesizliklere dayanan sermaye birikimi krizleri ve 2.Madde ve hayat güçlerinin dolaşımında kapitalizmin kentle kır arasında yarattığı sınai bölünmeden doğan kopukluklardan kaynaklanan, insani gelişiminin kalitesindeki daha genel bir kriz. Sermaye birikiminde maddi kıtlıklar yüzünden ortaya çıkan düzensizlikler, doğal koşuları birikimin koşulu olarak içerirken, Marx’ın daha geniş anlamda çevre krizi kavrayışı, insani gelişimin bir koşulu olarak doğal zenginliğin değerini yitirmesi üzerinde odaklanır.

Marx’ın tahlilinde, bireysel işletmelerin çıkarı sadece her türlü normalin üstünde malzeme ziyanından kaçınmakta ( Çünkü bu tür ziyanlar sermayenin ziyan edildiği anlamına gelir ) değildir, aynı zamanda rakiplerinin hesabına artı kârlar edebilmek için ziyanı normalin altına indirmek de çıkarınadır. Bu ikinci çıkar, üretimin maddi yan ürünlerini kârlı bir şekilde yeniden işlemek ve yeniden kullanmak için yeni ve daha etkili yöntemler geliştirilmesini içerir. Bu yollarla kapitalist üretim tarzı üretim atıklarından yararlanmasını genişletir.

Andre Gorz’un gözlemlediği gibi, kapitalist sistemde “ üretimin ekonomik öncelikleri kaynakların korunmasının ekolojik önceliklerinden bütünüyle farklıdır. Bu temel gerilim kapitalist geri dönüşüm ve “ atık değerlendirme “ sanayilerinde bile görülür. Bu sanayiler üretimin ekolojik bakımdan sürdürülebilir bir yönde yapısal dönüşümüne yardımcı olmaktan çok “ yeni enerji ve malzeme harcaması yoluyla “ değer birikiminin yeni yolarını yaratmaya hizmet eder ve bu yüzden çözüm olmaktan çok “ sorunun yapısal bir parçası “ haline gelirler.

Kapitalizmin girdi işlemeyi hızlandırması, belli bir zamanda kullanabilir her türlü maddi aracı kullanarak azami parasal birikimi sağlama dürtüsü ile doğanın malzeme ve enerjiyi üretmek ve soğurmak için ihtiyaç duyduğu zaman arasında temel bir çatışmaya yol açar. Sermayenin zamanına karşı doğanın zamanının bu çelişkisi sadece insani gelişimin doğal koşullarının kalitesini azaltmakla kalmaz, aynı zamanda sermaye birikimi sürecinin kendisinde de aksamalara neden olur.

Marx’a göre, kapitalizmin hammadde arzıyla ilgili sorunlardan çıkarılacak “ kıssadan hisselerden” biri “ kapitalist sistemin ussal bir tarıma karşı işlediği ya da ussal bir tarımın kapitalist sistemle uyuşmaz olduğudur.” Aynı şey madencilik sanayi için de geçerlidir, her iki örnekte “ hammaddelerin üretiminin ortaklaşa, herkesi kucaklayan ve uzak görüşlü denetimi, ortaklaşmış üreticilerin denetimin “ gerektirir. Marx’ın görüşünce, üretimin ve malzeme işlemenin devrimci tarzda dönüşümü için – kapitalist hammadde arzı problemlerinden ve birikim krizlerinden daha öncelikli- bir başka güdüleme oluşturmak önemlidir. Bununla kapitalizmin çevresel krizler yaratma yönündeki eğilimin insani gelişimdeki krizler olarak anlaşılmasını kast ediyorum. Bu eğilim kapitalizmin mekânsal örgütlenişiyle yakından ilgilidir.

Kapitalizmin sanayi yığışımının kârlılığı değer ve sermayenin ekoloji karşıtı karekteristiklerini ortaya koyar. Bu yığılma bölgelerinde, birbiriyle rekabet halindeki işletmeleri doğal ve toplumsal çevrelerinin potansiyellerini emek gücünü sömürmenin araçları olarak, serbestçe ( bedavadan ) elde eder. Bunu yaparken de sınai malzeme işlemenin ve artan nüfusun insani gelişimin nihai temelini oluşturan eşi bulunmaz ekolojik bağlantılar ve biyosferik sistemler üzerindeki ortak etkisini tümüyle ihmal eder. Marx ile Engels’in kent-kır karşıtlığı hakkındaki tahlilleri kapitalizm koşullarında tarım ve imalat sanayi arasındaki ilişkilerin açıklanmasına yönelerek bu etkileri gerektiği biçimde dikkate alır.

Marx’a göre, kapitalist üretim, nüfusu büyük merkezlerde toplayarak ve kent nüfusunun ağırlığını durmadan artırarak insanla yeryüzü arasındaki madde dolaşımını bozar, yani insanın yiyecek ve giyecek biçiminde tükettiği unsurların toprağa geri dönüşünü engeller, bu yüzden toprağın verimliliğinin kalıcı olması için zorunlu koşulları ihlal eder. Bu eylemiyle kent emekçisinin de entelektüel hayatını tahrip eder.

Yine Marx’a göre, tüketim atıkları insan bedeninin çıkardığı doğal atık maddeler, paçavra biçimindeki giysi kalıntıları ve buna benzer şeylerdir. Tüketim atıkları tarım açısından çok büyük önem taşır. Nasıl yararlandıklarına gelince, kapitalist üretimde bunlar korkunç biçimde israf edilir. Örneğin Londra’da 4,5 milyon insanın ürettiği atıkla Thames ırmağını devasa bir maliyetle kirletmekten başka yapacak daha iyi bir şey bulamamaktadırlar.

Toparlarsak, Marx’ın çevre krizi tahlili, tarımın ve kentsel sanayinin çevresel etkilerini ayrı ayrı olmaktan çok, birlikte ele alır. Bu tahlil, kapitalizmin teknolojiyi geliştirip değişik süreçler halinde bir toplumsal bütünde birleştirdiği “ tüm süreci kapsar. Kapitalizm, “ toplumun tarihsel itici gücünü kentsel alanlarda yoğunlaştırır “ böylece madde işlemenin savurgan ve ekolojik bakımdan boğucu biçimde yoğunlaşmasına yol açar, fakat bunu yaparken, aynı zamanda tarımı nicel olarak sınırsız bir parasal birikim amacının hizmetine koşarak “ tarımı ve imalatı erken çağlarında bir arda tutan birliğin eski bağlarını tümüyle parçalayıp atar “ Bu bütüncül süreç aracılığıyla, sermaye “ bütün zenginliğin ilk kaynaklarını, toprağı ve emekçiyi emip kurutma “ işini tamamlar.

Marx’ın Bazı Eklemeleri Üzerine

Marx, önceden beri var olan doğal süreçlerin kolayca soğuramayacağı sentetik maddelerin böylesine büyük miktarlarda üretileceğini ve doğaya bırakılacağını öngörmezdi. En başta, bu tür sentetikler bu yaygınlıklarıyla esas olarak 2.Dünya Savaşı sonrası döneminin ürünüdürler, oysa Marx, iyimser bir şekilde, kapitalizmin bir yıkım için tüm potansiyellerini geliştirmeden çok önce, çevresel bakımından sürdürülebilir bir komünist üretim biçimine geçileceği tahmininde bulunmuştu. Fakat sentetik ürünler ve bunların üretim sürecinde kapladığı alanın giderek büyümesi olgusu, Marx’ın sermayenin, doğal zenginliğin verili kalitesi korunarak yeniden üretilmesi için gereken ekolojik bağımlılıkları dikkate almaksızın, emeği ve doğayı bölüp parçalama yönünde güçlü bir eğilim taşıdığına ilişkin tahliliyle uyumludur.

Marx’a göre, bir yandan, makinelerin dolaysız etkisi hammadde arzını, örneğin çırçır makinesinin pamuk üretimini artırmasındaki gibi, aynı şekilde artırmaktadır. Diğer yandan, makinelerce üretilen malların ucuzluğu ve ulaştırma ve iletişim araçlarının gelişmesi dış pazarları fethedecek silahlar sağlar. Makine, başka ülkelerdeki el zanaatine dayalı üretimi tahrip ederek bu ülkeleri zorla kendi hammaddelerini üretecek tarlalarını dönüştürür. Modern sanayi, durmadan, çalışanların bir bölümünü “ fazlalık “ haline getirerek kök saldığı bütün ülkelerde kitlesel göçlere ve yabancı ülkelerin sömürgeleştirmesine hız kazandırır, böylece göçmenleri anavatanın hammadde sağlayıcıları haline getirir. Yeni ve uluslararası bir işbölümü, modern sanayiin ana merkezlerinin gereksinmelerine uygun bir işbölümü gelişir ve dünyanın bir bölümünü esas olarak sanayileşmiş kalan diğer bölümüne hammadde sağlayan tarım alanı haline getirir. Bu devrim tarımdaki radikal değişimlerle el ele yürür.

Bu pasaj, kent-kır çelişkisinin bütün temel unsurlarını, ama bu kez dünya ölçeğinde olmak üzere kapsar. Bu, kapitalizmin küresel madde dolaşımının yol açtığı ekolojik ve hatta biyosferik aksaklık ve düzensizlikleri anlayacak bir çerçeve sağlar. Bu düzensizlik ve aksaklıklara benzersiz ekolojik alanlara o alanların yerlisi olmayan canlı türlerinin getirilmesi ve bunun sonucu olan tahribatlar da dahildir.

İnsanın doğaya müdahalesi o boyutlara gelmiştir ki, depremler, kasırgalar, yağış ve sıcaklık dalgalanmaları gibi “ doğal afetlerin “ son doğal karakteri bile artık güvenli bir şekilde hesaplanamaz. Dahası, insani gelişimin tümüyle doğal olaylar tarafından “ normal üstü “ kısıtlamalara maruz kaldığı ölçüde bile, toplumsal bir ekoloji bu olayları uygun tarihsele bağlamları için de ele almalıdır. Örneğin bir depremin insani etkileri ancak üretimin ve nüfusun coğrafi dağılımı, yapıları ve konutların dayanıklılığında sınıfsal eşitsizlikler ve acil durumlara müdahale yeteneği gibi, hepsi de tarihsel olarak gelişen sosyo-ekonomik ilişkilerin işlevi olan bir dizi ölçüt bakımından değerlendirilebilir.

Marx’ın İşgünü Tahlili ve Çevre Krizi Değerlendirmeleri

Marx’ın çalışma zamanı, çocuk emeği ve işgününün uzunluğunun belirlenmesine ilişkin mücadele hakkındaki tahlilleri ekolojik sosyalistlerin yararlanacağı önemli kavrayışları içerir.

Dünya nüfusunun giderek artan bir bölümünü kapitalist çalışma koşullarına sokarak ve mekanizasyon ve artan üretkenlik sonucu ihtiyaç fazlası emekçiler üreterek, sermaye emek gücünün doğal sınırlarından geçici olarak kurtulur. Bunu yapmakla, fiilen, “ sermayenin sömürüsü için temel oluşturan canlı emek kapasitesi kitlesini, artı değerin sızdırıldığı canlı malzemeyi artırır.” Ne var ki, tıpkı insan dışı doğanın durumunda olduğu gibi, burada da sermayenin bu doğal sınırlamalar karşısında kazandığı görünüşteki özgürlük ancak, doğal kuvvetlerin sömürüsünün ve talanının genişletilip derinleşmesi pahasına elde edilir.

Marxın çocuk emeği tahlili insani ve insan dışı doğayı ele alınışıyla gerçek bir paralellik gösterir. Kapitalizm, nasıl ( bunu yapmasına zorla sınırlamalar getirilmedikçe ) doğal koşulları parasal birikimin koşullarına dönüştürmesine uygun olarak kabul edilebilir doğal koşulların neler olduğuna ilişkin toplumsal standartları yeniden şekillendirmeye eğilimleyse, aynı şekilde, emekçi sınıfın toplumsal ve maddi varoluş standartlarını gerek evde gerek işyerinde durmadan düşürmek yönünde güçlü bir içsel eğilimine sahiptir. Bunu “ yaş ya da cinsiyet ayrımına bakmaksızın işçinin ailesinin her üyesinin “ ücret karşılığı çalıştığı zamanı uzatarak yapar.

Toparlarsak, Marx, sermayenin kendi maddi temellerini tehlikeye atma yönündeki o aynı içsel eğilimini sömürmesinde ve doğal koşuları talan etmesinde sergilediğini vurgular. Her iki durumda da doğal sınırları aşırı zorlama ve toplum için nihai bir kıyamet gününe doğru gidiş, sermayenin doğal koşulları bu koşuların kendi sömürüsü için gerekli koşulları olmasına bakmaksızın sömürüp zayıflamasından kaynaklanır. Sermayenin bizzat kendi insani ve insan dışı koşuları üzerindeki bozucu etkilerine rağmen, bu zaman zarfında birikme yeteneği, kendi kullanım değeri gerekliliklerinin, kullanım değerinin insanla doğanın sürdürülebilir bir birlikte evrimindeki zorunlu temelinden yabancılaşmasında çıplak biçimde ortaya çıkar.

Doğa ve Kapitalizmin Tarihsel İlericiliği Üzerine

Komünizmin bir ön koşulu olarak kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesini alkışlayarak “Prometeusçu “ ya da “ üretimci “ bir görüşe kapıldığı iddiası, belki de Marx’a yöneltilen en yaygın ekolojik eleştiridir. Aydınlanma geleneğine sıkı biçimde kök salmış olan Prometeusçuluk, insani gelişimin doğayı insanın amaçlarına boyun eğdirme üzerine kurulduğunu söyler. İnsanın gelişimi, bu yüzden insanla doğa arasında, sonunda insanın galip geldiği bir mücadele gerektirir.

Kapitalizmin ilericiliği daha çok, üretimin insanla ilgili ve insanın dışındaki koşullarını geliştirip toplumsallaştırması bakımındadır. Marx’ın kapitalizmin daha az kısıtlanmış bir insani gelişimin koşullarını mümkün kıldığı görüşü Prometeusçu yorumun temsil ettiği kitlesel üretim ve tüketim imgesinden nitel olarak daha zengin ve ekolojik değerlere daha uyumludur.

Kapitalizm, insanla doğa arasında daha az kısıtlayıcı bir ilişki kurulması için bir temel yarattığı ölçüde ilericidir. Bu bağlamda “ daha az kısıtlayıcının”, “ ekoloji karşıtı “ bir anlam çağrıştırması gerekmez, tersine, bu sözle daha zengin, daha evrensel insan-doğa ilişkileri – ekolojik ve biyosferik kaygılara karşılık veren ilişkiler-kast edilebilir. Marx’ın gözünde insan doğa ilişkilerinin bu şekilde evrenselleşmesi kendisini doğuran sosyo-ekonomik ilişkilerin evrenselleşmesi ölçüsünde ilericidir, her iki gelişmede kapitalizmin sınıfsal ya da başka türlü doğal ve toplumsal kısıtlarla engellenmemiş bir insani gelişme potansiyeli yaratmasının sonucudur. Tersinden söyleyişle Marx, kapitalizmin, kapitalizm öncesi toplun biçimlerinden daha ileri bir aşama olmasını, daha önceki biçimlerin doğaya boyun eğdirmekte başarısız olmasına dayandırmaz. Kapitalizm öncesi biçimlerin kapitalizme göre tarihsel geriliği, bu toplum biçimlerinin doğayla daha kısıtlayıcı ilişkilerinden kaynaklanır. Özgür bireysel gelişme olanağı açısından bakıldığında, doğayla daha kısıtlayıcı ilişkiler, daha kısıtlayıcı toplumsal ilişkilere denk düşer. Örneğin Marx, Alman İdeolojisi’nde “ İnsanların doğaya karşı kısıtlanmış tutumunun birbirlerine karşı kısıtlanmış tutumlarını, birbirlerine karşı kısıtlanmış tutumlarının da doğaya karşı tutumlarını belirlediğini “ söyler. Bir başka yerde, “ eski toplumsal üretim organizmalarına “ değinirken bunların “ burjuva toplumuyla karşılaştırıldığında aşırı derecede basit ve saydam olduğunu “ öne sürer.

Engels, böylece, her adımda, doğaya bir fatihin yabancı bir halka hükmettiği gibi, doğanın dışında duran biri gibi, hükmedemeyeceğimiz- ama etimiz, kanımız ve beynimizle doğaya ait olduğumuz, onun içinde yaşadığımız ve onun üzerindeki bütün hakimiyetimizin onun yasalarını öğrenmekte ve doğru biçimde uygulanmakta diğer bütün yaratıklardan üstün bir avantaja sahip olmamızdan ibaret bulunduğu- yüzümüze vurulur. Ve gerçekte, her geçen günle birlikte bu yasalar hakkında daha iyi bir anlayış kazanıyor ve doğanın geleneksel gidişine yaptığımız müdahalelerin gerek dolaysız, gerek daha uzak sonuçlarını kavrıyoruz.

Marx’ın esas vurgusu kapitalizmde işçilerin elde edebildiği ve tükettiği maddi malların niceliği üzerinde değildir. O, işçilerin tüketim olanaklarının daha az kısıtlanmış, daha zengin bir karakter kazanmasıyla ilgilidir. Örneğin, işçinin “ işler iyiyken zevklerinin alanını nasıl genişletebildiğinden “ söz ederken hazcı maddi tüketim ayinlerini değil “ işçinin daha yüksek hatta kültürel doyumlara katılması, kendi ilgi alanlarını geliştirmesi, gazetelere abone olması, kurslara devam etmesi, çocuklarına eğitim sağlaması, zevklerini geliştirmesi vb. uygarlıkta kendisini köleden ayırt eden yegane payını “ artırmasını kast etmektedir. Kısacası kapitalizmin tüketim konusundaki ilericiliğinin iflah olmaz biçimde ekoloji karşıtı olan bir yönü bulunmamaktadır

Kapitalizmin işçi sınıfının hayatını kısıtlaması hem üretimde hem tüketimde işçilerin doğal ihtiyaçlarının niteliksizleştirilmesini getirir. Marx, tüketim bakımından bir niteliksizleştirmenin özellikle en düşük ücretli işçiler için aldığı boyutları şöyle anlatır. Temiz hava bile işçi için gereksinme olmaktan çıkar. İnsan mağara hayatına geri döner, ancak bu mağara artık uygarlığın hasta edici soluğuyla kirlenmiş ve ancak iğreti bir biçimde işgal ettiği bir yer, her an elinden çekilip alınacak yabancı bir barınak, kirasını ödemediği gün kapı dışarı edileceği bir yerdir. Bu mezar için ödeme yapmak zorundadır. Işık, hava vb.- en basit hayvani temizlik-insanca bir ihtiyaç olmaktan çıkar. Pislik, insanın bu kirlenmesi ve kokuşması- ( kelimenin gerçek anlamında ) uygarlığın lağımı- onun için hayatın bir unsuru halini alır. Doğal olmayan bu korkunç ihmal, bu kokuşmuş doğa, insan için bir hayat unsuru haline gelir. Değil insani duygularının, gayri insani, hatta hayvani tarzda bile bütün duygularını yitirmiştir, hayvani ihtiyaçları bile ortadan kalkmıştır.

Engels’e göre, “ uzun çalışma saatleriyle yaşadıkları büyük kentlerde Doğadan en küçük bir zevk alma şansını bulamamaları “ sanayi işçilerinin hayatının trajedilerinden biridir. Bu bakış açısının Marx ve Engels’in ekoloji karşıtı yorumlarıyla bağdaştırılması son derece güçtür, Bununla birlikte, Marx ve Engels, burada da kapitalizmin ihtiyaçları ve tüketimi geliştirmesini diyalektik, nitel ve ilişkisel bakımından ele alırlar. Kapitalizm tarafından insani gelişimin daha kısıtlanmış biçimlerinin önünün açıldığını kabul etmekle birlikte, bu sistemin ihtiyaç karşılama yollarına getirdiği sınıfsal sınırlamaların bu olanağın nitel ve nicel olarak gerçekleşmesine nasıl engel olduğuna işaret etmekten de geri kalmazlar. Bu yaklaşımla Prometeusçu kitlesel tüketim yorumları arasındaki keskin farklılık, Marx’ın değeri ve artı-değeri cisimlendirme yeteneğindeki kullanım değeri türleri hakkındaki eleştirel yorumlarıyla daha açıklık kazanır.

Marx, elbette ki kapitalizmin “gitgide artan biçimde tek yanlı ve yoğun “ üretim ve tüketimin 20. Yüzyıl boyunca ne türden ekoloji karşıtı biçimler alacağını önceden tam olarak göremezdi. Bununla birlikte Engels ile birlikte, emeği ve doğayı rekabetçi parasal birikimin koşullarına dönüştürmenin kaçınılmaz sonuçları olarak maddenin doğal dolaşımında yol açtığı sağlıksız düzensizlikleri ve ( insan ve insan dışı ) doğal sınırları aşırı zorlamaya olan eğilimini açıkça ortaya koymuştur. Marx’ın “ özellikle kitlesel üretimin ticari olarak emilebilmesi için “ yapay ihtiyaçlar yaratması olmak üzere kapitalist tüketim hakkındaki eleştirel yorumları, kesinlikle kapitalizmin temelden ekoloji karşıtı karakterine ışık tutmaktadır. Bütün bunlar Marx’a getirilen Prometeusçu yorumun çarpıtılmış ve tek yanlı bir yorum olduğunu gösterir. Bu yorum, Marx’ı komünizmi kapitalist kitlesel üretim ve tüketim düzenini basitçe devam ettiren bir sistem olarak gördüğü yönündeki yanlış bir iddiaya dayanır.

Marx’a göre, komünizmde insanın gelişmesi artık tek tek insanların çoğunluğunun zararına işleyen bir süreç olmayacağı gibi, aynı şekilde, insan varoluşunun doğal koşullarının tahribi pahasına da gerçekleşmeyecektir. İşin gerçeği, Marx’ın gözünde insanın doğal ve toplumsal karakterlerinin birliği hatırda tutulduğunda, insanın tarih-öncesinin bu iki özelliğinin zorunlu biçimde var olduğu açıktır.

Marx’ın kapitalist sanayi tahlilinin yapısal olarak sahip olduğu çevreci bilinç aşağıdaki gibi pasajlarda açıkça görülür. “ Burada fabrika emeğinin altında işlediği maddi koşullara şöyle bir değineceğiz. Aşırı kalabalık makinelerin yarattığı ölüm ve sakatlık tehlikesi bir yana, sıcaklığın yapay olarak yükselmesinden, havanın tozla dolmasından, sağır edici gürültüden bütün duyu organları aynı derecede zarar görür. Toplumsal üretim araçlarının fabrika sistemi tarafından olgunlaştırılan ve aşırı geliştirilen iktisatlı kullanımı, sermayenin elinde çalışan işçinin hayati gerekliliklerinin sistemli hırsızlığına döner, işçinin rahatı için koşulların çalınması şöyle dursun, mekanın, ışığın, havanın üretim sürecinin tehlikeli ve sağlıksız yan etkilerden korunma hakkının çalınması “

Doğa ve Kapitalizmin Tarihsel Sınırları Üzerine

Kapitalizmin hem tarihsel olarak ilerici hem de insani ihtiyaçlar karşısında yabancılaştırıcılığını tarihsel ilericiliğine kıyasla gitgide artırmaya yönelik yapısal bir eğilim taşımasında bulunacağını akla getirir. Bu, örneğin, sermayenin üretimi geliştirmesi bizzat kapitalist ilişkileri üretici güçlerin daha da gelişmesiyle uygunsuz hale getirdiğinde olabilecektir. Sorun, bu gerilimlerin sermaye ve emek arasındaki sınıfsal ilişkinin yeniden üretilmesiyle çatışacak noktaya ne zaman ulaşacağıdır. Marx’a göre, bu noktaya, bu sınıfsal ilişki içinde ve sayesinde yaratılan üretici gelişme, artık bu ilişkiye uyumsuz hale geldiğinde ulaşılır. Bu noktada – sermaye ile emek arasındaki sınıfsal ilişki olarak anlaşılan- “ bizzat sermayenin kendisi “, kapitalist üretimin gerçek engeli “ olarak kendini gösterir.

Sermaye, Doğa ve Sınıf Mücadelesi Üzerine Değerlendirmeler

Marx’ın kapitalizmin üretim yabancılaşmasını ve doğal koşullarını “ üreticiler toplumunun “ bütün bir “ yaşayan süreci “ açısından, yani, “ toplumsal olarak gelişmiş insanların ihtiyaçları “ noktasından tahlil etmesiyle karşıtlık oluşturur. Marx’ın tahlili, kamusal çevre konularını doğal olarak içerir ve hiçbir biçimde sanayi işçilerinin ihtiyaçlarıyla sınırlanmış değildir.

Eğer sanayi proletaryasının sermaye tarafından geliştirdiği şekliyle doğal ve toplumsal koşullara aşırı boyun eğmişliği gerçekten “ ebediyen garantilenmişse “, bu aynı proletaryanın önderliğindeki bir devrimin nasıl olup da temelli bir şekilde ekoloji yanlısı olacağını anlamak zordur. Burada sorun bir kez daha, sınai üretime ve onun doğrudan insan eyleyicilerine indirgenemez kamusal bir süreç olarak, sürdürülebilir, fakat daha az kısıtlanmış bir insani gelişme uygun ekolojik koşulların nasıl sağlanacağıdır.

Sermayenin doğayı alçaltmasına karşı mücadelesinin sermayenin emeği sömürmesine karşı mücadelesi kadar kaçınılmaz olduğu anlamına gelir. Her iki mücadele türü de, emeğin ve doğanın insanlığın zenginlik üretimini daha ekoloji yanlısı ve insani gelişime yönelik bir tarzda yapabilmesine izin verecek şekilde toplumsallaşması yönündeki harekete duyulan ihtiyaca işaret eder. Böyle bir toplumsallaşma, insanları ve doğayı kapitalizmin yaptığı gibi yapay biçimde birbirinden ayırmak, değersizleştirmek ve hakimiyet altına almak yerine, her ikisine de hakkını verecektir. Ve, emeğin sermayenin sömürüsüne ve doğayı yağmalamasına karşı verdiği bu ikili mücadele, doğru koşullar ve stratejiler altında bu hareketi tasarlamaya ve hızlandırmaya yardımcı olur.

Kapitalist üretimin eşitsiz gelişimi işçileri çevreyle ilişkileri açısından, sistemli bir şekilde “ sahip olanlar “ ve “sahip olmayanlar “ şeklinde ikiye ayırır. Ekolojik talan ve bozulmanın en berbat insani etkileri çoğu kez işçi sınıfının en yoksul, toplumsal bakımından en kenara itilmiş kesimlerine yüklenir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, sermaye birikiminin çevresel maliyeti eşitsiz bir tarzda yerlilerin ve yoksul toplulukların üzerine yıkılır, bu da çevresel ırkçılığa karşı çevresel adalet talebiyle gelişen güçlü toplumsal hareketler yaratır.

Marx’ın devrimci vizyonu, bize, doğanın sermayeleşmesine karşı halkçı direnişin nihai başarısının üreticilerle ait oldukları cemaatlerin genel bir politik hareketi şeklinde birleşmesine bağlı olduğunu anlatır. Bu hareket insanla-doğa arasındaki sahte karşıtlığın üstesinden, doğal koşuları sıradan araçlar değil, insani gelişimin gerçek özü olarak değerlendirecek, yeni toplumsal üretim biçimleri için verdiği mücadeleyle gelmek zorunda kalacaktır. Karşımızdaki mesele bir kez daha, doğanın toplumsallaştırılıp toplumsallaştırılmaması değil, ekoloji yanlısı bir tarzda nasıl toplumsallaştırılacağıdır.

Ekolojik düzenleme sorunu ne kadar çeşitlenip biyosferik bir karakter kazanırsa, emeğin kullanım değeri yönelimi ve işçilerin ve cemaatlerin insani gelişim olanaklarını gerçekleştirmek için birleşip ortaklaşmaya olan ihtiyaçları da, gerek maddi, gerek toplumsal bakımından, o derece karmaşık ve evrensel hale gelir. Bu süreçte, işçiler ve topluluklar açısından bilimsel bilginin sermaye birikiminin aracı olmaktan çıkarılıp özgür insanı gelişimin daha evrensel biçimde edinilen bir koşuluna dönüştürülmesi ihtiyacı da gitgide şiddetlenir.

Doğa ve Ortaklaşa Üretim Üzerine

Sistem “ Yeryüzünün yenilenemez kaynaklarına ve insan uygarlığının ve insan hayatının doğal çevresine yönelik tehlikeler “ yüzünden “ maddi mallar ve hizmet tüketiminin sınırsız bir tarzda büyüyemeyeceği “ gerçeğinin tanınması üzerine kurulmalıdır. Uzun sözün kısası, zenginlik ve refah, üretim aşkına üretimin ya da tüketim aşkına tüketimin artırılması bakımından değil, üretimin ve tüketimin gerçek insani ihtiyaçlar için, sağlıklı, insani ve insan dışı doğanın birlikte evrimini gözeten bir tarzda yürütülmesi bakımından tanımlanmalıdır.

Marx’ın düşündüğü şekliyle komünizmin en temel özelliği, kapitalizmin üreticileri üretimin zorunlu koşullarından toplumsal olarak koparması sorunun üstesinden gelmesidir. Üreticilerle üretim koşulları arasında komünizm sayesinde sağlanan yeni birlik, emek gücünün metalaşmaktan tamamıyla kurtarılmasını, artı, yeni tip bir kamusal mülkiyet biçimleri kümesinin kurulmasını içerir. Bu temel üzerinde, toplumsal üretim işbirliğine dayalı, demokratik bir tarzda belirlenen kullanım değerlerinin üretilmesi doğrultusunda kolektif bir şekilde yönetilir. Ortaklaşa üretim, ücretli emek, piyasa ve devlet gibi sınıfsal nitelikteki aracılar olmaksızın, üreticiler ve üreticilerin bağlı bulundukları cemaatler tarafından planlanıp yürütülür. Marx, bu temel özellikleri çoğu kez, ortaklaşa üretimin – yani, insani gelişimin- birincil araçları ve amaçlarına gönderme yaparak sergiler.

Engels’in ifadesiyle de komünizm, “ insani emek gücünü meta durumundan kurtaracaktır “ Kapitalizmin ücret sistemi altında, “ üretim araçları işçileri kullanırken “, komünizmde “ kendileri için refah üretmek üzere özneler olarak işçiler, üretim araçlarını kullanır.”

Marx ve Engels’e göre, sınıfları ve sınıfsal uzlaşmazlıklarıyla eski burjuva toplumunun yerini, bir kişinin özgür gelişiminin koşulunu oluşturduğu ortaklaşmayı mümkün kılan komünist üretim ilişkileri alır. “ işçiler komünist propagandalarında, her insan için, mesela düşünme yeteneği de dahil, her türlü yeteneğini tam anlamıyla gerçekleştirme ödevini savunmalıdır.

Komünizm, insanla doğa arasındaki zorunlu birliği bozmak ya da bu birliğin üstesinden gelmeye çalışmak şöyle dursun, bu birliği daha açık bir şekilde görünür kılıp, doğal ve toplumsal varlıklar olan insanların sürdürülebilir gelişiminin hizmetine sokar. Engels, bu yüzdendir ki, geleceğin toplumunun “ insanların doğayla bir olduklarını yalnız hissetmekle kalmayıp aynı zamanda bilecekleri “ bir toplum olacağını öngörür. Genç Marx, komünizmi “ insan olmanın doğayla ayniyeti “ şeklinde tanımlayacak kadar ileriye gider. Daha pratik bir bakışla, Marx, “ isteklerini doyurmak, hayatı sürdürmek ve yeniden üretmek için Doğayla boğuşmanın “ komünist toplum için sürüp giden zorunluluğuna işaret eder. Bu zorunluluk, “ ortak üreticilerin, onu ortak denetimlerine alarak doğayla alışverişlerini ussal bir tarzda düzenlemesini “ gerektirir. Böyle ussal bir düzenleme ya da “ Doğa üzerinde gerçek bilinçli üstünlük “ kuşkusuz daha önce üreticilerin “ kendi toplumsal ilişkilerinin efendisi “ olmuş bulunduklarını varsayar.

Doğal bilimle toplumsal bilimin birleşmesi komünizmin üreticilerle üretim koşularını toplumsal olarak yeniden birleştirmesinden kaynaklanır. Kapitalizm ( diğer üretim koşulları gibi ) bilimi üreticilere yabancılaştırır. Sermaye, her türlü bilimsel bilgiyi sömürgen işbölümünün emrine sokarak, doğal ve toplumsal bilim arasındaki yapay ayrımı tarihsel sınırına dek zorlar. Komünizm üretim koşullarını yabancılaştırmadan arındırmakla bu koşulları insanların doğal ve toplumsal gelişiminin araçları haline dönüştürür, böylece de, doğal ve toplumsal bilim arasındaki sahte ayrımların temelini ortadan kaldırır.

Marx ile Engels komünizmde bilimsel bilginin büyük bit artış göstereceğini ve toplumsal uygulama alanının genişleyeceğini öngörürler. Ama bu bilgiyi, doğa üzerinde kurulan tek yanlı bir insan egemenliği yoluyla değil,- insanlıkla doğanın birliğinin daha önce söz edildiği şekilde daha yüksek bir bilincine varmış olmak temelinde- “doğanın kurucu yasalarıyla uyum içinde bir varoluş “ aracılığıyla “gerçek insani özgürlüğün “ güçlenmesi olarak görürler.

Kesin örgütler biçimleri ne olursa olsun, ekolojik olarak sağlıklı bir üretim sistemi, toplumsal tarzda ancak ekolojik bir etiğe dayanıyorsa, sürdürülebilir. Ekolojik değerler en azından insani hayat tarzları kadar çeşitlidir, ama, doğadan insani edinim sistemi aracılığıyla etkili bir şekilde yankılanacaksa, bu değerlerin hep birlikte, insani hayatın ortak koşulları olarak toprağa ve diğer doğal koşullar karşısında ortak bir birlik ve sorumluluk hissi oluşturmaları gerekir. Bu anlamda, ekolojik bir etik, tanımı gereği komünal bir etiktir.

Doğal zorunluluğun üstesinden gelemeyiz, doğayı fethedemeyiz, ama artık var olmayan, idealize edilmiş, dolaysız bir doğaya sığınarak insani üretimin bilinçli, toplumsal ve birikimli karakterini de yok sayamayız. İnsani üretimin gelişimi artık öylece doğa tarafından ön belirlenemez. Öyleyse, doğayla birlikte yaşamak istiyorsak, toplumsal örgütlenmemizin efendisi olmak zorundayız.

Hayatının sonlarına doğru sağlık nedenleriyle gittiği Monte Carlo’dan Engels’e yazdığı bir mektuptan Marx şöyle diyordu, “ Burada doğanın güzelliklerinin yaydığı büyünün her çeşidini tanıyorsun. Pek çok bakımdan canlı bir şekilde Afrika’nın güzelliklerini hatırlatıyor. Aynı gün kızına yazdığı bir başka mektupta da nasıl “güzel bir durumda “ bulunduğundan söz eder.

SONUÇ YERİNE ÇÖZÜMLER ÜZERİNE

Ekolojik sorunlar konusunda Marxsizm çerçevesinde gördüğümüz değerlendirmeleri ele aldık. Bu bölümde ise çevre sorunlarının çözümlenmesi doğrultusunda kapitalizm sınırlarında ve kapitalizme karşı alternatif bir sistem olan sosyalizm-komünizmde neler yapılmalıdır bu konulardaki değerlendirmeleri ele alacağız.

Marksist siyasal partilerin ve politikaların global yaklaşımında önemli parçaların bu globallık içinde genellikle eritilmesine rağmen, işçi hareketlerinin pratikteki kazançları bu şartların düzeltilmesi yönünde haklar elde etmeleri olmuştur. Bu hakların bazılarını kullanma olanaklarını elde etmiş ( örneğin 8 saat, 5 gün ve fazla mesai, tatil vb. ) ve diğerlerini verilen haklara rağmen hakları pratikte çiğnemekle meşhur kapitalist düzende kullanma olanakları çok sınırlı kalmıştır. Bunlardan biri de çevre sorunlarıyla bağlantılı olan işyeri koşullarıyla ilgili yasal düzenlemelerdir. Ne yazık ki bütün kapitalist ülkelerde iş çevresindeki koşullar maliyete katlıda bulunduğu için geliştirmemekte ve her yıl bu çevredeki kazalar ve tehlikeli koşullar nedeniyle milyonlarca insan sakat kalmakta, ölmekte veya yavaş yavaş ölüme mahkum edilmektedir.

Çevre örgütlerinin işçi sendikalarında aktif faaliyetleri zorunludur. Bunun yanında, hangi ideolojik görüşten olursa olsun, kadınlar derneğinden, çocukları koruma derneğine kadar bütün derneklere çevreciliğin onların da amaçlarının entegral bir parçası olduğunun anlatılması, benimsetilmesi gerekir. Örneğin, kadınlar derneğinin en aktif bir çevreci örgüt olması gerekir, çünkü çevre bozulmalarından sakatlanan, kanser olan, göğsünü ve üreme organlarını kaybeden, sakat çocuklar doğurarak ömür boyu azap çeken kadınlardır. Çocuklarla ilgili derneklerde aynı şekilde, hazırlanan geleceğin dehşetini görüp, çevre sorununu kendilerine önde gelen faaliyet alanı olarak seçmeleri gerekir. Siyasal partilerin gençlik örgütlerinde gençlere onlara nasıl bir gelecek ve dünya bırakıldığı anlatılmalı ve örgütsel faaliyetlerin bu yönde geliştirilmesi sağlanmalıdır. Anlaşmaların, yasaların ve kuralların değişen koşullara ve yeni bulgulara uyması için, yeni enformasyon ve gelişmeler durumunda özel bir madde olarak konmalıdır.

Çevreyi ve doğayı kontrol anlayışı doğanın bir nesne olduğu değerlendirmesini getirir. Dünyada her şeyin merkezi insan, özellikle elde etme ve biriktirme peşinde koşan birey olur. Bugünün egemen ideolojisinin egemen ve egemenlik altındaki insanlarının dünyanın bizim etrafımızda dönmediğini bilmesi gerekir. Biz bu dünyanın, bu çevrenin çok küçük ama etken bir parçasıyız. Bizim varlığımız bizi barındıran ekolojik sistemin varlığına bağlıdır. Bu varlığa yaptığımız her hasar kendimize yaptığımız bir hasar olur. Bunun ne demek olduğunu anlamak için her yıl çevre hastalıkları denen hastalıklarla ölen ve sakat kalan ve sakat doğan milyonlarca insan olduğunu bilmek bile yeterlidir.

Çünkü eğer bir ülkede ormanların insafsızca talanı, kırsal rekreasyon alanlarının pislik içinde bırakılması, araba egzozlarından fışkıran zehir günlük hayata egemen ise, bunun bir anlamı da o hayatta yaşayan insanların ahlak anlayışının, din anlayışının, insanlık anlayışının, doğruluk ve haklılık anlayışının, insana ve insanlığa sevgi ve saygısının ne düzeyde olduğunu gösterir, egemen insan gerçeğini anlatır. Her şeyi kapitaliste ve kapitalizme yıkarak ve yükleyerek suçtan ve suçluluktan kurtulma haklılık taslama psikolojisi de bu insan gerçeğinin bir başka görünümüdür.

Kapitalist sömürünün egemen olduğu dünyanın bugünkü koşullarında aşağıdaki önermeler yapılabilir.

1.Her türden atığın yoksul Güney ülkelerine girişi ulusal ve bölgesel düzeyde yasaklanmalı ve ağır cezai yaptırımlar getirilmelidir.

2.Konu üzerinde medya tekeli konuya duyarlı kişiler, örgütler ve uluslararası kuruluşlarca kırılmaya çalışılmalıdır. Bu konuda işbirliği olanakları zorlanmalıdır.

3.Kitleleri soruna aktif bir taraf haline getirebilmek kitlesel bilgilenme süreçlerinin yaratılabilmesinden geçmektedir. Bu amaçla yayınsal ve eğitsel etkinlikler düzenlemelidir.

4.Yoksul Güney ülkelerinde meydana gelmiş-gelecek olan, Kuzeyli kapitalist ülkeler kaynaklı çevresel-ekolojik suçlarda, yasa ve yönetmeliklerin yaptırımları geçerli olmalıdır. Bunu Kuzeyli kapitalist ülkelerin kabul edeceği beklenmediğinden, Güney ülkeleri bu çevresel-ekolojik suçlara karşılık gelen tazminatları Kuzey ülkelerine olan borçlarından düşmelidir.

5.Yoksul Güney ülkelerince, kendi ülkelerinde Kuzey ülkelerin eski ve kirli teknolojileri yerine kullanılmak üzere, zararlı atık üretimini minimize eden alternatif üretim teknolojileri geliştirilmelidir.

Ekolojik Sorunlara Karşı Alternatif Sistem ve İlkeler Değerlendirmeleri

En önemlisi umutsuzluk ve geleceksizlik büyüdü, intiharlar, katliamlar, uyuşturucu kullanımındaki artış vb’leri küresel çürümenin argümanlarını oluşturdu. Bu koşullarda ekonomik-toplumsal krize, bir de ekolojik boyut eklendi. Denilebilir ki insan(lık), YDD’yle , ya sosyalist varoluşunu gerçekleyecek ya da modern barbarlığın ( Jack London’un deyişiyle ) “Demir Ökçesiyle” ezilecek, ikilem net.

Geçmişte kılıç kalkanla yapılan savaşlarda “ ölen ölür kalan sağlar bizimdir” deyip, ortalığı temizleyince, geride düzelmeyecek ekolojik felaketler söz konusu olmadan toplumlar yaralarının sarıp günlük yaşamlarına dönebildiler. Fakat, “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.” Artık savaşlar çok kısa sürse bile, daha fazla insan kaybı ve düzelmesi yüzlerce yıl alacak yıkılmış bir doğa ile bu savaşın izlerini onlarca yıl taşıyacak insan yığınları bırakarak son buluyor. Hiroşima ve Nagazaki ‘ye atılan atom bombalarının yarattığı doğa yıkımı ve insanlarda yarattığı genetik bozukluklar hala sürmekte.

İnsansal, siyasal, demokratik vb. kaygılar bir yana salt ekolojik bir kaygı çerçevesinden bile kapitalist üretim biçimine karşı çıkmamız bir zorunluluk. Bu karşın çıkış “ yeni bir bireysel ekolojik ahlak anlayışını da” ,içermekle beraber, bundan öte bir boyutta olmak zorundadır. İlk olarak çağımızdaki kapitalist toplumun kurumsal yapısındaki ahlaksızlığa karşı çıkmak gerekiyor. İnsan ilişkilerinden, doğayı algılayışımıza, güç, başarı ve saygınlık ölçütlerine kadar pek çok kavramın kapitalist üretim biçiminin değer(sizlik) yargılarına göre şekillendirildiği ve “para” nın tüm erdem değerlerden önce geldiği bu ahlaksızlığın sonlandırılması ekolojik kurtuluşun da ilk adımı olacaktır.

İnsan yaşamı ve etkinliklerinin, ekolojik değerleri tüketen değil yeniden üreten ve doğadaki diğer türlerle uyumlu hale getirilebilmesi için doğal kaynakları tahrip eden, yoğun bir çevre kirliliğine neden olan, bölgesel ve uluslararası boyutta büyük toplumsal eşitsizliklere yol açan ve nihayetinde dünyayı bir yok oluşun eşiğine getiren kapitalist üretim biçimi ve buna göre şekillenen bireysel yaşam biçim ve alışkanlıkları sonlandırılmalıdır. Ancak bundan sonra ekolojik anlamda yeni ahlaki anlayış ve değerler sistemi dönüştürücü bir işleve sahip olabilecektir.

“ Sosyalist” deneyimin köklü bir çözümlemesi bu çalışmanın kapsamı dışında olmasına karşın bu nedenler konumuz çerçevesinde, şöylece özetlenebilir. 1.Sosyalizmin salt bir ekonomik kalkınma modeli olarak algılanarak sistemin en önemli güvencesini oluşturan insan faktörü ile demokratik içeriğinin öne çıkarılamaması 2. Dünya çapındaki askeri, ekonomik ve kültürel kapitalist kuşatma 3.Teknoloji ve endüstriyel büyümede kapitalist ülkelerin “gerisine düşme” kaygısı, 4.Kitlelerde burjuva demokrasisi illüzyonlarıyla şekillenen özel mülkiyet ve aşırı tüketim eğilimi, 5.Son tahlilde sosyalizmin biten bu dönemdeki uygulamanın, sınıfsal ve demokratik özünden çok farklı bir noktaya gelmesi ve kapitalist anlamda bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmesi.

Planlama bazında yaşanmış sosyalist olmayan deneyim ( 1930 larla birlikte ) vurguyu insani değerlerden çok kapitalizmin gerisine düşmeme ve savunma amaçlarına yaptı. Bu alanlarda başarılı olduğu söylenebilecek olan “sosyalizm” , amaçlarını belirlemede yetkiyi –dolaylı da olsa” kapitalizme verdi. Başka bir deyişle, “ savaşı düşmanın normlarıyla “ sürdürdü ve sonunda insana yabancılaşmış bir sisteme dönüştü. Bu “sosyalist” pratiğin neden olduğu çevresel-ekolojik yıkım bu yabancılaşmadan ayrı düşünülemez.

Planlama sürecinin demokratik niteliği ancak kitlelerin aktif katılımı ile sağlanabilir. Bireyler ait oldukları birikimlerin ( mahalle, köy, işyeri, vb. ) gereksinmelerini, yine bu birimlerdeki kendi örgütlülükleri aracılığıyla toplumsal planlama sürecine bir girdi olarak katacaklardır. Bu demokratik işleyişin güvencesi siyasal iktidar değil, özgür iradeli bireylerden oluşan kitleler olacaktır.

Toplumun farklı kesimlerinin taleplerini bir “ortak fayda” kavramı içinde ancak bir sosyalist-komünist devlet iktidarı birleştirebilir. Örneğin, sosyalist çerçevede gündeme gelen toplu taşıma projesi, özel araç sayısında yüzde 95’lik bir azalma sağlayabilir. Şehirler arası yolcu ve mal taşımında demiryolu altyapısı geliştirilip, yaygın kullanıma sunularak, kentsel hava kirliliğinde en büyük paya sahip motorlu taşıt araçlarından kaynaklanan CO,NOx,SOx vb. gibi emisyonlar yüzde 5 seviyesine indirilerek, sera etkisi, ozon tabakasının tahribi çok daha geniş ölçekli sorunların çözümü yönünde önemli bir adım atılmış olur. Sadece toplu taşımacılığa ve demiryolu taşımacılığına yönelik böylesi bir proje hayata geçirebildiğinde, hava kirliliği ile gelişmeler yanında, ulaşım kaynaklı yaralanma ve ölümlerin getirdiği sosyal ve -sağlık harcamaları bazında- ekonomik kayıplar, önlenebilirken, ulaşım ilgili olarak oluşturulmuş büyük bir yapılanmada ( hukuksal, kanuni, polisiye ) ekonomi üzerindeki tüm yüküyle birlikte ortadan kaldırılabilir.

Bunların yanında artı-değer güdüsünün yönlendirmediği bir toplumda hiçbir işlevi kalmayacak iş ( tüketim diye okuyun ) alanlarını bir düşünelim, reklam sektörü, mali danışmanlık, borsa, sigortacılık, vb. Varlıklarını salt kapitalist sisteme borçlu olan bu sektörler, işlevsiz hale geldikleri durumda tükettikleri iş gücü, enerji, kaynak kayıpları yine toplumsal faydaya yönelik alanlara akıtabilecektir.

Yine bazı radikal ekolojik akımların ( Derin ekoloji, eko feminizm, toplumsal ekoloji ve biyo bölgecilik gibi ) tezleri şu noktalarda tartışılmak zorundadır.

1.Kimi radikal ekolojist akımlar toplumsal ve siyasal dönüşüm programlarının merkezine ekolojik kaygıları koyarak, günümüz toplumunun her türden sorununa buradan hareketle çözümler aramaktadırlar. Bu yaklaşım, sorunun sınıfsal özünün ihmal edilmesi demektir. Dolayısıyla bu akımların teorik önermeleri ve pratik eylemleri çoğu kez doğrunun parçalarını yakalamasına karşın, sorunun bütünsel olarak ortaya konulması ve çözümüne yönelik işlevsel adımlar atılabilmesi bazında eksik kalmaktadır.

Ekolojik kaygılar yeryüzünün ve insanlığın topyekun kurtuluşuna yönelik bütünsel bir siyasal programın bir parçasını ( hem de en önemlilerinden birini ) oluşturmalıdır. Ancak, ekolojik sorunların çözümü salt ekolojik duyarlılığın değil, siyasal, sınıfsal, toplumsal ve ekonomik girdilerin tümünü kapsayan geniş ölçekli bir yaklaşımla gündeme gelebilir.

2.Ekolojik sorunlar, salt endüstriyalizmin ya da modernizasyonun sonucu olmadığı gibi, günümüz toplumunda geçerli olan (kapitalist) meta üretimi, değişimi ve paylaşımındaki çarpıklıklardan da bağımsız değildir. Ekolojik sorun, aksine, doğal kaynaklar üzerindeki –demokratik olmayan-karar alma ve kontrol mekanizmaları kaynaklı politik bir olgudur.

3.İnsan doğada var olan türlerden biridir. Yaşamını sürdürebilmek için doğadaki diğer türlerle etkileşim içinde olmak gereksinimindedir. Düşünebilme ve alet yapabilme yeteneklerini insanı doğadaki diğer türlerden farklılaştırır. Ancak bu farklılaşma zorunlu olarak insanın “ doğaya hükmetme” ya da diğer türlere zarar verme eğilimini beraberinde getirmez.

4.Doğadaki bütün türlerin yaşamlarını dış etkiler olmaksızın sürdürebilme hakkı vardır, olmalıdır. Bu bağlamda, insan türüne olduğu kadar, diğer bir canlı türüne ya da bir doğa parçasına öncelik veren yaklaşımlar mahkum edilmelidir. Gereksinimi duyulan, doğanın bir bütün olarak kavranması ve bu yönde, bütünü kapsayan çözüm arayışlarına gidilmesidir.

5.Sosyalizmin ilk büyük dalgasının konu üzerindeki pratiğine yapılan göndermelerle, ekolojik krize yaklaşımda sosyalizmi, kapitalizmle aynın kefeye koymak ve sözde “ ideolojiler üstü” bir yaklaşımı hedeflemek yanlış ve temelsiz bir savdır. Yaşamın diğer alanları gibi ekoloji alanında da “sınıflar üstü” bir kavram yoktur.

Diğer Değerlendirmeler Üzerine

Enerji “sorunu” özelinde sosyalist bir model içerisinde yeniden tanımlanacak olan gelişme olgusu ile uyumlu enerji gereksiminin belirlenecek, sosyalist bir toplumda insan için var olan bir sistemin gerektirdiği kadar enerjiyi insan ve doğayla uyumlu bir biçimde sağlayacak yöntemlerin geliştirilmesi için gerekli çabayı göstermek, bu sorunun çözümüne yönelik ilk adım olmalıdır.

Marx, Engels ve Lenin tarafından kuramsal çerçevesi çizilen ve 1917 Devrimi ve sonrasında uygulanma olanağı bulan sosyalist sistemde, toplum, mekan ilişkileri tarihsel süreç içinde üretim ilişkileri ile açıklanmaya çalışılır. Bu sistemde temel yaklaşım, üretim araçlarının olduğu gibi kentsel mekanizmalarında devletin düzenlemesi ile şekillenmesidir.

Ekolojik sorunun temelinde doğanın sömürülecek bir kaynak olarak görülmesi yatmaktadır. İnsanın doğanın sahibi değil, onun bir parçası olduğundan yola çıkarak yeni bir gelişme- kalkınma modeli geliştirilmelidir. bu gelişme-kalkınma modeli, geçmiş yaşam tarzlarına dönüş ile değil metalaşmanın aşılması ile bulunabilecektir.

Eğer Almanya’daki asit yağmurlarını, Somali’deki açlığı, New York sokaklarındaki evsizleri, Çernobil’deki lösemili çocukları ortaya çıkaran nedenler aynı ise, çözümü de birlikte aramak gerekiyor. Bunun içinde yoksulluğa karşı yürütülen mücadele ile doğayı koruma mücadelesinin bağını kurabildiğimiz oranda geleceğe umutla bakabiliriz. Bu mücadele ise “ ekonomilerin entegrasyonunu “ olarak adlandırılan metalaşmanın yaygınlaştırılmasına ve derinleştirmesine karşı halkların ekonomik, siyasal ve kültürel entegrasyonunu hedeflemelidir. Bu entegrasyon ise tabandan ve aşağıdan olarak, halkların kendi özgünlükleri içerisinde yer alabilecekleri, yardımlaşma ve dayanışmanın geliştirdiği, sistem dışı bir yaşam tarzının oluşturulduğu ölçüde gerçekleşebilir.

Bu enternasyonal için mücadele, aynı zamanda çevreyi yeniden yaratma gücünden daha fazla kirletmeyecek bir üretimi ve paylaşımı hedeflemelidir. Bu ise doğal çevreden hammadde olarak madde ve enerji alıp, onları atık olarak geri veren şimdiki, üretim sisteminin, maddenin sürekli olarak sistem içinde enerji olarak dolaştığı bir üretim sistemi ile aşılması mümkün olabilir.

Alternatif Perspektif Anlamında Farklı Değerlendirmeler

Şiddete başvurmama ilkesi ilk bakışta feminist, yeşil bir sosyalizm açısından hiçbir sorun çıkarmıyor gibi görülebilir, ancak silahlı kurtuluş mücadelelerinin desteklenmesi konusunda bazı soru işaretleri doğurmaktadır. Egemen bir sınıf, ırk ya da kültürün üyelerinin, politik haklar, toplumsal adalet ya da kültürel kimlikleri uğruna savaşanlara silahlarını bırakmalarını söylemek gibi bir hakları var mıdır ? Yeşiller bazıları gibi şiddete başvurmamanın uzun vadede daha etkili bir mücadele biçimi olduğunu söylerse, bu kabul edilebilir. Yeşiller şiddetin her koşulda ahlak açısından yanlış olduğunu söylerlerse, insanların baskıya karşı nasıl direnebilecekleri sorununa bir çözüm getirmeleri gerekecektir.

Doğu Avrupa’daki devletin ön ayak olduğu endüstriyalizmin yol açtığı çevre felaketi açıkça ortaya çıktığı zaman endüstriyalizmi çevrenin ana düşmanı saymalarından dolayı yeşilleri suçlamak kolay olmamalıdır. Polonya’daki kirliliğin ortalama ömür süresini 10 yıl kadar azalttığı, Macaristan’da havanın yüzde 44’ünün araba dumanlarıyla kirlendiği hesaplanmış, Doğu Avrupa’yı tamamen temizlemenin toplam maliyeti 200 milyar dolar olarak çıkarılmıştır. 1990’da eski Doğu Almanya’nın bulunduğu bölge diğer Avrupa ülkelerine oranla üç kat daha fazla kükürt dioksit yaymaktaydı ve sınai faaliyetlere bağlı hastalıklar şaha kalkmıştı. SSCB’de Çernobil, Aral Denizinin ölümü ve Kazakistan’daki nükleer bir santraldan zehirli gaz yayılması gibi aynı ölçüde dehşet verici öykülere tanıklık etmiştir. Doğu Avrupa nüfusunun, içinde yaşamaya zorlandıkları pis çevre koşularına ani tepkileri, politik değişimi başlatan faktörlerden birisiydi. Yeşil hareket sanki birçok yeni ittifak kazanacak gibiydi. Ne yazık ki yeni ortaya çıkan yeşil hareketler, piyasa sistemleri ve ekonomik “ büyüme “ girdabında çabucak yutuldular. Kapitalizmin Truva Atı olan gelişme olgusu Güney ülkelerini olduğun gibi Doğu Avrupa’yı da kandırmıştır.

199I’de New York’ta toplanan Sosyalist uzmanlar Konferansına katılan sosyalistlerden birisi, üzerinde hiçbir insanın yaşamadığı güzel bir gezegen yerine, yeraltında yaşayan insanlarıyla yıkılıp mahvolmuş bir yeryüzünü tercih edeceğini açıkladığı zaman, sosyalizmin insan-merkezliğine güven duymadıkları için yeşilleri suçlamamız da tamamen yersiz olur.

Ekolojik bakımından yıkıcı bir üretimi kaldırmak, ancak hem ortak mülkleri güven altına alan hem de temel gereksinmeleri karşılayan bir ekonomik sistemde başarılacaktır. İşçiler, “ gezegeni kurtarmak “ hakkında belirsiz inceliklerle kendi geçim olanaklarını yok etmekten alıkonamayacaktır. Onların geleceklerini güven altına alan toplumsal, ekonomik ve politik bir program ancak yeterli olacaktır. Yeşillerin işçi sınıfla birleşmelerinin tek koşulu, işçilere ücretli emeğe alternatif bir biçim sunan sosyalist bir ekonomik programdır. Yeşiller işçi sınıfıyla birleşemiyorlarsa, kapitalizme etkili bir şekilde kafa tutma umutları çok azdır. Aynı zamanda yeşiller, işçi hareketinin geniş kapsamlı yeşil sorunları gündeme almakta ağır davranmasından hayal kırıklığına uğramakta haklıdırlar.

Bu sosyalizm yeşildir, çünkü insanlığın gereksinmeleri ile gezegenin bunların sürekliliğini sağlama yeteneği arasında yeni bir denge kurmak için küresel çapta harekete geçmek gerekmektedir. Bu sosyalizm sosyalisttir çünkü dünyadaki bu insanların toplumsal bakımından adil ve eşit toplulukta yaşama haklarını olduğunu tanımaktadır.

Buraya kadar Ekoloji konusunda Marksizm içinde gördüğümüz değerlendirmeleri belirli bir bütünlük içinde ele aldık. Bu bölümde ise bu değerlendirmelerden de aldığımız referansla genel bir toparlama yapmanın uygun olacağını düşünüyoruz. Ama bu toparlama şöyle olacaktır. Yazı içinde yapılan değerlendirmelere genelde katıldığımız için bunların tekrarının gerekli olmadığını düşünüyoruz. Bu toparlama esas olarak sorunlu alanları, yanlış bulduğumuz ve net olmayan alanları kapsayacaktır.

Marksizm’in “üretimci” , “ doğayı kontrol etme “ anlayışını savunduğunu söyleyenler bunu genelde şöyle ifade etmektedirler.

Batı biçimi gelişmeci düşünü tarzında insanın doğayla ilişkisi doğaya üstünlük sağlama ve kontrolü olarak belirlenir. Bu görüş tarzında, kontrol ve sömürünün maximize edilmesi yatar. Aynı düşünü tarzı, yani doğal güçlerin üzerinde egemenlik sağlama anlayışı, Marksist yaklaşımda da farklı anlam ve amaç içinde, egemendir. Doğa gücünü kontrol anlayışı insanın tahrip gücünü kontrol biçiminde değişmesi, insan varlığının temel koşullarını sağlayan doğanın dayanıklılığının ve sürdürülebilir yenileme olanakları olduğunun hatalı bir değerlendirme olduğunu benimsemek gerekir. Eğer doğanın gücü kontrol edilecekse, bu güce karşı kullanılan insanın gücünün de kontroluyla, hem insani hem de doğa için sürdürülebilir ve sağlıklı koşulların yaratılmaya çalışılması gerekir. Doğa, bütün zenginlikleri ve canlılarıyla, ne Amerika’nın, Avrupa’nın, Japonya’nın ne de Tanrının insan kendi yaşam süreci boyunca talan etmesi, öldürmesi, yok etmesi için verdiği bir hediyedir.

Bu değerlendirmeyi sorunlu, net olmayan, suni zorlamalar sonucu yapılmış açıklamalar olduğunu dolayısıyla yanlış bulduğumuzu belirtelim. Ama bunu, Marksizm’in her söyleminin mutlak doğru, tartışılamaz, dogmatik saiklerle yapmadığımızı da özellikle belirtelim.

Neden yukarıdaki değerlendirmeye katılmadığımızı Marks ve Engels’in konu hakkındaki hepsi değil, bazı önemli önermeleriyle tekrar da olsa tahkim etmeye çalışacağız.

Engels, insan ile doğa ilişkisinde, insanın doğayı kontrol etme zaferiyle övünmemesini, çünkü “ her zaferle “ doğanın “ bizden kendi intikamını “ aldığını, her zaferin “ önce bizim beklediğimiz sonuçları “ ortaya çıkardığını, fakat sonradan “ oldukça farklı, önceden görülmeyen etkilerle “ bu sonuçları çoğu kez iptal ettiğini belirtmiştir.

Marx, sermayenin emek gücünün içerdiği doğal kuvvetleri talan etmesiyle emek gücünün doğal koşullarını talan etmesi arasında paralellik kurmuştur. Ona göre, ( insani ve insan dışı ) doğanın iki talanı kapitalizmin maddi ve toplumsal ilişkilerinin sömürücü sınıf karakterinin olduğu kadar toplumun emek ve üretim süreçlerinin demokratik biçimde planlanması gereğinin de kanıtıdır.

Marxs ile Engelsin komünist üretim ve planlama ile ilgili yorumları çoğunlukla, toplumun başta toprak olmak üzere, doğadan yararlanmayı doğru tarzda yerine getirmesine büyük önem atfeder. Bu durum, kendileri hakkında eleştiriciler arasında yaygın olan Prometeusçu-Sanayi hayranlığı eleştirisini geçersiz kılar.

Kimileri Marx’ın çağrışımlı “ üretimci “ bir perspektifin içkin bir biçimde ekoloji karşıtı olduğunu düşünür, ama böyle bir düşünce Marx’ın üretim derken kast ettiği şeyi son derece dar bir şekilde kavramaktır.

Ekolojik krizlerin insan üretimini aşırı fazlalaşmasını ve doğadan, doğal sınırların elverdiğinden daha fazlasının çekilip alınmasını içerdiğini düşünüldüğünde ve insani üretimin değişen düzey ve biçimlerinin belirlenmesinde artının üretiminin ve kullanımının anahtar rolü oynadığı göz önünde tutulduğunda, Marxın materyalist ve sınıf temelli yaklaşımının toplumsal ekoloji için ne derece büyük potansiyel yararlılığının bulunduğu açıkça görülür.

Marx’ın bakış açısına göre, ekolojik krizlerden kurtulmuş bir üretim sistemi için verilecek mücadele, büyük ölçüde, emeğin ve doğanın ürünlerinin meta biçimlerinin ve kapitalist sömürüsünün üstesinden gelme mücadelesi olmalıdır.

Marx’ın meta değerlerini ve sermayeyi ele alış biçimi, ücretli emek sömürüsüyle doğanın sermaye birikiminin bir koşuluna indirgenmesi arasındaki zorunlu bağlantıları gösterir ve böylece işçi sınıfının mücadelesiyle popüler çevreci mücadele arasındaki temeldeki yakınlığı gözler önüne serer. Geçekten Marx’ın kapitalizmin çalışma zamanını uzatması ve iş gününün uzunluğu üzerinde sürdürülen mücadele hakkında söylediklerinin, öylesine politik önem taşıyan sınıf tahliline dayalı bir toplumsal ekoloji için bir örnek oluşturduğu söylenebilir.

Marx, üretimi emeğe tabi kılmamakla doğanın zenginliğe özgül katkısını vurgular, üretimi emeğe dahil etmek yerine, Marx emeği “ insan varoluşunun doğal bir koşulu, insanla doğa arsındaki karşılıklı değişimin toplumun biçiminden büyük ölçüde bağımsız bir koşulu “ olarak niteler. Marx’a göre, “ emek süreci kullanım değerleri üretmek için yapılan insani eylemdir “ ve bu üretim emek tarafından üretilmemiş “ doğal varlıkların elde edilmesini “ gerektirir. Daha değişik bir ifadeyle, Marx doğanın, “ evrensel metabolik sürecin “ sayısız potansiyel kullanım değerleri üretme yeteneğiyle “ emekten bağımsız var olduğunu da “ ısrar eder.

İnsani üretimi, doğadaki zorunlu koşullardan tarihsel bir ayrılma olarak ele almak ekolojik düşünürler için büyük bir rahatsızlık kaynağı olmuştur. Ne var ki, insanın varoluşunun doğal koşullardan Mark’ın söz ettiği ayrılışı, insani üretimin doğadan maddi olarak kopuşu anlamına gelmez. Bu, daha çok, doğa ve emeğin üretimdeki birleşik rollerinin – dolayısıyla üretimin doğal gereklilik ve sınırlarının- basitçe doğa tarafından şekillendirildiği anlamında, zenginlik üretiminin doğadan uzaklaşmasına işaret eder.

Doğayı ve emeği sömürmeyen bir insani üretime doğru hareket, insani üretimin koşullarının doğayla yeniden birleşmesini ve buna ek olarak, zenginliğin, üreticilerin üretim koşullarıyla toplumsal olarak birleşmesine dayanan ekoloji yanlısı yeni bir tanımı talep eder. Bu anlamda toplum ve doğanın daha uyumlu birlikte evrimi vizyonu, sömürücü olmayan toplumsal ilişkiler tarafından biçimlendirildiği şekliyle, insani üretim koşullarıyla böyle bir doğa arasındaki farka bağlıdır.

Marx’ın üretim sürecini emek sürecine indirgemediği, “ hayvanların ve bitkilerin insanın yüksek gözetimi altında tedrici dönüşümünden “ ve aynı şekilde sanayide ( ister yardımcı ister esas olsun ) hammaddenin organik süreçlere “ değişikliğe uğratılmasından “ söz ettiği ekolojik düzenleyici üretim örneklerinden açıkça anlaşılır.

Marx ve Engels’in bu önermelerinin konunun anlaşılması ve kavranması için yeterli olduğunu düşünüyoruz. Sonuçta şunları belirterek yazıyı sonlandırmak istiyoruz.

Marksizm görüntü ve çağrışım düzeyi ( ki bu bile tartışılabilir )dışında, temelde ve derinlikte “üretimci” ve “kontrol etme” anlayışını savunmamıştır. Marksizm insanı doğanın önüne koymaz, doğanın yaratımı, etkin bir öznesi olarak görür. İnsanın doğaya egemenliğini de ( yazı içinde geniş şekilde gördük ) doğanın talanı üzerine değil, özellikle komünizmle birlikte güzelliği üzerine yapmıştır.

Marksizm’in ortaya çıktığı ve geliştiği dönemde ekolojik durum ve tahribatla bugünü mutlak karşılaştırmak, bir ve aynı görmek doğru değildir. Yazı içinde de geçen bir değerlendirme bunu özlü bir şekilde anlatmaktadır. Geçmişte kılıç kalkanla yapılan savaşlarda “ ölen ölür kalan sağlar bizimdi “ deyip, ortalığı temizleyince, geride düzelmeyecek ekolojik felaketler söz konusu olmadan toplumlar yaralarını sarıp günlük yaşamlarına dönebildiler. Fakat,” tüfek icat oldu mertlik bozuldu “ , artık savaşlar çok kısa sürse bile, daha fazla insan kaybı ve düzelmesi yıllarca yıl alacak yıkılmış bir doğa bu savaşın izlerini onlarca yıl taşıyacak insan yığınları bırakarak son buluyor. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yarattığı doğa yıkımı ve insanlarda yarattığı genetik bozukluklar hala sürmekte.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.