2023-07-29 12:39:18

Emekçilerin ekmekleri biraz daha küçüldü

Asım Öz

29 Temmuz 2023, 12:39

Küresel kapitalizmin yapısal ve otantik sorunları gelişmiş veya diğer ülkelerde çoklu ve ortak sorunların varlığı olarak şekillendiği için kapitalizmin çevrim içinde krizi, diyalektik saiklerle çöküşü de kapsaması ile birlikte devam ediyor. Bu durum kapitalist ülkelerin bazılarında daha şiddetli ve açık, bazılarında daha tedrici ve örtük olarak sürüyor. Yine bu durum ekonomik açıdan tıkanma ve kırılganlık yaratırken, üst yapısal olarak sürdürülemezlik ve yönetemezlik yaratırken gelinen noktada kriz nihai krize dönüşmüş durumdadır.

Artık kapitalist tekelleşme güncel şekliyle kartelleşme ve tröstleşme olarak klasik sermaye- burjuvazi ve dijital sermaye -burjuvazinin egemenliğinde devam etmektedir. Bu durum tekeller arasında pazarlar ve kâr marjlarının paylaşımı noktasında çelişki ve rekabeti artırmış durumdadır. Tekelci sermaye ile tekel dışı sermaye arasında çelişkiler de birleşmeler ve yutulmalar ile daha da görünür hale gelmiştir. Kapitalizm öyle bir obez nokta da ki artık bir avuç diye nitelenen oligarşiler bile, parmak sayısına düşerek daha daralmış durumdadır. Bu anlamda küresel çapta kırıntılara bile vermekten kaçınan sermaye-burjuvazi ile karşı karşıyayız.

İşte böyle bir noktada yeni değer, fazla değer, artık değer üretmede her geçen zaman kesitinde daha da zorlanan kapitalizm ve kendi koruma kalkanları olan özellikle yüksek enflasyon, yüksek işsizlik ve ücret ve gelir düşüklüğü sarmalında dönem ve konjonktüre göre birini başat olarak koruma kalkanı yapma durumunu da kaybetmiştir. Bu sarmal anlık, günlük ve dönemsel olarak çoklu şeklinde devam etmektedir. Dolayısıyla “ yapıcı yıkıcılıktan”, “ yıkıcı yıkıcılığa” dönüşen bir kapitalizm şartlarında artık tekellerin varlık ve sürekliliğini ( Giderek servet ve zenginliklerinin katlanması anlamında ) oligarşik devletler sağlayamaz noktaya gelmişlerdir . Bu noktada devreye diyalektik süreç olarak daha despotik, monarşik yapılar olan güvenlikçi devlet, risk devleti ve faşizmler girmiş durumdadır.

Bu anlamda özellikle Avrupa’da ırkçılık ve faşizm yükselmeye devam etmektedir. Türkiye’de de güvenlikçi devlet uygulamaları faşizmin önünü açmakta, kurumlaşma ve iktidara gelmesinin engellerini ortadan kaldırılmasına katkı sağlamaktadır. Bu noktada küresel çapta ve Türkiye’de somut gelişmelere baktığımızda ırkçılık-faşizmin yükselişini daha net ve açık olarak görebiliriz.

Avrupa’da yeni faşist yükselişin başını Nazizmin, faşizmin, falanjizmin vatanı Almanya, İtalya ve İspanya çekiyor. Almanya’da AFD ulusal düzeyde 2 ci doğu eyaletlerinde 1. Parti düzeyine yükselirken, AFD karşıtı cephe dağılıyor. Hıristiyan Demokratlar hızla sağa kayarken, AFD’nin ilk genel seçimlerde federal hükümete girmesi kaçınılmaz görünüyor. İtalya’da ise Mussolini’nin mirasçısı, İtalyan Kardeşliği partisinin lideri, Başbakan Meloni, yargı bağımsızlığını hedef alıyor, dine gerekçelerle, LGBT+ bireylerin özel yaşamlarına giderek daha fazla karışıyor. Yine İspanya’da Franco hayaleti dolaşımda, Katolik falanjist VOX’un ilk genel seçimlerde merkez sağ Halk Partisinin koalisyon ortağı olması bekleniyor. VOX, kadınları erkek şiddetinden koruyan yasayı da kaldırmak istiyor.

Bu lanetli üçlünün yanı sıra Fransa’da LePen’in Ulusal Toparlanma Partisi, şimdilerde 1. durumunda. Hollanda, Avusturya, Finlandiya, İsveç ve Yunanistan’da yeni faşist partiler merkez sağ hükümetlerin politikalarını etkileyerek güçlenmeye devam ediyorlar. İsrail’de faşist partilerle koalisyon kuran Netanyahu’nun kendi hükümetinin politikaları üzerinde kontrolü kaybettiği görülüyor. İngiltere’de hükümetteki Muhafazakar Parti o kadar sağa kaydı ki faşist akımlara söyleyecek söz kalmadı.

Dolayısıyla Avrupa’da ilk “ faşistleşme” döneminde ( 1920-33 ), liberal demokrasi, ekonomik krize ve komünizme karşı bir çözüm üretemiyordu, bu kez ekonomik krize, küresel ısınmaya-iklim krizine, büyük göç dalgasına karşı çözüm üretemiyor. Bu durumda gösteriyor ki Avrupa Birliği ülkelerinde faşist partiler güçleniyor, gittikçe artan oranda ya hükümetlere ortak oluyorlar ya da muhafazakar partilerin, hükümet kurmalarına yardımcı olurken önemli tavizler koparıyorlar. Bu dinamikler önce Türkiye, Macaristan son olarak İsrail örneklerinde gördüğümüz gibi ( yukarıda da belirttiğimiz gibi ) devlet biçimini değişmeye zorluyor ya da bunun siyasi, kültürel zeminini oluşturuyor.

Bir güncel, dönemsel spesifik önemli gelişme de , önceki yazımızda değindiğimiz gibi, özellikle ABD’nin militarist boyutlu bir sanayi politikası izlemeye başlaması karşısında, AB devletlerinin de benzer militarist politikaları, korumacı önlemleri gündeme almaya başladığı görülüyor. Bu noktada “ Büyük güçler” arası rekabet sertleştikçe Avrupa’nın yalnızca bir ekonomik blok değil aynı zamanda askeri bir güç olarak ağırlığını koyma arzusu artıyor. Bu da bir aşamada egemen sermaye grupları, devlet seçkinleri ve “ faşist Avrupa “ projesi arasında bir yakınlaşma olasılığına açılıyor.

Türkiye’de de kapitalizmin kirliliği, çürümüşlüğü, vahşiliği, barbarlığı, insanın normal halini dışlayan, insanı bütünsel yabancılaşmaya tabi tutması ancak güvenlikçi devlet, faşizm uygulamaları ile mümkündü. Son dönem güncel gelişmelere baktığımızda bu durumu somut yanlarıyla görebiliriz. Akbelen’de Limak IC ortaklığı ile maden sahasını genişletmek üzere köylüleri ve çevrecileri coplayarak, gazlayarak, gözaltına alarak ağaç kesimi yapılmaya çalışılıyor.

Urfa’da hak ettikleri ücretlerini istedikleri için işten atıldıkları bildirilen DEDAŞ işçileri iş yerlerine alınmıyor. Son zamlardan sonra mazot alamayan çiftçi ektiğini söküyor. TMMOB’un mimar, mühendis ve şehir plancılarının asgari ücretini belirleme etkisi elinden alınıyor.

Amasra’daki maden kazasından canını kurtarabilen işçi mahkemede “ üretim baskısı altındaydık” diyor. Kürtçe’nin “dil hakkı” için İstanbul’dan Ankara’ya yapılmak istenen yürüyüşe izin verilmiyor. İnternete yüzde 70 zam geliyor. İlaca zam geliyor ama yine de “bulunamaz” olacağı söyleniyor. Bütün bunlar bir günde olan gelişmeler.

Sonuçta kapitalizmin dinamik ve özgün bir eğilimi olan faşizm gelişmiş kapitalist Avrupa ve diğer kapitalist ülkelerde de aşağıdan yukarıya , yukarıdan aşağıya veya karma olarak iktidara gelmek için faşist partileri aracılığıyla planlı ve hazırlıklı bir şekilde faaliyetlerine devam ediyorlar. Açıktır ki bu faşist partilerin yükselişte olmaları iç ve dış egemenlerin desteği olmadan da mümkün değildir.

Bu girizgahtan sonra bu bölüme, siyasal İslamcı, şeriatçı, parti ve cemaat, tarikat gibi yapılanmaların bütünsel gelişimi üzerine değerlendirme yaparak başlamak istiyoruz. Öncelikle şunu belirtelim Devrimci Marksizm’in ilkesel duruşu olarak baktığımızda bu konuların önemi, toplumsal ve siyasal muhalefet için ciddi bir risk olduğu özellikle son dönemde diyalektik süreç olarak net ve açık olarak görülmektedir. ( Yine özellikle şunu da belirtelim. Devrimci Marksizm’in progmatik değerlendirmesinde ne zaman Siyasal İslam gündemimizde olsa bile hemen, anlık ırkçı- faşist kontrgerilla yapılanmalarını da öne çıkarmaya özel bir dikkat gösterdik. Bu güruh buharlaşıp yok olmadığı için adeta erketede beklediğini söyledik. Nitekim 4 lü çete olarak Bodrum’da fotoğraf çektirerek servis yaptılar. Açıkça biz buradayız diyorlardı. Devrimciler, sosyalist-komünistlere az çektirmediklerini, zulüm yaptıklarını bildiğimiz için bu güruha karşı duyarlılık ve dikkat daha yüksek seviyede devam etmelidir ). Bu süreç de 22 yıllık siyasal İslamcı çizgide olan AKP’nin iktidara gelmesi ve iktidarda kalması ( Şaibe ve hile durumunu geçiyoruz ) dinsel programının başatlığındaki örgütlenme ve çalışma tarzı ile hayata geçmiştir.

Süreçte Kürt sorununun asgari düzeyde de olsa çözümü doğrultusunda adımlar atılırken çözüm sürecinin masasının devlet baskısıyla devrilmesi sonucu, AKP’nin de yine devlet baskısıyla Kürt sorununa ılımlı yaklaşımı ve çözüm sürecinden koparılması sonucu AKP bu çözüm süreci ittifakından azade edilmiş oldu. Bu noktadan sonra artık AKP programının dincilik yanına ırkçılık-milliyetçilik de eklenmiş oldu. Zaten siyasal İslamcı çizgilerin milliyetçi hassasiyetleri ve yanlarının olması da bu süreci hızlandırdı. Sonuçta İslam-Türk başatlığında ideolojik-siyasi çizgi egemenliği faaliyetlerinde belirleyici oldu.

Elbette süreç mühendislik faaliyeti olarak değil, başat koşullarda diyalektik olarak devam etti. Gezi ile başlayan devlet ile siyasal İslam arasındaki uyum ve çelişkiler, 15 Temmuz ile devlet, FETÖ bağlantısı ile iktidara karşı askeri darbe kalkışması son anda ( İç ve dış derin ve etkin yerlerin müdahalesi ile durduruldu). Bu noktadan sonra yine diyalektik saiklerle devlet- FETÖ ortaklığı farklılaştı ve başat saiklerle devlet-AKP ortaklığına dönüştü. Süreçte AKP’ye karşı en sert muhalefti yapan Bahçeli bilinen bir özelliği ile 18o derecelik dönüşle yine derin yerlerin görevlisi olarak ve stratejik ve taktik görevlerini yerine getirdi.

Türk tipi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte Bahçeli-MHP , AKP’ye eklemlendi. Artık İslam-Türk sentezi, başat olarak Türk- İslam sentezine dönüştü. Ama süreç diyalektik olarak gelgitlerle yer değiştirdi. Yani Türk –İslam sentezinin başatlığında söylenen AKP MHP’lileşti söylemi gerçek oldu. Bu durumun somut uygulamaları da HDP’nin seçilmiş belediyelerine kayyum atanması, HDP eş genel başkanların tutuklanması ve binlerce HDP ‘linin adeta yaratılan delillerle cezaevine gönderilmeleri ile sonuçlandı. Belki bir gün bile cezaevinde yatmaları bile zulüm olan bu uygulama ile birlikte 6 yılı aşan süredir bu insanların cezaevinde kalmaları siyasi kin, intikam ve düşmanlaştırma saikiyle yapıldı, Devamında Kılıçdaroğlu’na dönük Ankara Çubuk’ta gerçekleşen linç girişimi, Deniz Poyraz’ın kontrgerilla planlamasıyla katledilmesi ve son dönemde, Gezi aktivistlerinin uydurma gerekçeler ile cezaevine gönderilmeleri ve son seçimde Hatay’dan milletvekili seçilen Can Atalay’ın hala tahliye edilmemesi ve bütünlüklü bir nedenle muhalif olan Merdan Yanardağ’ın tutuklanması. Tüm bu süreç bir dönem Türk-İslam tezleri , bir dönem İslam- Türk sentezi başatlığında diyalektik yer değiştirmelerle devam etti.

Gelinen noktada ise süreç İslam-Türk sentezi başatlığında devam ediyor. Bir tarihsel kesit üzerinde tarihsel değil, önemli yanlarını ele alarak değerlendirme yaptığımızda Devrimci Marksizm’in tutumu da bu siyasal İslam, şeriat tartışmalarına katkı sağlayacaktır. 1979 İran İslam Devrimi ile yükselişe geçen siyasal İslamcılar, şeriatçılar, kısa zaman içinde kendilerini Şaha karşı destekleyen özellikle Komünistlere ve diğer muhaliflere adeta soykırım uygulanması İslam Devriminin rengini belli etti. Tipik bir şeriat devleti olan İran bu özelliğini gelinen noktada biçimsel değişikliklerle devam ettirmektedir. Ama zaten tarihsel olarak güçlü bir muhalif hareket olan komünistlerin ve diğer muhaliflerin varlığı özellikle genç bir kadının saçının az bir kısmının açık olması nedeniyle ahlak polisi tarafından katledilmesi sonucu ülke çapına yayılan ve aylarca devam eden isyan egemenlerin kabusu olarak şeriatçı kapitalist sistemin önemli bir yara almasına yol açtı.

Süreçte siyasal İslam’ın klasik yanı küresel çapta önemli bir düzeyde düşüşe geçti. Bu noktada özellikle klasik Kuran yanlıları içtihat kapısı kapandı derken, nesnel olarak bu yanlış ve arkaik duruma karşı alternatif olarak dinde reform hareketleri ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan dışardan başat olanları Afgani ve Muhammed İkbal bütünsel bir Kuran’da reform hareketi başlattılar. Türkiye’de ise reform hareketlerin öncülüğünü aralarında farklılıklarda olsa İhsan Eliaçık ve Yaşar Nuri yaptılar ve bir dönem etkili oldular. Özellikle Anti-Kapitalist Müslümanlar sol-sosyalistlerle özellikte Gezi’de birlikte oldular. Ama süreçte bu reformcu hareketler küresel çapta ve Türkiye’de düşüşe geçerek adeta sönümlendi. Bu hareketlerin Kuran’da reform başlatsalar da reform tezlerini Kuran meali üzerinde yaptıkları yani ondan radikal kopuşları olmadığı için gerileme kaçınılmaz oldu. Bir de buna özellikle AKP’nin son dönemindeki cemaat ve tarikatlara desteği ve bu bunların her türden kirlilikle anılır olmaları ( Özellikle küçük çocuklara taciz, tecavüz ve küçük yaşta evlilikler gibi ) ateizm ve deizminin yükselişte olması klasik ve refomcuların özellikle gençler arasında etkinliğini düşürdü.

Gelinen noktada özellikle AKP’nin kendi siyasi çizgisinin de gereği olarak Diyanet’i isteği gibi kullanıp maniple etmesiyle, Diyanet’inde bu destekle yayımladığı fetvalarla pahalılığı bile Allaha bağlamaları seküler kesimde tepkiye yol açarken, İslamcı kesimin kemikleşmesine önemli katlı sağladı. Ama bu durum seküler ve İslamcı kesimlerde açık veya örtük bir şekilde doğal seyir olarak düşmanlık yarattı. Bu arada devlet kurumlarında örgütlenme olarak güçlenen cemaat ve tarikatların faaliyetleri hız kesmeden devam etmektedir. 30 a yakın olan bu yapılanmalardan etkin olan bazıları devlet içinde de ağırlıklarını göstermektedir. İsimleri ve konumları değişik ve farklı da olsa özünde ( Haksızlık yapmayalım diye bir iki istisna olabilir diyoruz ) aynı olan bu yapılar ekonomik çıkar doğrultusunda servetlerini katlayarak holdingleşmişlerdir. Yolsuzluk, rüşvet, tecavüz ve taciz olaylarıyla kirliliklerini ekstra olarak katlamışlardır.

Dolayısıyla bu cemaat ve tarikatlar bir analoji yaparsak adeta patron ve işçi, emekçi gibi hiyerarşik bir dizayn içindedirler. Yani yukarda patron gibi şeyhlerin egemenliği, aşağıda işçi, emekçi gibi müritler. Şeyhlerin her dediğini yapan ( Son günlerde günler de örneğin et yenmeyecek diyen şeyhin bu talebi müritler tarafından anında yerine getiriliyor ) ona koşulsuz biat eden milyonlarca yoksul, işçi ve emekçi müritlerin varlığı bu yapıların kirliliği yanına çürümüşlüğü de ekliyor. Bu noktada normalde ve istem olarak bu cemaat ve tarikatların kapatılmasını ve bu şeyhlerin ve yakın çevresinin ceza almalarına en çok sevinenler Devrimci Marksistler olacaktır. Ama bu noktada nesnel zorunluluk olarak Devrimci Marksistler olaya gerçekçi temelde yaklaştıkları için bu kapatma olayının sonuçta getirdikleri ile götürdüklerini karşılaştırdıklarında götürdüklerinin başat olarak daha fazla olduklarını somut olarak görmüşlerdir.

Açıktır ki 1920 lerde Cumhuriyetle birlikte kapatılan bu cemaat ve tarikatlar ne ortadan kalkmışlar, ne güçsüzleşmişlerdir. Süreçte ve gelinen noktada nicel ve nitelik olarak daha da güçlenmişlerdir. Dolayısıyla kapitalizmin zemini var olduğu sürece bu cemaat ve tarikatların mahreçleri kapatılmayacağı ve ortadan kalkmayacağı için kendilerini daha güçlenerek yeniden üretmeleri sürekli mümkün olmuştur. Dolayısıyla bu yapılanmaların suçlu olan özellikle seyhleri ve üst düzey yöneticilerini cezalandırmak doğru olsa da kapatılmaları bu yapılanmaları daha güçlendirdiği somut olarak görüldüğü için yanlış olacaktır. Çünkü din bir afyonken aynı zamanda kalpsiz dünyanın kalbi olarak sosyolojik de bir doktrindir. Bu anlamda kapitalizm içinde radikal ve kalıcı çözüm mümkün olmadığı için siyasal İslam ve şeriatın mahreçlerinin ortadan kalkacağı tek toplumsal sistem komünizm olduğu için bu yapılar komünizmde zemin bulamayacaklar ve ancak inanç ve sosyolojik boyutlarda varlıklarını devam ettireceklerdir. Geçiş aşamalarında bu inanç ve sosyolojik boyut bütünsel çıkar olarak siyasal din-İslam’a dönüşürse kapatılmaları bu yapıları güçlendirmeyecek tersine güçlenme zeminleri olmadığı için sönümlenip, ortadan kalkacaklardır. Elbette bu süreç mühendislik faaliyeti olmayacak, diyalektik bir süreç olacaktır.

Gelinen noktada siyasal İslam ve şeriatçı partilerin, cemaat ve tarikatların palazlanmaları ve devlet içi ve dışı örgütlülükleri devam ediyor. Özellikle Nakşibendiliğin bir kolu olan Menzilin devlet içi ve dışı güçlenmesi devlet-iktidar desteği ile devam ediyor. Dolayısıyla kapitalizm zemininde FETÖ ‘nün etkinliği bütünüyle ortadan kalkmasa da, FETÖ’nün boşluğunu ( tabiat boşluk kaldırmaz misali ) başat olarak Menzil tarikatı doldurmaktadır. Komünistlere düşman olan bu yapılanmaların varlığı ve güçlenmesine karşı dikkatli ve geriletmek için bütünsel mücadele ve yapılar hakkında bütünsel bilgi sahibi olmak anlamında izlemek de önemli olacaktır.

Son günlerde Menzil Cemaati lideri Abdülbaki Erol’un ölümü, Türkiye’de dini örgütlenmelerin toplumsal ve siyasi gücünü bir kez daha gösterdi ve yoğun bir tartışma başlattı. Erol ilgili siyasilerin paylaştığı övgü dolu mesajlar, THY’nin Adıyaman’da ki cenazeye katılmak isteyenler için ek seferler koyması ve düzenlenen kalabalık cenaze töreni, Cemaatin sanılanın ötesinde bir etkinliğe sahip olduğunu somut olarak gösterdi.

Elbette Menzil’in bu kadar güçlenmesinde, iktidarıyla, muhalefetiyle , Türkiye’deki “devlet aklının” yadsınamaz bir rolü var. Özellikle 12 Eylül sonrası solun güçlenmesine karşı toplumun doğal bileşeni haline getirilen cemaatler, kitleleri uysallaştırma ve hizaya sokmada devletin kamusal alandaki partnerleri oldu. AKP döneminde işler daha da gelişti ve karanlık bir dönem egemen oldu. Dolayısıyla Menzil klasik bir cemaatten daha fazlası. Devletle iş tutan, kayrılan, kamuda kadrolaşan , toplumsal zeminde dokunulmaz kılınan ve ekonomik imtiyazlarla palazlandırılan bir yapıdır.

Cemaatin merkezi , Adıyaman’ın Kahta İlçesindeki Menzil köyü. Menzil köyün bir yerinde örgütlenmiyor, köy tamamıyla Menzil’in kontrolü altında. Her işletmeyi Menzil işletiyor, her köşeyi Menzil’ciler tutuyor. Köylerin bir çoğunda sağlık kuruluşu, ortaokul, kanalizasyon şebekesi, sosyal tesis, asfalt yollar, kitapevi ,PTT, berber, kasap yokken Menzil’de bu imkanların tümü mevcut. Bugün Menzil Cemaatinin tabanının 700 bin ile 1,5 milyon arasında olduğu varsayılıyor.

Bu konumu ile Menzil köyü bir merkez üssü. Tüm bunların ötesinde Menzil Cemaati sağlıktan turizme, medyadan eğitime, ticaretten dernekçiliğe kadar pek çok alanda faaliyet gösteren çok boyutlu bir yapılanma. Cemaatin hastaneleri, turizm şirketleri, otelleri, medya organları, okulları ve dernekleri var.

Sonuçta ahtapot gibi yayılan Menzil benzeri Cemaatlerin siyasal İslam ve şeriatçı örgütlenmelerin ideolojik ve siyasi çizgisi olan İslam-Türk tezleri ile ortaklaşan ırkçı-faşist Türk-İslam tezlerinin çevresinde örgütlenen bu yapıların toplumsal ve siyasal muhalefete karşı saldırganlığını önlemek ve geriletmek için kapitalizm içinde de verilecek olan toplumsal ve siyasal muhalefetin birleşik ve ortak mücadelesi önemli ve başarılı olacaktır.

Bu bölüme kapitalist ekonominin güncel gelişmelerinin değerlendirmesi ile devam ediyoruz.

Son ÖTV zamları ve vergiler sonucu işçi emekçilerin ekmekleri biraz daha küçülmüş, hayat standartları biraz daha aşağılara çekilmiştir. Bu noktada özellikle bu zamlara geniş halk katmanları olarak yalnızca “Erdoğan zamları” demek gereklidir, ama yeterli değildir. Dolayısıyla bu zamları ve vergileri yasal mevzuat çerçevesinde uygulayan iktidar olsa da bu zamları yapanların sermaye-burjuvazi olduğu açıktır. Ücret, fiyat, kâr sarmalının dengeleri ile yapılan bu zamlar yukardan aşağıya tekellerin fiyat belirlemeleri ile başlar aşağılara doğru ticaret, tarım, hizmet sermayesi ve komisyoncuların kâr paylaşımı ile devam eder. Dolayısıyla bu zamların ve enflasyon-pahalılığın neden ve sonucu kapitalizmdir. Bu anlamda kapitalizmi temel bileşenleri birlikte var eden özel ve devlet mülkiyeti olarak kapitalist mülkiyet ve işgücü ile birlikte diğer tüm üst yapı kurumları ve kültürel kodların meta olması gerçeği içselleştirilirse, güncel gelişmeler daha net anlaşılır olacaktır.

Kapitalist ekonominin somut güncel gelişmelerine baktığımızda her yeni zamlarda ( Özellikle Benzin ve motorine yapılan zamlar ) emekçiler ekstra yoksullaşmakta ve bir anafor içinde adeta hapsedilmiş durumdadırlar. Son zamlar olarak motorin ve benzine 6 şar ( Bu aşamada ve şimdilik benzine 2 TL daha zam geldi ve fiyat 36 TL oldu), oto gaza 4 TL yansıyan ÖTV zamları adeta iğneden ipliğe zam furyasını başlattı. İlk zamlar ekmek ve ulaşımla başladı. Ekmek geniş emekçi kitlesi için geçim kaynağı olarak bir semboldür. Bu nedenle ne zaman ki emekçilerin geçim koşullarını zorlaştıracak bir durumla karşılaşılsa “ Ekmeğimize el uzatıldı” veya “ Ekmeğimiz küçüldü” denir. Bu sefer sembolik anlamının ötesine geçerek halkın sofrasında zorunlu ihtiyaç maddelerinin açık ara ilk sırasındaki ekmeğe fahiş zamlarla el uzatıldı ve ekmekler küçültüldü.

Bir çok kentte 210- 220 gramlık ekmeğin fiyatı 5-5,5 TL den 7-7,5 TL ye çıkarıldı. Türkiye Ekmek Üreticileri Federasyonu Başkanı önceki gün yaptığı yazılı açıklama ile ekmeğin fırıncılara maliyetinin 10 TL yi geçtiğini, dolayısıyla ekmeğin 12 TL den satılması gerektiğini söyleterek , 7-7,5 TL lik ekmek fiyatlarının “yetersiz” ve “geçici” olduğunu önümüzdeki dönemde ekmeğin 12 TL ye çıkacağını söyledi. Ayrıca Halk Ekmeğe de zam yapıldığını belirtelim.

Ulaşıma ilk zam tepkisi ise taksiciler ve toplu taşıma konusunda büyük güçlüklerle karşılaşan olan büyükşehir belediyelerinden geldi. İstanbul ve Ankara’da taksiciler kısmi bir “kontak kapatma” ile tepki gösterdi. İstanbul ve Eskişehir’de büyükşehir belediye başkanları, hiç olmazsa toplu taşımada kullanılan motorinin ÖTV ve KDV den muaf tutulmasını isterken, çiftçi temsilcileri de motorin için aynı talebi dile getirdiler.

Diğer gelişmeler olarak bir kaç somut veri paylaştığımızda kapitalizmin yıkım uygulamaları daha netleşmiş olacaktır. Güncellenen veriler olarak baktığımızda gelinen noktada 50 milyonu aşan yoksulluk sınırında, 30 milyonu aşan açlık sınırında insan geriye kalanın bir avuçtan az olması bir ironi değil gerçektir. Bir illüzyon ve manipülasyon durumu da en düşük emekli aylığının ne kadar olduğu konusunda yasal olarak bilgi vermesi gereken SSK bugüne kadar bilgi vermezken, tepkilerin devam etmesi sonucu zorunlu açıklama yaptı. En düşük emekli aylığı Haziran 2022 1.869, Temmuz 2023’te ise 4 bin 300 TL dir diyerek resmi açıklama yaptılar.. Bu da gösteriyor ki bugüne kadar neden konuyu gizledikleri ve bilgi vermedikleri en düşük emekli maaşlarının 7 bin 500 olmadığının anlaşılmasındandır. Yine bir güncellenen veriye baktığımızda yıkımın boyutlarını daha açık ve net görürüz. Sarayın günlük masrafı 14 milyon 694 bin ve korumalara ödenen günlük tutar ise 10 milyonu aşmış durumdadır. Yorumsuz, ne diyelim sözün bittiği yer.

Bu arada Ek bütçe 1 trilyon 119 milyon olarak bağıtlandı. Ek bütçenin kimlerden yana olduğu , kimin için çıkarıldığı belli oldu. Ek bütçeyle kapitalistlerin enerji maliyetlerinin karşılanacağı söyleniyor. Ayrıca sermayenin hastane teşviklerinin ve kredi faizlerinin de ödeneceği belirtiliyor. Böylece emekçiler ana bütçeden bir şey alamadıkları gibi, ek bütçeden de bir şey alamayacaklar. Üstüne bir de sermayenin bu ödemelerini artık değer ve vergilerle karşılayacaklardır.

Elbette kapitalizmin bu yıkım uygulama ve politikaları belirli bir program çerçevesine gündeme getirilip hayata geçmektedir. Nebati’nin yerine bir okumuşu olarak gelen Şimşek bütün aldığı tedbirlerde sermaye-burjuvaziyi korur ve onun önündeki engelleri kaldırırken, Şimşek için işçi ve emekçiler adeta yok hükmündedir. Şimşek’in uyguladığı yapısal uyum ve mali disiplin programında kamu harcamalarının kısılacağı ( Bu uygulama ücret-gelirlerin alım gücü anlamında daha da düşeceği demektir ) ve tasarruf tedbirlerinin artırılacağı belirtilmiştir. ( Önceki tasarruftan uzak uygulamaları bir yana bırakalım, son uygulama olarak Körfez çıkarmasına 200 kişinin gitmesi ultra tasarruf olmuştur)

SONUÇ YERİNE

Kapitalizmin yarattığı yıkım, med-cezir hali hemen her cephede yoğun şekilde devam ediyor. Yani sağ ve sol cephelerde farklı muhtevalarda da olsa bazen açık bazen örtük tartışmalar sonlanmadığı gibi yer yer daha da hızlanmıştır. Kapitalizmin yapısal kriz-çöküş uygulamalarından meydana gelen yükün giderek ağırlaşması sonucu, kapitalizmin emekçilere kırıntıları bile vermekte cimri olduğu koşullarda özellikle sol-sosyalistlerin yeni alternatif ve arayış içinde olmaları doğal ve anlaşılır olmuştur.

Marksizm içinde her türden alternatif ve çözüm bulmak biraz çabayla mümkünken, kolayına kaçıp kapitalizm içinde çözüm aramak veya reformize savrulmanın çözüm olmadığını, tersine yeniden çözümsüzlük ürettiklerini gördüklerinde alternatif, çözüm ve yeni arayış çerçevesinde Marksizm’e yeniden dönüş yapanlar olmuştur. Bu noktada çözülmesi gereken temel sorun Marksizm’in bütününe vakıf olmak ve eklektizmden kopmaktır.

Gelinen noktada sağ entelektüellerinin yer yer de sol entelektüellerin niyetlerden bağımsız manipüle ettikleri bilgi-bilişim çağı, sibernetik dönem, Sanayi 4.0, yapay zeka, robotların egemenliği ile Marksizm’in tezlerinin eskidiği, arkaik kaldığı, miadının dolduğu gibi tezleri üretenlerin gelinen noktada maddi gerçeklik ile kendi tezlerinin yanlışlandığı ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte bu tezler Marksizm gibi eski değil, kısa bir dönem içinde yanlışlanır olmuştur. Bu noktada kapitalizmin kirliliği, çürümüşlüğü, vahşiliği, geberen olması, modern barbarlığı muhafazakarlığı karşısında, Devrimci Marksizm’in ve komünizmin tek diyalektik alternatif olarak devrimciliği olmuştur.

Yanlış olan teknolojinin ortaya çıkardığı yenileşme, değişme, gelişme değil, bunlarla birlikte Marksizm’in tezlerinin yanlışlanır olduğu tespitleridir. Elbette dogmatik anlayışın her durumda karşısında olan Marksizm, dijital tezlerle yanlışlanır ve miadını doldurursa Devrimci Marksizm hemen düzeltir, zafiyete düşmeden diyalektik olarak yoluna devam eder. Ama teknolojinin dijital dönemi gerçek olsa da Marksizmin kapitalizm ve komünizm konusundaki tezleri ortadan kalkmadığı gibi bugün daha önemli ve ihtiyaç haline gelmiştir. Gerçekleşmiş olan ise klasik kapitalizm-sermaye-burjuvazi ile birlikte dijital kapitalizm-sermaye- burjuvazinin varlığının görünür olmasıdır.

Dijital kapitalizmin ideologlarının tezlerinin ne olduğuna bir kez daha önemli noktalarıyla baktığımızda eskiyen, miadını dolduran tezlerin Marksizm’in tezleri olmadığı görülecektir.

1960 ların en popüler tartışması Daniel Bell’in İdeolojilerin Sonu çalışması oldu. Bell ideolojiyi seküler bir din olarak değerlendirip, geliştirdiği teze göre zenginliğin kaynağının maddi emek değil , bilgi olduğunu, yani Marksist emek-değer teorisi yerine , bilgi- değer kuramını önererek tarihsel olarak böyle bir döneme girildiğini belirtti.

Andre Gorz’un Elveda Proletarya adlı çalışması 1980 lerin başında yoğun tartışmalar yarattı. Gorz proletaryanın kendisini sermayeyle özdeşleştirdiğini, ayrıcalıklı bir azınlığa dönüştüğünü ve toplumsal dönüşüm sağlama yeteneğini kaybettiğini yazdı.

1980 lerin sonunda E. Laclau ve C. Mouffe Radikal Demokrasi tezleriyle dikkati çektiler. Tek ve bütüncül özneyle ya da işçi sınıfının merkezde olduğu bir pratikte yeni bir sosyalist projenin gerçekleşmeyeceğini, ancak farklılıkların yarattığı sosyal hareketlerin, kültürel ve mikro mücadeleleriyle radikal demokrasinin inşa edilebileceğini ileri sürdüler.

Otonomist Marksist A. Negri ve M.Hardt 2000’in yılların başında İmparatorluk ve Çokluk adlı çalışmalarıyla ciddi bir tartışma başlattılar. İmparatorluk çağında sınıf mücadelesinin ve emek-değer teorisinin geçersizleştiğini belirtip, maddi olmayan emek üzerinden çoklu özne kavramını geliştirdiler. Dijitalleşmenin sınıf bileşimi ve değer üretimde radikal değişiklere yol açtığını artı-değerin kârın kaynağı olmaktan çıktığını ve sermaye sahibinin asıl birikiminin kârdan değil, ranttan elde ettiğini yazdılar.

Yapı- Özne ilişkisi, diyalektiği üzerine ağırlıkta tek boyutlu yorumları içeren bu tartışmaları aktüel olarak sanayi 4.0 ve yapay zeka tartışmaları izliyor.

Sonuçta Marksizm güncellendiğinde işçi sınıfının değişen, yenilenen, gelişen durumuna göre, mavi yakalı, gri yakalı, beyaz yakalı olarak küçülmediğini tersine daha da büyüdüğü koşullarda, proletarya devrimi ve komünizmin komünü ve kültür egemen komünizm diyalektik olarak tek alternatif ve çözüm olmaya devam ediyor.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.