Dünya kapitalizmine diyalektik bağlantılı olarak Türkiye kapitalizminin kriz , çöküş halinden kaynaklı alt yapı ve üst yapı olarak yıkım durumu devam ediyor. Dolayısıyla kapitalizm içinde aranan her çözüm yeni çözümsüzlük üretmekte bir açmaz ,tıkanma, sürdürülemezlik yaratıyor.
Gelinen noktada seçim tarihine artık iyice yaklaştığı koşullarda analoji yaparsak at izinin, it izine karıştığı belirsizlik, aleni provokasyon gibi gelişmeler “yıkıcı kaos” üreterek devam ediyor. Yakın döneme baktığımızda muhalif partilerin binalarının kurşunlanması, seçim bürolarına değişik yöntemlerle saldırılar, 13. Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’na yönelik provokatif girişimler, tehditler, depremzedeler üstünden yapılan istismarlar, 6284 sayılı Yasa’nın, ailenin korunması adına LBGT + ların hedefe konması gibi din, mezhep, etnik köken, cinsiyet vb . militarizm ve şovenizm üstünden yapılan düşmanlık, ayrımcılık, farklılıkları kışkırtma etkin şekilde devam etmektedir.
Günlük geliştirmelere baktığımızda ise dünya direniş literatürüne geçen, adeta egemenlerin kabusu olan, dostlara güven ve direnç azmi ve kararlılığı veren Cumartesi Annelerinin 20 yılı aşan isyanlarına egemenlerin saldırıları devam ediyor. Son günlerde yine rutin saldırı ile 15 kişi gözaltına alınmıştır. Yine Afrika Gabon’lu 17 yaşındaki bir kadının öldürülmesi sistemin kirliliğinin, ırkçılığının somut göstergesi olmuştur.
Bugünlerde ise AKP Çukurova ilçe binasına yapılan silahlı saldırı da dahil provokatif saldırıların devamı sürpriz olmayacaktır. Seçim tarihine artık günlerin sayıldığı koşullarda derin yerlerin daha yoğun harekete geçeceğinin somut, aleni işaretleri de gelmeye başlamıştır. İktidarın Öcalan ile görüşmek için İmralı’ya heyet gönderdiği ve geçmişteki gibi bekledikleri mektup getirme vb . olumlu cevap alamadıkları belirtiliyor. Yine provokatif gelişme olarak Millet İttifakı olası iktidarında özelliklede CHP’nin Öcalan’ı cezaevinden çıkaracağı iddiaları da devam etmektedir. Ayrıca bir kaç ay önce iç ve dış egemenlerin iktidarın geleceğini belirleyeceği Yalı toplantısı benzerleri de devam etmektedir.
Yine son günlerde özellikle büyük ve etkin patronların kendi içlerinde toplantılar yaptıkları belirtilmektedir. Bu toplantılar başat olarak seçim sonuçları ve olası Milet İttifakının iktidarında uygulayacağı ekonomik kararlara dönük olmuştur. Seçim sonuçlarına dönük iktidar ile Millet İttifakı arasında yüzde farkı olarak Millet İttifakı lehine yüzde 1-2 fark olursa özellikle Erdoğan’ın bu sonucu kabul etmeyerek her türlü şaibeye dönük manipülasyon yapabileceği söyleniyor. Patronlar Millet İttifakı iktidar olursa özellikle ekonomik olarak enkaz devir alacağı bu anlamda elbette kendi çıkarlarına dönük ekonomik beklentileri olduğunu belirtiyorlar. Ayrıca kitle hareketlerinin radikalleşmesinden endişeli olduklarını da belirtiyorlar.
Güncel, somut gelişmeler böyle şekillenirken, bir önceki yazımızda belirttiğimiz toplumsal ve siyasal muhalefetin ne yapacağı konusu seçim tarihi yaklaştıkça akutluğunu devam ettirmektedir. Ayrıca sol-sosyalistlerin praksis şeklinde nesnel olarak testten geçme süreçleri de kesintisiz devam ediyor, giderek süreç daha da netleşecek. Dolayısıyla legal- Marksizm – Sosyalizm ile Devrimci Marksizm arasında diyalektik kopuş devam ediyor. Son günlerde buna dönük bir kaç gelişme üzerinde de değerlendirme yapacağımızı belirtelim.
Öncelikle belirtelim yer yer tekrar da olsa ( Çözülmeyen sorunların tekrarı sorun değil, tersine bir zenginlik olarak yeniden hatırlatmadır ) güvenlikçi devlet ve faşizm uygulamalarına karşı en geniş birlikteliğin sağlanması gereken günlerden geçiyoruz. Yukarıda değindiğimiz gibi yakın dönem ve son güncel gelişmelere baktığımızda her boydan kirlilik ve karanlık ortamın, saldırıların devamı beklenmeli, sürpriz olmamalıdır. Bu anlamda belirsizlik ( Burada belirsizlik olarak derin yerlerin yarattığı ve yaratacağı ortamın belirsizliğinden söz ediyoruz, Yoksa süreç açık ve net olarak belirgin bir şekilde akmaktadır )
Dolayısıyla seçim öncesi , sırasında ve özellikle sonrasında kirlilik ve karanlık tam boy farklı biçimlerde de olsa devam edecektir. İktidarın değişmesi, olası bir Cumhurbaşkanlığı ve hükümet değişikliği faşizmin kısmi geriletmesini getirebileceği gibi tersine faşizmin iktidarına giden süreci hızlandırması da ayrıca sürpriz olmayacak, mümkün olabilecektir. Bu anlamda toplumsal muhalefetin ( Proletaryanın önderliğinin başatlığında ) veya siyasal muhalefetin önderliğinde en geniş anti—faşist birlik zaman kaybetmeden hemen sağlanmalıdır. Dağınık tüm güçlerin dikey yatay veya tersi olarak bütünsel örgütlülüğü faşizmin iktidarını engelleyecek, caydıracak veya şayet faşizm iktidar olursa ( Askeri diktatörlük süreçlerini de atlamadan ) iktidardan indirecek olan tek alternatif olacaktır.
Bu anlamda tarihsel ve güncel olarak Türkiye’de hemen her dönem nicel ve nitel olarak faşizme karşı dinamik bir güç ve potansiyel zemin her durumda mevcut olmuştur. Dolayısıyla karamsarlığa yer yoktur. Umutsuzluğa hiç yer yoktur. Eğer anti-faşist mücadelenin kapitalizmle, devrim ve sosyalizm-komünizm ile bağlantısı diyalektik saiklerle görülüp, kavranırsa, hem faşizme karşı mücadele de başarı sağlanacaktır. Hem de faşizm riskinin eğilim olarak potansiyel zemininin ortadan kalkacağı anlaşılıp, kavranacaktır.
Legal- Marksizm- Sosyalizm ve Devrimci- Marksizm arasında temel ve diğer tali farklılıklar adeta bir nesnel test ve sınanma şeklinde turnusol olarak devam ediyor. Bunlara bir kaç somut örneğin değerlendirmesi ile devam ediyoruz. Öncelikle şu açıklama ile başlamak istiyoruz. TKP Genel Sekreteri Okuyan TELE 1 TV de seçimler ve ittifaklar ile ilgili görüşlerini paylaştı. Okuyan, Kürtlerin sorunu bizim öncelikli sorunumuz değil, önceliğimiz, emperyalizme, yoksulluğa yönelik mücadele dedi.
Oysa Kürt sorununa diyalektik ve bütünsel yaklaşım sınıfsal ve ulusal sorunların birlikte ele alınması ( Bazen sınıfsal yanın veya tersine ulusal yanın başat olmasını reddetmeden ) bir çelişki ve sorun değil tersine yaşamın zorunluluğu olarak zenginliktir. Dolayısıyla böylesi bütünsel ele alış sınıfsal yanın ve sosyalizmin bir engeli değil, tersine daha da güçlenmesini sağlayacaktır. Çünkü Marks “Ezen ulus özgür olamaz” veya “ Ulusal sorunda şovenizm sosyalizmin diğer sorunlarında oportünizme tekabül eder” derken ulusalcı olarak değil de komünist olarak hareket ettiği için bu ulusal veya benzeri engellerin kalkması sonucu komünizme ulaşılacağını belirtmektedir.
Dolayısıyla ezen ulus sosyalistleri şoven ve sosyal şoven anlayıştan azade olmak için ulusların kendi kaderini savunma hakkı, özerklik, federasyon, konfederasyon, demokratik ulus vb tüm biçimleri gerekçesiz, tereddütsüz savunmalıdırlar. Bunun somuttaki ifadesi ise ezen ulus sosyalistlerinin ayrılma hakkını savunmaları , ezilen ulus sosyalistlerinin birleşme hakkını savunmaları, şoven ve sosyal şovenizme karşı adeta panzehirdir.
Gelinen noktada fili ve yasal zeminde çözülmeyen bir Kürt sorunu ( Kurumsal değil diğer bedel ödenerek ve mücadele ile olan kazanımları dışarıda tutuyoruz ) ile karşı karşıya olduğumuz tartışmasız açık ve nettir. Bu noktada yukarıda yaptığımız Marksist değerlendirmenin referansı ile baktığımızda Okuyan’nın bu değerlendirmesi bir tesadüf veya bilinçsiz bir tavır alış değildir. Tersine geleneksel olarak yeni de olmayan bir görüştür. Yani Kürt sorununda, ulusal sorunda bir ideolojik ve siyasi çizgi savunusudur. Sonlandırırken Okuyan’ın bu emperyalizm, emek sorunları, laikliği öne çıkarması niyetlerden ve istemlerden bağımsız Kürt sorununun atlanması ve üzerinin örtülmesi demektir. ( Haksızlık yapmamak için Kürt sorunun ortadan kaldırılmasını istemek değildir diye de not düşüyoruz ) Dolayısıyla Emek ve Özgürlük İttifakı ile Okuyan’nın da içinde olduğu Sosyalist Güç birliğinin eylem, ittifak, siyasi birlik yapmamalarının ( Tabi ki öncelik olarak TKP’nin görüşler olarak ) arka planını oluşturan emperyalizm, emek sorunları, laiklik konusunda ki farklılık değil ( Kaldı ki Emek ve özgürlük İttifakı da bu konuları yer yer daha da net olarak savunmaktadır ) Kürt sorununa yaklaşımda ( Okuyan’nın açıklamasında belirttiği gibi ) ideolojik ve siyasi çizgi farklılığıdır.
Bir başka örnekte isim vererek belirtiyoruz. Merdan Yanardağ’ın kendi TV si TELE 1 ve özelliklede Birgün’den takip ettiğimiz yazılarının tümünü değil son yazısının değerlendirmesi olacaktır. ( Aynı kulvarda olan diğerlerini şimdilik isimlendirmeyi gerekli görmediğimizi belirtelim) Elbette Yanardağ’ın son yazısındaki görüş ve değerlendirmeleri içsel süreklilik olarak belirli bir ideolojik ve siyasi arka plandan kaynaklı olduğu için son yazısının da doğal olarak içeriğini belirlemektedir.
Dolayısıyla bu ideolojik siyasi hattın iki temel belirleyeni vardır. Bir yan olarak sosyalizme bakış ve diğer yan olarak Kürt sorununa bakıştır. Elbette ki makale çerçevesinde bu konuların üzerinde detaylı duracak değiliz. Başat yanlarını ele almaya çalışacağız. Yanardağ’ın ve benzeri eğilimlerin sosyalizm anlayışı Ortodoks bir Stalinizm çerçevesinde sekilenmiştir. Bu anlayış için tüm dönemler ( Belki bir zorunlu istisna dışında ) yani yıkılanlar sosyalizm olarak görüldüğü için alternatif veya çözüm olarak ta aşağıdan sosyalizm değil, yukarıdan sosyalizm savunulmaktadır. Bunun somut ifadesi ise devletçilik, devletleştirmeler olmuştur. Elbette bu tespitimizi kabul etmeyeceklerini biliyoruz. Marksizm’den alıntılar yapacaklar, kamuculuğu savunduklarını söyleyecekler, geçiş aşaması vb. diyecekler. Ama Devrimci Marksizm çerçevesinde proletarya devrimi ve bunun üzerine inşa edilen sosyalizm- komünizm programlar olmadığı için bu teorik-siyasi gerekçeler anlamlı ve doğru olmayacaktır.
Bir istisna derken Yanardağ Putin dönemi Rusya’sını sosyalizm olarak görmeyip faşizme ve emperyalizme karşı olarak değerlendirmektedir. Özellikle son yaptığı Rusya gezisi ile bu anlayışının daha da pekiştiğini söylemektedir. Yani Ukrayna’ya açılan aleni savaş ve işgal girişimini Ukrayna yönetiminin faşizm anlayışına karşı yapılmış bir öznel çıkarsama ile değerlendirilmektedir. Küçük bir bölgede faşistlerin egemenliği milyonlarca emekçinin göçü ve kanı üzerinde kurulduğu için savaş ve işgal dışında bir dizi çözüm rahatlıkla bulunabilirdi. Putin Rusya’sının emperyalizm karşıtlığı ise kapitalizme karşıtlık temelinde bir karşıtlık değildir. Tipik bir iki farklı uzlaşabilir çelişkisi olan ABD ve NATO ile Rusya’nın kapışması pazar kavgası ve egemenlik ve hegemonya kapışmasından başka bir şey değildir. Yani bir tarafta özel mülkiyet başatlında kapitalizm, düğer tarafta devlet kapitalizmi başatlığında kapitalizm. Dolayısıyla Putin Rusya’sının Ukrayna’ya savaş açması ve işgali Rusya özgün kapitalizminin, oligarkların egemenliğindeki sermaye birikim modeli önündeki engelleri kaldırmak için yapılan zorunlu bir tasarruf olmuştur.
Yanardağ’ın Kürt sorununa yaklaşımı ( Geçmeden , geçmişte Yanardağ’ın Kürt sorunu konusunda görüşlerinin eleştirisi üzerine Özgür Üniversite’de bir yazımızın yayınlandığını belirtelim ) eski TKP ve yeni TKP çizgisi dışında olmamıştır. Kemalizm’den bütünsel kopuş sağlanmadığı için yukarıda değerlendirdiğimiz Kürt sorununa yaklaşımda Okuyan’nın son açıklamasında değindiği gibi Kürtlerin sorunu bizim öncelikli sorunumuz değil, önceliğimiz emperyalizme, yoksulluğa yönelik verilecek mücadele tespitinin Yanardağ’ın benzeri açıklamaları ile örtüştüğü açıktır . Konumuz bütünüyle Yanardağ’ın Kürt sorunu konusunda değerlendirme olmadığı için uzatmıyoruz.
Bu genel çerçevede değerlendirdiğimiz Yanardağ’ın temel görüşlerinden referansla somut konuya geldiğimizde ve Yanardağ’ın son yazısında belirttiği Cengiz Çandar ile HDP’yi yan yana getirip Türk solunun HDP ile imtihanında tespiti özünde bizce Çandar nezdinde HDP ‘ye vurma şeklinde olmuştur. Elbette yukarıda değerlendirme ile baktığımızda Yanardağ’ın bu anlayışı sürpriz olmamıştır. Yanardağ bu anlayışını tahkim etmek için özünde şoven ve sosyal şoven anlayışı da çağrıştıran , indirgemeci, vulgar ve eklektik bir tespit daha yapmaktadır. Yanardağ yine bilindik ulusalcı yanı ile “Kürt siyasal hareketi, Kuzey Suriye’de ABD ile kurduğu ilişki ve yaşadığı deneyimini Türkiye’ye aktarmak istiyor. Bu tercihin başka bir sonucu daha var. HDP bu tutumuyla sol, sosyalist hareket ve cumhuriyetçi kesimlerle kurduğu ilişkiyi de zedelemiş oluyor “ demektedir.
Sonuçta Yanardağ Çandar, Cemal ve benzerlerine diyalektik olarak bütünsel bir saikle değil kendi durduğu yerden bakarak özellikle Çandarı yalnızca kriminal saiklerle ve sol-sosyalizm çerçevesinde değerlendirmektedir. Yine değerlendirmelerinde İktidar ortağı olan yer yerde AKP’ yi belirleyip, yönlendiren MHP’den çok zorunlu koşular dışında bahsetmemektedir. Bu tutumu ülkücülerin dönüşmesinden, demokratik ülkücülerin öneminden kaynaklı olsa gerek.
Devrimci Marksizm ise bu konudaki değerlendirmesinde Çandar ve benzerlerine bütünlüklü yaklaşıyor. Döneme göre hemen her şeyi belirleyen, etkileyen, kesen ve yakıcılığı devam eden Kürt sorunu konusunda Çandar, Cemal ve benzerlerinin görüşleri geçmişte ve bugünde ırkçılıktan ve şahin anlayıştan azade olarak doğru olmuştur. Ama aynı ekibin özünde kapitalizmle barışıklığı ve sosyalizm- komünizm karşıtlığı da aleni bilinmekte yani sır değildir. Yine bizler ülkücülerin HDP ve Kürt sorununda yalnız ırkçı ve şahin tavırları ile değil, HDP ‘yi düşmanlaştırıcı ve yok saymaları devam ettiği müddetçe ülkücülerin dönüşemeyeceği ( Tipik bir faşist hareket olarak ) demokratik ülkücüler olamayacağı açıktır. Zaten HDP ve Kürt sorununda düşmanlaştırıcı, yok sayma da dahil ırkçı, şahin anlayıştan koptukları zaman nesnel olarak ülkücülükten de kopmuş olacaklardır.
Bir başka örnek de Yaşar Ayaşlı’nın yazısı üzerine olacaktır. Ayaşlı’nın yazısının bütünsel muhtevasına baktığımızda başat olarak örtüştüğümüzü söyleyebiliriz.. Dolayısıyla bu örtüştüğümüz konuların başlıklarını vermemiz yeterli olacaktır. Bu noktada farklılıklarımızı değerlendirmeye alacağız. Örtüştüğümüz konular olarak var olan rejimin adını doğru koymak ( Felsefi olarak eşyayı adıyla çağırmak ) hem konunun doğru anlaşılması, kavranmasını sağlayacaktır. Hem de nasıl bir çözüm veya alternatif üretmeye de zemin oluşturacaktır. Bu noktada bütün sorun her konu ve olaya hakikat bütündedir anlayışı ile yaklaşımdır. Bu anlamda diyalektik dışı indirgemecilikten, vulgar anlayıştan kopmak gerekmektedir. Ama bunlardan koparken bir başka uca veya yanlışa da düşmemek gerekmektedir.
Ayaşlı ile örtüştüğümüz konular, burjuva demokrasisi ile faşist diktatörlükler arasındaki farkın tespiti, var olan sistemi “Ucube sistem” olarak veya Türk tipi başkanlık sistemi olarak tespit etmenin yanlışlığı olmuştur. Faşizme karşı çözüm ve alternatif üzerine ise Anti faşist mücadeleye bütün sınıf ve tabakaların kendi menzilleri ölçüsünde katılmaları olasıdır, ama asıl omurgası ve garantörü partisi tarafından yönetilen devrimci işçi sınıfı hareketidir tespiti ile de örtüştüğümüzü belirtelim.
Farklılıklarımız ve kendi değerlendirmemiz ile devam ediyoruz. Var olan sisteme üst yapısal olarak yani devlet biçimi olarak burjuva demokrasisi, “ Ucube sistem “, Türk tipi başkanlık sistem tespitleri demek yanlışsa , faşizm tespiti de devlet biçim olarak yani faşist diktatörlük olarak yanlıştır. Bizler Gezi’den itibaren oligarşinin devlet biçimi olarak otantik özelliği olan baskı ve şiddet aparatı ile birlikte rıza üretiminin iç içe, yan yana olan durumunun nesnel olarak değiştiğini söylüyoruz.. Yani Gezi ile başlayan süreç diyalektik saiklerle dönüşüme uğramış ve bugünleri de belirleyici duruma gelmiştir.
Artık devletin baskı ve şiddet aparatı rıza üretimini belirlediği için bizler var olan sisteme güvenlikçi devlet, risk devleti veya faşizmin diktatörlük olarak kurumsallaşmasının hızlandığını söylüyoruz. Bu tespitimizin temel saiki ise sistemin varlığı ve sürekliliğinin korunması için tüm güvenlik ve risk faktörlerinin ortadan kaldırılması veya yer yer engellenmesi amaç olmuştur. Bu duruma somut gelişme olarak örnek ise güvenlikçi devlet eliyle 15 Temmuz askeri darbe kalkışması olmuştur. Ayrıca oligarşilerde rıza üretiminin gereği olarak belirli sınırlarda da olsa var olan demokratik hak özgürlülerin kullanımı, güvenlikçi devlet eliyle bazı kısmi istisnalar dışında kullanılamaz hale gelmiştir. Örneğin burjuva anlamda bile yasal olarak izin almadan yapılan hemen her gösteri güvenlikçi devlet aparatı tarafından fiziki şiddet ile birlikte bastırılmış, dağıtılmış, yoğun gözaltı ve tutuklanma ile sonuçlanmıştır.
Sonuçta güvenlikçi devletin sınıfsal özeliliği değişmemiştir. Yani oligarşinin sınıfsal egemenliği güvenlikçi devletinde sınıfsal özelliği olmuştur. Bu tekelci sermaye olarak finans kapitalin egemenliği demektir. Gelinen noktada faşizmin kurumlaşmasının hızlanması devam ediyor. Bu durum somutta iktidarın faşistleşmesi ile birlikte devletin belirli kurumlarının faşistleşmesi demektir. Bu durumda güvenlikçi devlet eliyle uygulanma alanı bulmuştur.
Ama tarihsel olarak baktığımızda İtalya ve Almanya’da Mussolini ve Hitler seçimle iktidara gelmelerine rağmen, henüz faşizm diktatörlük olarak tamamlanmamıştır. Yani kapitalizmin varlığı ve devamının korunması için ister aşağıdan yukarı, ister yukarı aşağıya inşa edilsin sonuçta kapitalizmin korunması artık devlet ile sağlanamayacağı bu anlamda faşizmin bir kitle hareketi olarak zorunlu olarak devreye girdiği açıktır. Bu durumdan kaynaklı da faşist diktatörlükler yalnız devletin yeniden örgütlenmesi değil, toplumunda yeniden örgütlenmesini kapsamaktadır. Somut duruma baktığımızda ise sınıf ve kitle sendikası olarak DİSK’in ve legal sol-sosyalist parti ve çevrelerin yasal varlıklarını sürdürmeleri faşist diktatörlüğün henüz tamamlanmadığının somut göstergesidir. Ayrıca Bahçeli’nin ısrarla ve sert ve saldırgan tavırla istemesine rağmen henüz HDP, Anayasa Mahkemesi, Türk Tabipler Birliği faaliyette olup kapatılmamıştır.
SONUÇ YERİNE
Kapitalizmin kirliliğine, yıkımına baktığımızda enflasyon- hayat pahalılığının hiper enflasyona yaklaşması olarak yüksekliği, yüksek işsizlik ve ücret, gelir düşüklüğü devam etmektedir. Kapitalizmin bu durumunun devamı ise zorunlu olarak güvenlikçi devlet ve faşizm uygulamaları ile gerçekleşmektedir. Güncel gelişmelere baktığımızda bunun somut göstergesi olarak yine ve rutin olarak Kılıçdaroğlu ve HDP ‘ye karşı saldırılar devam etmektedir.
Kılıçdaroğluna dönük Adıyaman’da 5-10 kişilik bir güruhun namaz sırasında Fatiha bilmez diyerek protesto edilmesi, yetmemiş olacak ki yine Kahta ilçesinde fiziki saldırı girişimi olmuştur. Kılıçdaroğlu’na dönük bu saldırılar da tesadüf değil, planlı ve hazırlıklı olmuştur. O il veya ilçelerin mezhepsel veya etnik konumu saldırılarında başat olarak muhtevasını göstermektedir. Yani Adıyaman’da özelliklede Kahta ilçesinde siyasal İslamcı yapılanmaların etkin olduğu bilinmektedir. Örneğin Menzil grubu gibi. Kılıçdaroğlu’na dönük Kahta’daki saldırının da Menzil grubu tarafından yapıldığı söylenmektedir.
HDP’ye dönük Diyarbakır merkezli 21 ilde eş zamanlı gerçekleşen operasyonda aralarında gazeteciler , aktivistler, insan hakları savunucuları, tiyatrocular olmak üzere 200 ye yakın kişinin gözaltına alınması ve tutuklama süreci de devam ediyor. HDP’nin kapatılması dışında, HDP’nin seçimlere Yeşil Sol Parti ile girmesi sonucu, Yeşil Sol Partinin de kapatılması için tezgah aranmasına sıra gelmiş durumdadır. Tabii saldırıcı süreci seçim sonrasını kapsayarak da devam edecektir. Burada zaaflı ve olumsuz süreç ise HDP’nin seçimlerde çıkarsız Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nu desteklemesine rağmen operasyona karşı başta CHP olmak üzere ( Yanılırsak düzeltiriz ) diğer Millet İttifakı partilerinden merkezi bir açıklama gelmemiştir. Konu, Kürt sorunu olunca burjuva partileri çok rahat birleşmektedirler.
Bütün bu ve benzeri olumsuzluklara karşı önemli ve güven verici bir gelişme olan işçi direnişleri de devam etmektedir. Her ne kadar işçi direnişleri iktidar medyasına hiç yansımasa da, muhalif medyaya da kısmi yansısa da kapitalizmin kirliliğinde, çürümüşlüğünde bu durum sürpriz olmamıştır. İşçiler bayramlara da grev ve direniş ile girmektedirler.
İstanbul Tuzla’da bulunan ve Birleşik Metal-İş Sendikasında örgütlü olan Mata Otomotiv’de yüzde 25 ek zam talebiyle iş bırakan 1000 dolayındaki işçinin direnişi iki aya yakındır sürüyor.
Cengiz ve Kolin ortaklığıyla iki yıl önce kurulan elektrik sayaçları üreten, 100 işçinin çalıştığı İstanbul’daki Satera Elektronik işçilerinin Birleşik Metal-İş’e üye olarak yetki almasını kabul etmeyen patrona karşı direniş devam ediyor.
Bursa Demirtaş Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Barutçu Tekstil’de sendikalaştıkları için işten atılan Öz İplik-İş üyesi 9 kadın işçi de bayrama fabrika önündeki eylemlerine devam ederek giriyor.
Birleşik Metal-İş’in yetkisinin düşürüldüğü ve sendikasızlaştırılan İsviçre sermayeli ABB Elektrik’in Dilovası fabrikasında haklarını isteyince tazminatsız işten atılan 12 işçi de bayrama fabrika önündeki direnişini sürdürerek girecek.
Eskişehir’de bulunan ve Kristal-İş’in örgütlü olduğu Atışkan Alçı fabrikasında toplu iş görüşmelerinde anlaşmaya varılamaması nedeniyle 16 Haziran 2022’de greve başlayan işçiler bu bayrama da grevde girecek.