Bürokratik Devlet Kapitalizmini doğru anlamak ve kavramak için bütünlüklü ( Holistike ) bir analiz ve analitiğe ihtiyaç olduğundan Devrimci Marksizm referansıyla ve diyalektik saiklerle süreci değerlendirmek istiyoruz.
Kapitalizm- emperyalizmin , hastaneleri, pazar yerlerini bile bombalayarak binlerce çocuk ve sivilin katledilmesi şeklinde savaş üreterek kirliliği ve karanlığı, çürümesi, vahşeti devam ederken bu yıkımın tek kalıcı çözümü sosyalizm-komünizm olduğu için bu tartışmalara katkı olacak konuların değerlendirmesine devam ediyoruz.
Bu yıllar ( 1917-1929 ) arasındaki tüm gelişmelerin değerlendirilmesi diyalektik yöntemin tüm özelliklerini taşımaktadır. Yani dönemlerin ve olayların iç içe geçmesi, bir dönem bitmeden diğerinin başlaması, tedrici, yavaş gelişme, patlama ve hızlı gelişmelerin yaşanması, homojen ve heterojen süreçlerin varlığı, nesnel, öznel süreçlerin varlığı vb. gibi durumların yaşanması hem dönemin karmaşık ve kaosunu göstermekte hem de Bürokratik Devlet Kapitalizmi teorisini kavrama ve kabullenmenin zorluklarını fazlasıyla göstermektedir. Çünkü bu teorinin kabullenmesi ezberlerin bozulması ve tabuların yıkılmasını getireceği için, aynı zamanda kendi sonuçlarından ve korkularından arınma yani cesaret işidir. Ayrıca yıllardır egemen olan teorik, politik, örgütsel-pratik, kültürel arka plandaki yanlış ve dogmaların aşılamamasıdır. Ayrıca kitap haline getirilen konunun tüm yönlerini kapsayan tek teoridir. Bu teorinin anlaşılması, içselleştirilmesi kendi otantiği içinde başat olduğu için yalnız Marksizm’in klasik eserlerini temel almanın yeterli olmayacağını, bu dönemin analiz ve analitiğine katkı sağlayacak tüm eserlerinde ele alınması doğru olacaktır. Bürokratik Devlet Kapitalizmi teorisinin kavranması ve kabullenmesi meşakkatli, ince ve titiz bir çabayı gerektirir ama konuya vakıf olunduktan sonra dünyanın yorumu ve değiştirmesi için her kişi ve çevreye önemli derecede açılım ve öngörü sunacaktır.
Uzun yıllardır sosyalistler yenilgiler, açmazlar, kaos yaşamaktalar başka bir ifade ile ciddi bir bunalım içindedirler. Bu bunalım sosyalizm-komünizmin bunalımı değil, sosyalistler-komünistlerin kendi iç bunalımlarıdır. Böyle bir durumdan çıkmak veya böyle bir durumu aşmak için, var olan ve yaşamaya devam eden, kendini yeni versiyonlar ve yeniden üreten duruma doğru teşhis koymak gerekli ama yeterli değildir. Yeterlilik aynı zamanda gerçekçi ve doğru analitik önermeler üretmekten geçmektedir. Eğer var olan bunalımın nedenlerini yalnız kişilere veya liderliklere, örgütsel eksikliklere, teorik-politik yetersizliklere, devletin baskı ve şiddetine, 12 Eylülün yıkımına vb. bağlarsak üreteceğimiz analitik önermeler bütüncül ve gerçek sonuçlara ulaşamaz. Elbette bu konuların bunalımın oluşmasına etkileri olsa da var olan fenomeni açıklamaya, değiştirmeye ve dönüştürmeye yeterli olmadığını kavramalıyız.
Dolayısıyla bunalımın gerçek nedenleri 1929 ile başlayan Bürokratik Devlet Kapitalizmi sürecinin diyalektik saiklerle 1989 Doğu Avrupa ve 1991 Sovyetlerin yıkılması sonucudur. Bu sonuç 1905 Devrimi yenilgisi gibi sosyalistleri alt-üst etmiş, med-cezir yaratmış ve yeni yol arayışlarına sevk etmiştir.
Ayrıca bir kesim sosyalist devrimci-sosyalist ilkelerden adeta öcü gibi korkup uzaklaşarak, reformizmin denizine balıklama atlamışlar, Marksizm’in yaşayan gerçekliği ve dinamizmi içinde her sorunun ve konunun nedenlerini ve çözümlerini bulup ortaya çıkarmak mümkünken işin kolayına kaçarak yarı-gönüllü bir tutumla Marksizm’de kopmuşlardır. İşte bu bunalımı aşmak içinde Bürokratik Devlet Kapitalizmi teorisine önemli ölçüde ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
EKİM DEVRİMİ VE GELİŞEN SÜREÇLER
Ekim Devrimi geçerken yığınların acil ve demokratik sorunları olan barış sorunu, toprak sorunu, ulusal sorun ve hükümet sorununu çok kısa zaman da derhal ele alıp çözdü. Adil ve demokratik, ilhaksız, tazminatsız, bir barış ileri sürülüyordu. Ateşkes girişimlerine rağmen savaş, emperyalist Almanya'nın böyle bir barışa yanaşmaması nedeniyle Şubat 1918’de Brest-Litovsk anlaşmasına kadar sürdü. Toprak sorununda ise toprakta özel mülkiyet kaldırılıp topraklar ulusallaştırılıyor, toprak beylerinin toprakları tazminatsız ellerinden alınıyor, toprağın alım, satım, kiralanması, ücretli emek çalıştırılması yasaklanarak topraklar işleyenin kullanımına veriliyordu. Bu uygulamalar demokratik karakterli uygulamalardı. Var olan koşullarda belki sosyalizme ilerlemek için en uygun önemli, ama sosyalist bir uygulama değildi.
Hükümet ise Bütün Rusya Sovyetler Kongresi ve onu Merkez Yürütme Komitesi otoritesi altında kurulan Halk Komiserleri Kuruluyla geçici bir organ olan bu kurum 1918’de Kurucu Meclisin dağıtılması ile kalıcı hale geldi.
Yine Ekim Devrimi, Halklar Hapishanesi diye nitelenen ulusal sorunu da çözdü. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanırken, kendisini de işçi sınıfının egemenliği kazandığı ulusların, uluslararası birliğinin ifadesi olarak görüyordu. Bu çerçevede Finlandiya’nın bağımsızlığı tanındı. Daha sonra süreç, eski çarlık Rusya toprakları üzerindeki Sovyet Cumhuriyetlerinin 1922 sonunda, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği biçiminde birleştirmesine vardı.
Barış sorunu, toprak sorunu, ulusal sorun demokratik sorunlardı, Ekim Devriminin geçerken çözdüğü sorunlardır. Ona sosyalist devrim karakterini veren ise, sınıfsal bileşimin yanı sıra sosyalizm hedefli olmasıydı, ayrıca bütün ülkelerde sosyalizmin zaferini elde etmeyi temel hedef olarak alıyordu.
Ayrıca burjuvazinin siyasi mülksüzleştirilmesi ile birlikte ekonomik mülksüzleştirmeye de hızlı bir şekilde başladılar. Bu uygulamayı önce işçi denetimi ile yaptılar. Daha sonra patronlar, yöneticiler, uzmanlar Sovyet rejimine karşı direnişe geçip proletarya iktidarını zayıflatmak, sarsmak için üretimi durdurmaya, sabotajlara girişince bu direnişi yenebilmek iktidarlarını savunabilmek için fabrikalara üretim araçlarına el koydular.
İşçi kontrolünü ve mülksüzleştirmeleri gerçekleştirenler, fabrika komiteleri örgütlenmeleriydi. Fabrika komiteleri, Ekim Devriminden sonra Kasım 1917 kararnamesiyle işçi kontrolü ile görevlendirildiler. Patronların sabotajları üzerine de fabrikalarda eylemleri gerçekleştirdiler.
Bu uygulamalar pratik ve yasal olarak şöyle hayata geçti. Rus bankalarının tümü 14 Aralık günü bir kararname ile devletleştirildi, ama bu karar banka yöneticilerinin sistemli bozgunculuk çabaları yüzünden ve bu baltalama işlemlerini durdurmak gerekçesiyle alındı. Yüz kadar işletme böylece devletleştirildi. Ayrıca sosyal sigortalara, iş mevzuatına, kadının eşitliğine, bütün unvanların ve sınıf ayrılıklarının ayarlanmasına ilişkin birçok kararnameler de bu arada sayılabilir. Bu sonuncu tedbiri ele alacak olursak halk komiserlerinin aylığı 500 ruble oldu ve kendilerine her çocuk için 100 ruble zam verildi. Böylece onlarda kalifiye bir işçinin aylığı kadar aylık alır oldular. Medeni nikah yürürlüğe kondu, evlilik dışı doğan çocuklara da meşru doğan çocuklara tanınan haklar tanındı. Kilise ve devletin birbirinden ayrı olduğu ilan edildi, Yine 8 saatlik işgünü, haftada 48 saat çalışma, 14 yaşındaki çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, kadın ve gençlerin çalıştırılmasının sınırlandırılmaları kabul edildi. Bu tedbirlerin hayata geçmesinde nesnel ve öznel bir dizi etmenin varlığı bazı eksikleri, zorlukları, meydana getirdi. Bunlar içinde önemli bir unsur silahlı kuvvetlerdir. Troçki’nin saptadığı gibi “ Ordu toplumun bir kopyasıdır ve çoğu zaman toplumdaki hastalıkların aynısını daha yüksek ateşle çeker “ söylemi önemlidir. Bu kurumun varlığı sistemin varlığı ve sürekliliği için önemli olduğundan Halk Milislerinin kurulması, Rusya Sosyal Demokrat Partisinin 1903 programının 12. maddesinde talep edilmiştir. Buna uygun olarak, Bolşevik önderler iktidara geldiklerinde ilk eylemlerinden biri içinde şu maddelerin bulunduğu bir kararname yayınlamak olmuştur.
-1- Her ordu birimi ve birimler toplamı içinde tüm iktidar, asker komite ve Sovyetlerin elinde olacaktır.
-2- Ordu komutanları için seçim ilkesi uygulanacaktır. Alay komutanına kadar tüm komutanlar ( çeşitli birimler tarafından ) genel oy ile seçilecektir.
Genelkurmay Başkanı dahil olmak üzere, alay komutanlarından yukarı doğru tüm komutanlar ( komutanlığını yapacakları ) ordu birimlerinin komitelerinin kongrelerinde seçilecektir.
Ertesi gün yeni bir kararname ile şunlar eklenmiştir. Her türlü eşitsizliğin derhal ve kararlı bir şekilde kaldırılmasını amaçlayan devrimci halkın talebini yerine getirmek üzere Halk Komiserliği Konseyi şu kararları almıştır.
-a- Onbaşıdan generale kadar bütün rütbe ve unvanların kaldırılması.
-b- Çeşitli rütbe ve unvanlara ilişkin her ayrıcalık ve işaretin kaldırılması.
-c- Her türlü selam verme zorunluluğunun kaldırılması.
-d- Her türlü madalya, nişan ve diğer liyakat işaretlerinin kaldırılması.
-e- Tüm subay örgütlerinin kaldırılması.
-f- Ordu içinde emir erliğinin kaldırılması.
Ancak Bolşeviklerin orduyu gerçekten demokratikleşme, onu halk milislerine çevirme arzuları nesnel gerçeklik karşısında büyük güçlüklerle karşılaştı.
Ekim Devrimini izleyen ilk günlerde devrimci silahı güçler küçük gönüllü gruplarda oluşmaktaydı. Halk kitleleri savaştan bıkmış, usanmış durumdaydı. Bu nedenle, yeni devrimci silahlı güçlere gönüllü olarak yazılmaya hazır değillerdi. Büyük yabancı güçlerin desteklediği Beyaz Ordular tehlikesine karşı durabilmek Bolşevikler gönüllülük ilkesini zorunlu askerliğe çevirmek zorunda kaldılar. Ayrıca deneyimli komutanlardan yoksun oldukları için eski çarlık ordusundan on binlerce subaya görev vermek zorunda kaldılar. Bu ordu komutanlarının seçilmesi ilkesinin terk edilmesini gerekli kıldı, üniforma giymiş işçi ve köylülerin eski düzeninin temsilcileri olarak görüp nefret ettikleri subayları başlarına komutan olarak seçmeleri beklenemezdi, Savaşın gerekleri yerel temelde kurulmuş bir ordu oluşturma ( Yani halkları silahlandırma ) idealini de terk edilmesini ve ordunun tekrar kışlalara sokulmasını gerektirdi.
Bolşevik önderler bu önlemlerin sosyalist programdan sapma anlamına geldiğini bir an olsun yadsımadılar. Savaş Halk Komiseri Troçki bir polemik sırasında “ Komünist Partisi üç renkli kışlanın yerine kızıl kışlanın konulması için iktidara gelmediklerini söyledi “ Bolşevikler sık, sık mümkün olan en kısa zamanda milis sistemini başlatma niyetlerini tekrarladılar.
Dokuzuncu Parti Kongresi ise bu niyeti somutlaştırmak üzere düzenli ordunun yanı sıra işçi milisleri birimlerini kurulmasına başlanması kararını aldı, bunların düzenli ordunun tamamen yerini almalarına kadar yavaş, yavaş geliştirilmesi umuluyordu. Ancak bu karar hiçbir zaman hayata geçmedi. Halk milisleri oluşturma yolunda her plan, Rusya’nın üretici güçlerinin geriliği, halkın kültür düzeyinin düşüklüğü, proletarya nüfusunun çok küçük bir azınlık olması gibi nesnel gerçekler tarafından engellendi.
Üretici güçlerin geriliği be bununla bağlantılı olarak ülkenin köylü karakteri ( düzenli silahlı kuvvetlerle doğal olarak bir arada bulunması mümkün olmayan demokrasi ve eşitlikçiliğin bir çok unsuru Kızıl Ordu içinde inşa edilmiş olsa da ) Kızıl Orduyu milis değil, düzenli bir ordu haline getirmekte iki belirleyici etken oldular.
Başlangıçtan itibaren Bolşevikler, tüm atanmış subayların yerine askerlerce seçilmiş subaylara bırakması konusunda önceleri yürütmüş oldukları ajitasyonla çelişmek pahasına, eski çarlık subaylarına görev vermeyi kaçınılmaz bir zorunluluk olarak gördüler. Deneyimli komutanlar olmaksızın Beyaz Ordulara karşı savaşı sürdürebilmek olanaksızdı ve seçim askerlere bırakılmış olsaydı eski çarlık subaylarının seçilemeyeceği de açıktı.
Eski çarlık subaylarının proletarya kökenli komutanlar üzerinde nüfus kazanması çok sürmedi. Komutanlar, siyasi komiserler ve Kızıl Ordu içinde otoriteye sahip olan şahıslar mevkilerini kendilerine çıkar sağlama yolunda kullanmaya başladılar.
Bütün suiistimallere rağmen her halükarda Bolşevik Partinin hücreler biçiminde ordu içinde yayılmış olması, devrimci coşku ve asker kitlesinin özverisi ve başında Troçki’nin varlığı, Kızıl Ordunun proleter karakterini iç savaş boyunca ayakta kalmasını güvence altına almaktaydı.
1923’de bürokrasinin kazandığı kısmi zaferle subaylar arasında birliklere karşı kibirli ve diktatörce tavırlar istisna olmaktan çıkıp kural haline geldi. Ordu içi parti hücrelerinde kilit mevkiler derece, derece komutanların eline geçmekteydi. Öyle ki ordunun siyasi dairesi 1926’da parti aygıtı içindeki tüm mevkilerden üçte ikisinin komutanların elinde olduğunu belirtiyordu. Başka bir deyişle subaylar, askerleri subaylara karşı savunması beklenen siyasi önderler konumuna gelmişlerdi.
Buna rağmen, henüz tümüyle bağımsız bir subay kastı oluşmuş değildi. Değildi çünkü komutanların yaşam koşulları oldukça zorluydu ve askerlerinkinden farklı değildi.
Kızıl Ordu komutanlarından biri bu konuda şu olguları aktarıyor, 1924’ te bir ordu komutanın aylık maaşı aşağı yukarı iyi durumdaki bir metal işçisinin ücretine tekabül eden 150 ruble idi. Bu miktar parti ücret tavanından, yani o günlerde bir parti üyesinin alabileceği en yüksek aylık ücretten 25 ruble daha düşüktü, subay ordu evi yoktu. Subayların ve erlerin yemekleri aynı mutfakta hazırlanıyordu.
O günlerde subaylar görev zamanları dışında rütbe ve nişanlarını ender olarak takıyorlar ve görev sırasında bile çoğu kez rütbelerini bir yana bırakıyorlardı. Bu dönemde Kızıl Ordu içinde alt-üst ilişkisi yalnızca askeri bir görevin yerine getirilmesi sırasında geçerliydi ve her halükarda askeri komuta altında olduğu subayı rütbe işaretleri takılı olsa da olmasa da tanıyordu. Erlerin subaylara hizmeti kaldırılmıştı. Bunların dışında askerlerin subaylarını askeri savcılar bürosuna şikayet etme hakları vardı ve bu hakkı gerçekten kullanıyorlardı.
Ayrıca ekonomik inşa sorunları da devam ediyordu. Bu konuda ilk uygulama işçi kontrolüydü, giderek üretimin toplumsallaştırılmasının araçları olan üretim araçlarına el konulması ve üretimin toplumun ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesi kısmi düzeyde hayata geçmeye başladı.
Birbirinden yalıtılmış süreçler olmasa da 1918- 1921 arası iç savaş dönemi başladı. 14 kapitalist, emperyalist ülke içerde de Beyaz Ordular ve Sosyalist Devrimciler ve Menşeviklerin bir kısmının katılmasıyla başlayan bu süreç üretimin askerileştirilmesi hem de yoğun bir devletleştirme ve merkezileştirme ile birlikte hayata geçmeye başladı ve giderek proletarya şekil değiştirmeye başladı. Ekim Devrimini yapmış proleter sınıfın yerini, bilinç düzeyi ve siyasi tarihi farklı bir proletaryaya bıraktı. Çünkü sanayi proletaryasının bilinç düzeyi en ileri kesimleri iç savaşa ilk önce ve ağırlıkla katılanlar oldu. Bunların büyük çoğunluğu iç savaşta öldü.
Şehirdeki açlık sonucu işçiler köylere döndüler. 1917-1921 arası işçilerin sayısı yüzde 60 azaldı. Devrimin olduğu şehirlerde ise şehir nüfusu yüzde 58 azaldı. Petrograd’da Ekim Devrimi öncesi 400 bin işçi varken, bu sayı 1918’de 71,500’e düştü.
İç savaşa katılmayan gençler, öğrenciler ve diğer geri bilinçli köyden yeni gelmiş veya sosyalist politikalara karşı olan işçiler fabrikalarda kaldılar. Daha sonra 1930’larda kolektifleştirme sonucu şehirlere büyük bir göç oldu ve köylü temelli ve daha kısa süre önce Beyaz Ordularla beraber Bolşeviklere karşı savaşmış insanlardan oluşan bir işçi sınıfı doğdu.
Devrimden sonra iç savaşın etkisi ve Marks’ın ve Lenin’in öngördüğü bazı koşullar yaşanmaya başlandı. Açlıkla ve sefaletle boğuşmak durumunda olan işçi sınıfı giderek kötü yaşam koşulları altında karaborsaya, hırsızlığa yöneldi ve en önemlisi bireyler olarak sınırlı kaynaklar üzerinde birbiri ile rekabet etmeye başladı. Küçük burjuva anlayış zaten köylülükle sıkı ilişkilerden dolayı kuvvetli idi ve hızla yaygınlaştı. Sınıf dayanışması zayıfladı. İç savaş sırasında uygulanan disiplinli ve otoriter yönetim ve devrimin saldırısına kadar geliştirilen terör, işçi sınıfı içinde tahribat yarattı ve özgürlüklere , dolayısıyla çıkarları açıkça ifade etme olanaklarını engeller yarattı. İşçi sınıfının en ileri kesimlerinin iç savaşa gitmesi, orada askeri mekanizma içinde yaşaması onlarda bürokratik ve otoriter alışkanlıkları güçlendirdi. Geri döndüklerinde “ kahramanlık,” “ fedakarlık” etmiş olmanın pratiği ile de bu alışkanlıkları toplum üzerinde uygulamaya başladılar.
Marks’ın öngörüsü şuydu, Marks komünizmin ancak egemen hale gelmiş işçi sınıfı tarafından hep birlikte kurulabileceğini söylüyordu. Ama şu tespiti de yapıyordu : “ Bu eylem üretici güçlerin belli bir gelişme düzeyini önkoşul varsayar. Bu olmadığı takdirde komünizm adına sadece yokluk genelleştirilecek ve bunula birlikte ihtiyaçlar için mücadele yine başlayacak, bu da eski toplumun tüm pisliğini yeniden geri getirecekti “ ( Marks-Engels- Bütün Eserler Cilt 5, sayfa 49 )
Lenin ise 1921’de “ Proletaryanın artık deklase olduğunu “, yani sınıf şekillenmesinin bozulmuş olduğunu söylemektedir.
Ayrıca işçi sınıfı sosyo-ekonomik yapısının değişmeye başlaması ile örgütlenmesinde de gerileme oldu. Sovyetlere ilgi azaldı. Sovyet seçimlerine katılım 1923’ de yüzde 35’e kadar düşmüştü.
Bolşevik Partisinin işçi üyelerinin oranı 1917’ de yüzde 60 idi. 1921’de bunların oranı yüzde 41’e düştü. Bunlarda aslında çoğunlukla üretimden kopmuş eski işçiler ve siyasi kariyer kaygısı ile hızla partiye doluşan eski memurlardı. 1922’de Bolşevik Partisinin fabrikalardaki üye sayısı ise fabrikalı işçinin ancak yüzde 15 ‘ine kadar düşmüştü. Fabrika içinde gerçek işçi olan parti üyelerinin sayısı yüzde 8’e kadar gerilemişti.
Bunun yanı sıra diğer bir gelişme daha oldu ve partili üyelerin siyasi tecrübe düzeyi ve profili değişti. 1924- 1928 arasında parti üyelerinin sayısı yüzde 176 arttı. Bunun sonunda 1917 den önce üye olanların oranı yüzde 1,4 düştü. 1928’e gelindiğinde artık bambaşka bir parti vardı. Bunun Bolşevik Partisi ile benzerliği sadece isminde kalmıştı.
Bunun üstüne birde iç savaş sırasında çarlık ordusunun personeli geri çağrıldı. 1918 yılında 2700 çarlık subayı geri geldi. 1920 ‘e gelindiğinde bu tür personelin sayısı 400 bini aşmıştı. Bunun yanı sıra bir de savaş koşullarından dolayı, 25 Ekim 1918’de Kızıl Ordudan seçilmiş parti örgütleri kapatıldılar ve sıkı bir askeri disiplin uygulanmaya başlandı. En ciddi bürokratikleşme en önce ve hızlı şekilde orduda başladı.
Bunlar olurken iç savaşın ardından, 1921’de NEP ( Yeni Ekonomik Politika ) dönemi başladı. Bu kapitalist ilişkilere geçici kaydı ile bir geriye dönüştü. NEP’le birlikte zorla devletleştirmeler son buldu, devlet kontrolü gevşedi ve piyasa mekanizması canlandırıldı. NEP kısa zamanda sonuç verdi ve üretim hızla artarak devrim öncesi düzeye ulaştı.
Lenin’ e göre NEP bir geri dönüştü, bunun Sovyet iktidarını yok etmemesinin tek garantisi ise proletarya diktatörlüğünün varlığı idi, ama iç savaştan beri bununda maddi temelleri hızla yıpranıyordu. Lenin’e göre sendikalar ekonominin planlamasına katılmalı, üretimi kontrol etmeli, ücretleri saptamalı ve devlete karşı işçileri korumalıydı. Yoksa Sovyet iktidarı çökerdi.
Bu yüzden sendikalara özel önem verildi ve hem partinin hem de sendikaların, işçi sınıfını bürokratik dejenerasyona uğramış işçi devletine karşı işçileri koruması için tedbirler alınmaya başlandı. 11. Kongre grev hakkının hiçbir şekilde bastırılamayacağı kararını aldı. Dönem boyunca bürokrasinin işçiler tarafından kontrol edilmesi için örgütlenmeler geliştirilmeye çalışıldı.
Ama bu sırada parti ile devlet iç içe geçmeye başlamıştı. Gerilemekte ve inisiyatifi azalmakta olan işçi sınıfına karşılık parti ister istemez devlet yönetme mekanizmasını hızla devralmaya ve işçi sınıfı adına yönetmeye başladı. Bundan sonra parti giderek daha fazla işçi sınıfı adına davranmak durumunda kaldı. 1919’daki parti kongresi bu durumu tespit ediyor ve uyarıcı kararlar almaya çalışılıyordu.
Partinin hızla devlet ile iç içe geçmesine karşılık, önce eski rejimin bürokratlarına, sonra da teknik elemanlarına geri dönmeleri için izin verildi ve bunlara daha yüksek ücretler ödenmesi kabul edildi. Lenin “ Yüksek ücretin bir çürüme olduğunun inkar edilemeyeceğini “ söylüyordu, ama bu geçici bir dönemde mecburi idi.
Ayrıca Rusya’da ekonominin yeniden inşası sürecinde, üretkenliğinin arttırılması gündeme geldiğinde, işçi sınıfının hem örgütsel hem de kültürel olarak henüz hazır olmadığı ortaya çıktı. Dünya devrimi de yardıma yetişmiyordu.
Bu koşullar da Bolşevikler, tüm diğer partiler karşı devrimin saflarına geçtikleri veya Sovyet aygıtlarını terk ettikleri için gerilemekte olan işçi sınıfına rağmen, tek başlarına gittikçe bürokratlaşarak ve bürokratik devlet aygıtı ile kaynaşarak ekonomiyi üstlendiler.
Kaçınılmaz olarak bu onları üretimin artırılması sorununa getirdi. Çelişkili bir durum ortaya çıktı. Bolşevikler çalışma disiplini sağlamak gibi bir sorunla ve görevle karşı karşıya kaldılar. Bu ise giderek onların işçilere karşı tavrını, işçilerin de onlara karşı güvensizliğini geliştirdi.
Bunu önce tek kişi yönetimini fabrikaya sokarak, bunu da işçi komitesi ve sendika aracılığı ile denetlemek yolu ile denediler. Ne var ki, Bolşevikler bu uygulamalar sonucu tek kişi yönetimine dönenler ve burjuva teknisyenlerini geri çağıranlar olarak hatırlanmaktadırlar.
İşçilerin ve sendikaların tek kişi yönetimini denetleme çabası ortaya TROIKA’yı çıkardı. TROIKA, fabrikalardaki işçi komiteleri, parti hücreleri ve teknik yönetici üçlüsünden oluşuyordu. Ama nereden bakılırsa bakılsın, Troika ile birlikte, işçiler fabrikada iktidarı eski rejimin bürokratları ile paylaşacaklardı. Fakat gittikçe artan bürokratlaşma, parti ile devletin iç içe geçmesi ve teknik yöneticilerin parti üyesi olması ile TROIKA kısa zamanda bir yafta olmaktan öte gidemez oldu.
Yine de NEP dönemi boyunca sendikalar çok aktif idiler. İşçilerde ücret farklılaşmalarının ve yaşam koşullarının iyi veya kötü olmasına paralel olarak bölge- bölge ve fabrika- fabrika dolaşıyorlardı. Zaten ekonomide bir işçi kıtlığı vardı. Böylece işçilerin bir pazarlık gücü olduğu ve direnme kapasitesinin de yüksek olduğu anlaşılıyordu. Fabrika yöneticileri, kalifiye işçiler ve teknik elemanlar üzerinde birbiri ile alabildiğince rekabet ediyor, bunları birbirinden çalıyorlardı.
Bu arada büyük işçi kitleleri bir üretim bölgesinden diğerine yaşam koşullarının derecesine göre göç edip duruyorlardı. SSCB ekonomisinde son derce hızlı işçi dolaşımı ve canlı bir emek pazarı vardı. Bu çok uzun sürmeyecekti. Çünkü bu durum ekonominin yöntemiyle çelişiyordu.
1928- 1929’a kadarki bu dönem iç-içe geçmeler , bir dönem bitmeden diğer dönem ve süreçlerin başlaması şeklinde devam etse de, Marksizm’in sosyalizm konusundaki şu önermeleri:
-1- Yasama ve yürütmenin merkezileşmesi.
-2- Seçilenlerin her an geri çağrılması.
-3- Yöneticilerin de ortalama bir işçi ücreti kadar ücret almaları.
-4- Düzenli ordu yerine halk milisinin geçmesi.
Bütün zorluklara, eksiklere ve açmazlara karşı bunlar hayata geçti.
Fakat Lenin’in ölümüne kadar hiç kimse Rusya’nın yardım görmeden kendi çabalarıyla sosyalizmin kurulabileceğini düşünmedi. Tekrar, tekrar bunun aksini vurgulayan Lenin, 4 Haziran 1918’de şöyle yazmıştır, “ Rus devrimi, Rus proletaryasının özel yeteneklerinin değil, tarihsel olayların akışının sonucudur ve proletarya tarihin iradesi tarafından geçici olarak öncü konumuna yerleştirilerek bir süre için dünya devriminin öncülüğünü yaptı .“
Marks ve Engels’in, kapitalizmden sonra sosyalizme geçişin tarihsel temelleri henüz var olmadan proletaryayı iktidara getiren bir devrim için söyledikleri, Ekim Devrimine doğrudan uygulanamaz. Bunun böyle olması, yalnızca maddi, tarihsel ön koşullarından uluslararası ölçekte var olmasından değil, aynı zamanda Rusya’da geçerli olan özgün koşullardan dolayıdır. Rus burjuvazisi siyasi olarak devrilmekle kalmadı, aynı zamanda Ekim Devriminden birkaç ay sonra ekonomik olarak mülksüzleştirildi. Geri kalan kırsal burjuvazi proletaryayı devirmeyi başaramadı ve özellikle Birinci Beş Yıllık Planın uygulanmasından sonra bu sınıfın toplumsal ağırlığı yok denecek kadar azdı. Ekim Devriminin yalnız bırakılması, Rus burjuvazisi imha edilmiş olduğu için, Rus burjuvazisinin “ gelişme sürecinde bir nokta “ olmadı.
Ama yine de 1917 Ekim Devriminden 1918 – 1921’deki iç savaşa kadar sosyalizmin ekonomik ve siyasi birçok ilkesi hayata geçti, iç savaşla birlikte, iç savaştan önce de olan bazı eksiklikleri daha da hızlandı ve giderek çoğalmaya başladı. Ama yine de proletarya diktatörlüğünün varlığı, Bolşeviklerin ve özellikle Lenin’in iktidarı koruma uğruna teorik ilkelerden vazgeçmemesi, yaşanan olumsuzluklara teorik kılıf bulmaya çalışmaması, öznel eksiklikler olsa da, nesnel eksikliklerin başat olmasına rağmen, 1929’a kadar işçi devleti tüm eksiklerine karşın ciddi bir direnme ile yaşamaya devam etti.
Bu bölümde işçi devletinin bazı özelliklerini bürokratik devlet kapitalizmden farklı ve ortak yanlarını değerlendirmek istiyoruz.
İŞÇİ DEVLETİNİN ÖZELLİKLERİ
Geçiş döneminde bilincin ve zorlamanın birliği oluşur. Yani sosyalizm altında disiplin bilincin sonucu olacaktır. Özgür insanların alışkanlığı haline gelişecektir.
Geçiş döneminde ( Yani kapitalizmle komünizm arasında duran işçi devletinde ) işçiler hem disipline sokan unsur, hem disipline sokulan unsur, hem özne, hem nesne olacaktır, teknisyenler ise resmen işçileri disipline sokan unsur olmakla birlikte, gerçekte sadece bir araç, işçi devletinin aracı olacaktır.
Komünist toplumda birikim insanların tüketim ihtiyaçlarına tabi olacaktır. Kapitalist toplumda ise istihdam ve ücretler ( yani çalışan insanların tüketim düzeyleri ) birikime tabidir.
Kapitalist toplumda birikim uğruna birikim iki etkenin sonucudur. Birincisi, işçilerin üretim araçlarından ayrı olmaları, ikincisi ise ( kişisel, tekelci veya devlet kapitalisti ) kapitalistler arası rekabet, sosyalizm, üretim ilişkilerinin bu iki yönünü de ortadan kaldırır. Birikimin tüketime tamamen tabi kılınmasının iki koşulu işçilerin üretimi denetimleri altına almaları ve ulusal sınırların ortadan kaldırılmasıdır. Bu koşullarda toplum tüketim amacıyla birikim yapacaktır.
Birikim tüketme tabi kılınması, kitlelerin maddi ve kültürel koşullarını yükselterek aynı zamanda teknisyenlerin “ Zihinsel üretim araçları “ üzerindeki tekelini de kıracak ve böylece işçilerin üretim üzerindeki denetimini de güçlenecektir.
Geçiş döneminde burjuva hukuku, her işçinin topluma verdiği emeğe uygun miktarda tüketim aracı olacağını belirtmekle birlikte, üretim araçları açısından toplumsal eşitliğine dayanır ve bu nedenle kendiliğinden sönüp gidecektir.
Sonuç olarak, bir işçi devletinin ekonomisi ile kapitalist ekonomi arasında birçok ortak özellik vardır. Kapitalizm ile komünizm arasında bir geçiş aşaması olan işçi devleti , kaçınılmaz olarak, içinden çıktığı yıkılan toplumun bazı özelliklerini taşır. Ancak bu antagonist unsurlar geçiş döneminde iç içe geçmiş olmakla birlikte, ikinciler birincilere tabi kılınmıştır. Geçmiş geleceğe tabidir. İşçi devleti ile kapitalizmin ortak özelliklerinden biri işbölümü ve özellikle kafa ve kol emeği arasındaki iş bölümüdür. İş bölümünün bu iki toplumdaki şeklini farklı kılan üretimin işçilerin denetimi altında olup olmadığıdır. İşçilerin denetimi, komünist toplumun kurulması ile birlikte tamamen gerçekleşecek olan kafa ve kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kalkmasına doğru - dar da olsa- bir köprü oluşturur. İşçi devleti ile kapitalizm arasındaki ortak özelliklerden bir diğeri teknisyenlerin işçilerin üzerinde yükselen bir hiyerarşi oluşturmalarıdır. ( İşçi devletinde bu özünde bir hiyerarşi değildir aslında ) Aralarındaki farklılık ise işçi devletinde teknisyenlerin sermayeye değil, işçi devletinin iradesine, kolektif üreticilere bağımlı olmasıdır. Bu, üretim sürecinde tüm toplumsal hiyerarşinin ortadan kalkmasına doğru uzanan yolun çıkış noktasıdır. İş disiplininin sağlanmasında zorlama unsurları, kapitalizmde olduğu gibi işçi devletinde de olacaktır. Fakat işçi devletinde, kapitalizmdekinin aksine, bunlardan başka unsurlarda olacaktır, üstelik toplumsal dayanışma insanlar arasında uyumlu ilişkiler ve üretim sürecinde zorlamayı tamamen gereksiz kılıncaya kadar, zorlama unsurları bilinç unsurlarına kıyasla giderek daha önemsiz hale gelecektir.
Kapitalist meta ekonomisinde gibi, işçi devletinde de değişim sürecinde eşdeğer miktarlar değişir, belli miktarda toplumsal olarak gerekli emek taşıyan bir ürün eşdeğer miktarda emek taşıyan bir başka ürünle değiştirilir. Ancak birincisi, işçi devletinde bu, denetlenmeyen güçlerin değil ekonominin bilinçli yönlendirilmesinin sonucudur, ikincisi ve daha önemlisi, eşdeğer miktarların değişimi üretim araçlarının mülkiyeti açısından doğrudan üreticilerin eşit haklara sahip olmasında kaynaklanır.
Burjuvazinin yönetimi altında, burjuva hukuku sömürü anlamına gelir, işçi devletinde ise burjuva bölüşüm hukuku “ Bireysel farklılıkları ve buna bağlı olarak, üretim kapasiteleri doğal ayrıcalıklar olarak zımnen kabul eder “ fakat aynı zamanda üretim araçları açısından üreticilerin eşitliğini ilan eder. İşçi devletinde burjuva bölüşüm hukukunun önkoşulları her türlü sömürünün tümüyle ortadan kalkması ve doğal bireysel avantajlar dahil tüm ekonomik eşitsizliğin tamamen ortadan kaldırılmasına doğru gelişmenin gerçekleşmesidir.
Üretim araçlarını merkezileştiren her şey işçi sınıfını merkezileştirir. Devlet kapitalizmi bu yoğunlaşmayı kapitalizm çerçevesinde mümkün olan en büyük yoğunlaşma içine sokar.
Kapitalizmin, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde kısmen olumsuzlanması olan devlet kapitalizminde üretici güçler kapitalizm için fazla olduğundan “ Sosyalist unsurlar ekonomiye girmektedirler “ ancak bu unsurlar kapitalizmin çıkarlarına tabi kılınmışlardır. Benzer şekilde, üretici güçlerin sosyalizm için yeterince gelişmemiş olduğu bir işçi devletinde, işçi sınıfı sosyalizmi inşa etmek yolunda kapitalist önlemler ( Örneğin bölüşüm alanında kapitalist hukuk ) uygulayabilir.
Devlet kapitalizmi ve işçi devleti, kapitalizmden sosyalizme geçişin birer aşamasıdırlar. Devlet kapitalizmi sosyalizmin aşırı uçtaki zıddıdır. Simetrik olarak karşı olup aynı zamanda aralarında diyalektik bir birlik vardır.
Devlet kapitalizminde işçi, işveren seçmekte özgür olmadığı için ücretli emek kısmen yadsınmıştır. Proletaryanın diktatörlüğü altında ise ücretli emek yine kısmen yadsınır. Ama bu kez işçiler artık kolektif olarak üretim araçlarından “özgür “ olmadıkları için aynı zamanda işçi devletinde ücretli emek meta olmaktan çıkar. Emek gücünün “satışı” kapitalizm altında olduğundan başkadır, çünkü işçi devletinde birey olarak işçiler sadece emek güçlerini satmazlar. Yaptıkları emek güçlerini kolektif olarak örgütlenmiş bir sınıfın, yani kendilerinin hizmetine sunmaktır. Emek gücü artık meta olmaktan çıkar, çünkü burada değişim bireyler olarak işçilerin emek güçlerini kolektif olarak işçilere yani kendilerine, sunması şeklini alır. Değişim birbirinden tamamen bağımsız bir varlık arasında yapılmıyordur artık.
Devlet kapitalizmi sendikalarla devleti birleştirip ikincisi sonuçta yok etmesine karşın, işçi devleti sendikaların gücünü en üst düzeye yükseltir. Devlet kapitalizmi tarihsel olarak devletin baskıcılığına işaret etmesine karşın, işçi devleti toplumun bugüne dek tanık olduğu en yüksek ölçüdeki demokrasiyi getirir. Devlet kapitalizmi işçi sınıfının üretim araçlarını elinde tutan bir kapitalist sınıf tarafından en ileri ölçüde bastırılmasına işaret eder, işçi devleti ise, kapitalistlerin, üretim araçlarını elinde tutan bir işçi sınıfı tarından bastırılmasını simgeler.
Dolayısıyla 1917-1929’a kadar ki süreç sosyalizmin unsurlarının başat olduğu, belli eksiklikler ve zorlukların yaşandığı kapitalizm ve komünizm arasındaki geçiş olan işçi devletidir. Komünizmin ilk aşamasının sonuçlanması yaşanmasa da süreçler arasında iç içe geçmeler mümkün ve diyalektik olduğu için komünizmin ilk aşamasının özellikleri işçi devletinin ortak özellikleri olan bazı özellikleri yaşanmıştır. Örneğin işgücünün meta olmaktan çıkması gibi.
Sosyalizm ( komünizmin ilk aşaması ) Rusya şartlarında tamamlanmamıştır. Çünkü geri bir toplum ve ülke, yoğun bir bürokrasinin varlığı, yaygın bir küçük meta üretiminin varlığı iç savaşın yaşanması ile birlikte işçi sınıfının yıkımı ve dünya devrimini yetişememesi sonucu tek başına kalan bir sitem.
1929 süreci ile birlikte ise işçi devletinin özellikleri diyalektik olarak yok edilmeye başlanmıştır.
Birinci Beş Yıllık Plan ile birlikte hızlandırılmış sanayileşme ve birçok siyasi ve ekonomik yaptırımların varlığı görülmeye başlandı. Hızlandırılmış sanayileşmesinin boyutlanması yer yer sonuçlarına varsa da daha önceki süreçlerden tamamen yalıtılmış olması mümkün değildi. Lenin de dahil olmak üzere Bolşeviklerin en önemli hatalarından biri teknolojiye karşı olabildiğince iyimser bakmaları idi. Teknolojiye adeta tarafsız , sınıflar üstü bir nitelik atfediyorlardı.
Bu hızlandırılmış sanayi süreci, sınıf temeli, seçilen teknikler ve amaçları itibarıyla sentez olurken, ortaya baskı ve terörün zorunlu olduğu, işçi sınıfının atomize olarak tutulmasının ön koşul olduğu bir sermaye birikim modeli yarattı.
Bu modelin temelinde Taylorist emek kontrol mekanizması ve üretkenliğin artırılması yatıyordu. Böylece nispi artı-değer artırılacak ve hızlı bir sanayileşme sürecine girilecekti. Ne var ki nispi- artı değerin artırılması ancak ekonomi çapında ücret mallarının gittikçe çeşitlenmesi ve ucuzlaması, işçilerin yaşam koşularının iyileşmesi ile gerçekleşebilirdi. Bu ise sosyal mühendisliğin ürünü değil, ancak sınıf mücadelesinin bir sonucu olabilir.
Diğer bir deyişle, nispi- artı değer üretimi emeğin iş sürecinde yoğun tüketimi anlamına gelir. Bunun sürekliliğinin sağlanabilmesi için işgücünün iş süreci dışında yoğun bir yeniden üretimin gerçekleşmesi gerekir bu da işçilerin yaşam koşullarının sürekli iyileşmesi demektir. Bunun mümkün olabilmesi içinde ücret malları gittikçe sanayi tarafından üretilmeli, küçük meta üretiminin ürettiği malların payı giderek azalmalıdır.
Bu durum kapitalist sınıfın bir tercihi sonucu ortaya çıkmaz. Kapitalist sınıf Taylorist ve bant sistemi ile birleşmiş şekli olan Fordist yöntemleri uygulamaya başlayınca işçiler direnirler ve kapitalist sınıf üretimi istikrara kavuşturmak ve üretkenliği artırabilmek için işçilerin taleplerini karşılamak zorunda kalır. Bu sınıf mücadelesi sürecinde yeni bir ücret ilişkisi şekillenir. Bu durumun en gelişmiş halini, iki dünya savaşı arasında ABD’de başlayan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Batı Avrupa’da “ Refah devleti “ tabir edilen sosyal güvenlik sisteminde ya da ücret ilişkisinde görmek mümkündür.
SSCB’de tarihsel koşullar itibarıyla sınırlı sayıdaki bir işçi sınıfı, yaygın bir küçük köylülük üzerinde yoğun sanayileşmeye geçilmeye kalkışınca ücret ve malların aynı anda hızla sanayileşemeyeceği ortaya çıkmıştır. Bunun temelinde ise SSCB’ deki bürokratik sınıfın, dar kaynakların büyük bir kısmını askeri harcamalara yöneltmek zorunda kalması da yatmaktadır. Burada devlet politikası silah sanayi içinde hayati öneme sahip , ağır sanayiye öncelik vermek şeklinde belirlenmiştir. Ücret malları üretimi ise hiçbir zaman önem kazanmamıştır.
İkinci düzeyde ise para- ücretler ne düzeyde olursa olsun bunların alabileceği mallar her zaman sınırlı kalır ve gerçek ücreti para ücretin alabileceği mal miktarı belirlediği için piyasada ki malların miktarı gerçek ücrete denk düşer. Banka sistemi ile faizsiz veya düşük faizle, para ücretin aratan kısmını geri emer. Böylece gerçek ücretler her zaman piyasada malların varlığına veya yokluğunu ve kalitesine göre ayarlanabilir.
Örneğin Sanayi Bakanlığı tüketim malları üreten sanayilere ayırdığı fonları ağır sanayiye kaydırmaya başlayınca, aslında ücretleri de fiilen düşürmeye başlamış demektir. Çünkü böylece gerçekten tüketebilecek mal miktarı da düşmeye başlar. Bu aynı zamanda SSCB ve Doğu Avrupa’daki işçilerin ücretlerinin Batı Avrupa ile karşılaştırılmasının anlamsızlığı demektir. Bürokrasinin parasını özel dükkanlarda harcayabileceği bir toplumdaki ücret farklılıkları, onun para-ücretinin işçi ücreti ile karşılaştırılmasının gösterdiğinden çok daha fazladır. İşte bu yüzdendir ki sınıf mücadelesi açığa çıkmaya başladığı noktada, tüketim mallarının miktarı ve kalitesi hemen çatışmanın konusu olur.
Bu koşullarda emeğin yoğun tüketimi fabrikaya sokulmaya başlanırken işçi sınıfının taleplerine cevap verilememesine karşılık üretimin sürekliliğinin sağlanması için işçilerin direnişinin zorlu yolu bürokrasinin tek seçeneği olarak kalmıştır.
Bu ise başka bir soruna yol açmıştır ve 1980’lerde SSCB ekonomisinin çöküşüne yol açan da işte bu sorun olmuştur. Emeğin yoğun sömürüsü aynı zamanda yeniden üretim ile birleşmeyince, nispi-artı değer üretimi istikrar kazanamamıştır ve ancak çok yavaş ve düzensiz artabilmiştir. Bu yüzden plan hedeflerine yanlamasına büyüyen bir sanayi ile ulaşılmaya çalışılmıştır. Bir çelik fabrikasın da üretkenlik artmayınca, hedefe ulaşmak için iki çelik fabrikası da gerekmiştir.
Bu tüm diğer koşullar sabit kalmak üzere sermayenin organik bileşimini hızla artırmak başka bir sonuca yol açmaz. Sermayenin organik bileşiminin artış hızı, üretkenlik artış hızını geçmeye başlayınca da artı-değer üretimi düşmeye başlar ve neticede ekonomi küçülmek zorunda kalır.
Bu durumun kısa zamanda kapıya dayanmamasında dört etken vardır ve dördü de teröre dayanır. Birincisi, fabrika düzenini çok sıkı kontrol ederek işçilerin hiçbir şekilde direnmemesini ve uzun saatler çalışmasını sağlamak. İkincisi, gittikçe artan bir şekilde köle emeği kullanmak. Üçüncüsü, kırsal ürüne değerinin altında fiyatlarla el koymak ve böylece ücret mallarının fiyatını düşük tutmak, köylülük buna direndiğinde zorla kolektifleştirmek yani mülsüzleştirmek. Dördüncüsü, kıtlık ve düşük kalite yoluyla gerçek ücretleri sürekli düşük tutmak.
Atomize olmuş bir işçi sınıfının ise kapitalizm açısından bir başka fiyatı daha vardır. Bu da teknolojik gelişmedeki duraklamadır. İşçi direnişi olmadan kapitalist üretkenliği artıran yeni tekniklerin bulunması çoğu zaman gündeme gelmez. Bu yüzden dikkat edilirse görülür ki SSCB’de yeni teknoloji esas olarak dünya ekonomisi ile rekabet içinde olduğu alanlarda gelişmiştir. Dünya ekonomisinden korunan alanlarda ise üretim birimleri arsında toplam artı-değerden pay almak için süren rekabet ise bürokratik kuralların varlığından dolayı teknolojik rekabete dönüşememiş ve teknoloji gelişmemiştir. İşte SSCB’nin Batıdan teknolojik olarak bu kadar geri kalmış olmasının ardında ağırlık olarak bu yatmaktadır.
Bu noktada ise işçi sınıfının üretim süreci sırasında sınıf mücadelesini nasıl kaybettiğine bakmak istiyoruz.
Hızlandırılmış sanayileşme bir merkezi plan altında olacaktır. Ama yukarıda anlatılan bürokratlaşmanın üzerine kurulan merkezi plan doğal ki bürokratik bir plan olacaktır. Bu durum plan tartışılmaya başlandığında hemen belli oldu.
Plan hazırlanırken şu iki sorun açıkça ortaya çıktı
-1- Devlet ve plan yapımcıları “ tüm üretim faktörlerini “ kontrol edebiliyordu, ama işgününün arzını kontrol edemiyordu. İş gücü arzı, yani işçi, canının istediği yerde çalışıyordu. Emek mobilitesi bürokratik planlama ile çalışıyordu.
-2- İşçiler planın öngördüğü verimlilikte çalışmayı kabul etmiyorlardı. Bu da plan hedeflerinin yerine getirilmesini zorlaştıracaktı.
İşçi sınıfından kopuk bir parti ve artık işçi sınıfına yabancı bir devlet bunu ancak zor yolu ile hayata geçirebilirdi. Bunun için :
-a- Sendikaların etkisi kırılmalıydı.
-b- İşçilerin fabrika içinde direnişi kırılmalıydı.
1928’de Pravda, ücretlerin artık devlet tarafından saptanacağını bu yüzden toplu sözleşme sistemine gerek kalmadığını yazdı. Fabrika düzeyinde ise ücretlerin saptanması fabrika yönetimine bırakılmalıydı aksini savunmak oportünizmdi.
Sendikaların işçilerin hakkını savunacağı prensibi ise eski yönetme ait olarak 1931’de 9. Sendikalar Kongresi’nde mahkum edildi. En temel Marksist prensipler ve Bolşevik gelenek oportünist olarak mahkum ediliyordu. Bunu eşitlikçilik fikri takip edecek ve eşitlikçilikten yana olmak da oportünizm olarak mahkum edilecekti.
NEP’le birlikte kooperatif sistemden ücret sistemine dönülmüştü, ama bu hep eşitlikçilik prensibini korumaya çalışarak yapılmıştı. Şimdi ise Stalin’e göre eşitlikçilik “ Sosyalizme yabancı, sınıf düşmanı bir eğilimdi “, “ Aynı yıl planın yukarıdan aşağı, inşa edileceği, aksini savunmanın oportünizm olduğu açıklandı.”
Bunların gerçekleştirilmesi için önce TROIKA’ya son verildi. 1928’de bir kararname ile tek kişi yönetimi mutlaklaştırıldı. İşçi komitelerinin, üretkenliği artırmak için tek adamın aldığı tedbirlere karışamayacağı yönünde karar alındı. Sendikalar Troıka’dan çıkarıldı. MK üyesi Kagonoviç’e göre fabrika yöneticisi mutlak liderdi ve işçiyi istediği an cezalandırabilirdi. Buna ek olarak da nihayet 1930’da eski Çarlık döneminin bir uygulaması olan iç pasaport sistemi yeniden geçerli oldu. Ve böylece işgücü sabitleştirildi. Sendikaların devlete karşı korunmasının aygıtları olmaktan çıkıp, devletin işçileri kontrol ettiği, disiplin altına aldığı kurumlar haline geldiler.
İşçilerin fabrika içindeki etkinliği ise üç yoldan kırıldı.
-1- Fabrikaya Taylorizm, yani parça başı ücret ve normlara uyma zorunluluğu sokulmaya çalışılırken, tecrübeli ve eski işçiler bunu sömürücü ve işçi sınıfını, baskı altına alıcı bir yöntem olarak tanıdılar ve direndiler. Bunun üzerine bürokrasi genç işçileri yaşlılara karşı kullandı. Gençlere hızla yükselme ve işçilikten çıkarak bürokrat olma hakkı tanındı. Fabrikalarda başarı gösteren gençler hızla üniversitelere alındılar ve buradan da bürokrasiye geçtiler. Böylece işçi sınıfının bir kısmı bürokrasiye geçti, yani sömürüden pay alma hakkı tanınarak satın alındı. Direnen işçiler devlet tarafından burjuva ahlaklı olmakla suçlanırken, onlarda gençleri grev kırıcı olarak suçluyorlardı. Parça başı üretim ve Taylorizm işçilerin üretim üzerindeki kontrolünü teknik olarak da tümü ile ellerinden aldı bunu fabrika yönetimine verdi. Böylece fabrika içerisinde bürokrasinin gelişmesi güçlenmesinin yolu açıldı. Bu sırada işçilerin bir kısmı da bürokratlaştırılarak sisteme entegre edildi.
-2- Parça başı ücretin hızla yaygınlaşmasına paralel olarak ücret farklılaşması da ve bununla birlikte fabrika yöneticisine yetki verilmesi, işçiler arası rekabeti yaygınlaştırdı ve birlikte mücadele etme imkanlarını zayıflattı. 1929’da Sanayi Bakanı fabrika yöneticilerine “ elinizdeki en güçlü silah ücrettir “ diyordu.
-3- Yeni bir iş yasası ile işçilerin en temel hakları, yani çalışmama özgürlüğü ellerinden alındı. Bir gün işe gelmeyen işten atılacaktı, grev yapanlarda tutuklanıyorlardı. Buna ek olarak sendika gazetelerinde direniş yapan işçilerin listeleri yayınlanıyordu. Kara listeye alınanlar iş bulamıyordu. 1930’da 300 bin işsiz varken işsizlik tazminatı kaldırıldı.
tedbirler yine de yeterli değildi. 1931’de 500 yeni fabrika planlandı. Bunun için 100 bin vasıflı işçi lazımdı, ama promosyonlar yani üretken işçilerin bürokrasinin içine alınması işlemi fabrikalarda vasıflı işçileri azaltmıştı. Bu durduruldu. Böylece bir taraftan işçilerle bürokrasi arsındaki organik bağ tümüyle kesiliyordu, diğer taraftan da bürokrasi artık kendi kendini üretmeye yetenekli, kendi içinde kadro ihtiyacını karşılayan bağımsız bir sınıf olduğunu gösteriyordu. Buna ek olarak işçilerin parti kampanyaları için harekete geçirilmeleri yasaklandı ve böylece siyasi faaliyete katılmaları önlendi.
Ayrıca yine bazı ekonomik ve politik tedbirler uygulanmaya kondu.
KADIN EMEĞİ
1922 İş Yasası kadınların ve çocukların özellikle sağlıksız işlerde çalışmasını yasaklamıştı. 1932’de kadınlar madenlerde, genellikle ocaklardaki en ağır işlerde çalışmaktadır ve Sovyet makamları bunu büyük bir adım olarak göstermektedir. Aynı şey inşaat sanayinde ağır yüklerin taşınması, limanlarda yükleme ve boşaltma işleri, demir yolu yapımı vb. içinde geçerlidir.
ANGARYA
Birinci Beş Yıllık Plan’ın başlamasına kadar angarya Rus ekonomisinde kısıtlı düzeydeydi, 1928 yılında kamplarda sadece 30 bin mahkum vardı. Ancak Beş Yıllık Planın yürürlüğe girmesiyle durum tamamen değişti. Bir hesaba göre çalışma kamplarında en az 11 milyon insan vardı. Rusya’da çalışma kamplarında çocuklar, anneler, gebe kadınlar, yaşlı kadın ve erkeklerde bulunmaktadır. Bunun açık kanıtı 27 Mart 1953 tarihli af yasasıdır. Bu yasa on yaşından küçük çocuğu, kadınları , 55 yaşın üstündeki erkekleri ve 50 yaşın üstündeki kadınları ve aynı zamanda ağır, çaresiz hastalığı olan mahkumları hapishaneden ve çalışma kamplarından salıvermektedir.
SANAYİNİN SAVAŞA TABİ KILINMASI
Bu durumun varlığı silah yapımında kullanılan makine ve araçlarının üretimine giden kömür ve çelik, silah yapımının kendisinde kullanılan kömür ve çelik ve bütün bunların nakliyesi vb. gibi büyük ölçüde devlet yardımına tabidir. Ayrıca tüketim maddelerinin büyük bir kısmını da ordu almaktaydı. Bu durumun sonucudur ki 1928’e kadar ücretler sadece savaş öncesi düzeyi geçmekle kalmadı, üstelik emek üretkenliğinden çok daha hızlı üretkenlik gösterdi. Oysa 1928 ile 1936 arasında emek üretkenliği üç kattan daha fazla artarken, gerçek ücretler aslında yarıdan fazla azaldı. Örneğin Rus işçisi bir İngiliz işçisinin ürettiğinin yaklaşık yüzde 70 ini üretiyor, ancak yaşam koşulları bundan çok daha düşük. Eğer Rus sanayindeki bir işçinin üretkenliği, İngiltere’deki bir işçinin üretkenliğinin beşte dördü kadarsa, öte yandan yaşam standardı İngiliz işçisininkinin dörtte biri ya da üçte biri kadarsa ve eğer İngiliz işçisinin sömürüldüğünü söylüyorsak, o takdirde onun Rus kardeşinin daha da sömürülüyor olduğu sonucundan başka bir sonuç çıkarmak mümkün müdür?.
KÖYLÜLÜĞÜN MÜKLSÜZLEŞTİRİLMESİ
Kolletivizasyon sonucu, tarım ürünlerini sanayileşmenin gereklerine tabi kılmak, köylülüğü üretim araçlarından “özgürleştirmek” bunların bir kısmını sanayi için yedek işgücü ordusuna dönüştürmek, gerisini ise kolhozlarda yarı- işçi, yarı-köylü, yarı-köle yapmak olmuştur. Marks bu süreci “ilkel birikim” olarak tanımlar. Kolektivizmi içeren süreç İngiltere’de yer almış süreçten çok önemli bir noktada farklıdır. İngiltere’de köylülerin topraklarından sürülmeleri tarım ürünleri fazlasına yol açmıştır ve fazlalık şehirlerde satılmıştır. Rusya’da ise tarım ürünleri fazlasının büyük çoğunluğu hükümet tarafından hiçbir karşılığı olmayan bir vergi şeklinde toplanır. Bu süreçte ( yani hızlandırılmış sanayileşme ve köylülüğün mülksüzleştirilmesi ) İngiliz kapitalizmin 200 yılda yaptığını Stalin silah zoruyla 20 yılda yapmaya çalıştı.
TÜKETİM VERGİSİ
Bu v ergi çeşidi yapım anında metalara veya hükümet tarafından köylülerden zorunlu tarım mahsulleri alımına eklenen İngiliz satın alınma vergisine benzer. Metanın fiyatına tabidir ve dolayısıyla tamamen tüketici tarafından ödenir. 1939 yılında tüketim vergisi gelirinin nerdeyse yüzde 90’ı yiyecek ve tüketim maddelerine uygulanan eklemelerden gelmektedir.
İNSANIN MÜLKE TABİ KILINMASI
Bu durum basit hırsızlık vb. suçlarda dahi cezaların yüksek olduğu gösterir. Mülkiyete tapan bu anlayış toplumun en savunmasız üyelerini-çocukları bile kapsamına almaktadır. Çocuk kaçırmanın cezası bile en yüksek üç yıl iken hırsızlık için çocuklara verilen ceza bile bundan çok daha fazladır.
Bütün bunlar Marks’ın şu sözlerine yeni bir anlam kazandırıyor. “ Yasaların olduğu gibi suçun, yani tek başına bireyin egemen ilişkilere karşı mücadelesinde tesadüfi sayılmayacak bir kökeni vardır” Tam tersine suçta egemen güçler ile koşullardan kaynaklanır. Aynı şekilde Stalin Rusya’sın da suçun karakteri ve bu suçlara verilen cezalar, insanlığın mülkiyete, emeğin sermayeye tabi kılınmasından, yani bürokratik devlet kapitalizmi düzeninin temel çelişkilerinden kaynaklanmaktadır.
BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİNDEKİ DEĞİŞİKLİKLER
“ Muzaffer sosyalizm” bayrağı altında Beş Yıllık Plan’ın başlamasıyla tüm eşitlikçi Bolşevik gelenek darmadağın edilmiştir. Stalin şu sözleriyle bu saldırının başını çekmiştir. “Köylü bakış açısından, tüm malların eşit dağılımı psikolojisinden, ilkel köylü, komünizm psikolojisinden gelir “ Bunun Marksist sosyalizmle hiçbir ilişkisi yoktur. Parti üyelerinin gelirini kısıtlayan kural 1929’da değişikliğe uğratılmış ve daha sonra tamamen kaldırılmıştır. Üstelik sabit maaşa ek olarak yöneticiler ve fabrika mühendisleri, üretim işletmenin ekonomik planda saptanan üretim kotasını geçtiği oranda prim almaktadırlar.
Bürokratların bir diğer gelir kaynağı ise çeşitli devlet ödülleriydi. Stalin’in 60’ıncı doğum günü şerefine başlatılan ödüllerin ilk yönetmeliğine göre, en yüksek ödül 100 bin rubleyi geçemiyordu. Daha sonra bu tavan yükseltildi ve tamamen vergi dışı bırakıldı,
Bu ayrıcalıklar ve eşitsizlikler öyle bir noktaya gelmişti ki savaş sırasında Rus basınında hükümete milyonluk borçlar veren kimselerden söz eden haberler çıkmıştır. Bu açıklamayı inceleyecek olursak, 1940’da bile tüm işçilerin ve personelin ortalama geliri 400 Ruble olduğuna göre bir milyon ruble toplamak için ortalama bir işçinin 25 yıl çalışması ve bu arada kendine tek bir kuruş harcamaması gerektiğini görüyoruz.
Yine Rus toplumunda ayrıcalıklar ayrışmasının belki de en açık örneği hükümetin emeklilik sistemidir. Bu durum asker emekli için somut bir örnektir. Emekli asker ölmesi durumunda hayat boyu eşi ve kız kardeşine önemli derecede ödenek verilmiştir.
Eşitsiz gelir dağılımı ilişkileri, eğitim konusunda da kendini gösterir. Eğitimin anayasaya göre bedelsiz olması öngörülmüş olmasına rağmen bedel getirilmiş, bu durumdan sonra mali zorluklar nedeniyle bir çok öğrenci eğitimlerini bitiremeden okullardan ayrılmak zorunda kalmışlardır. 1938 yılındaki yüksek öğretimdeki tüm öğrencilerin yüzde 43,3 ü aydınların çocuklarıdır.
Sonuç olarak Beş Yıllık Plan öncesi dönemde bürokrasinin ayrıcalıklı bir konumda olduğunu kesinlikle söyleyecek olsak bile, büyük çoğunlukla başkalarının emeğinden artı-değer aldığı hiçbir şekilde söylenemez. Oysa Beş Yıllık Planların başlamasından bu yana bürokrasinin gelirinin artı-değerden oluştuğu kuşku götürmez.
BÜROKRATİK YÖNETİM BOZUKLUKLARI
Bu durumun sonucu otoriterlerin saptadığı fiyatları bozan bir çok komisyoncu ortaya çıkmıştır. Ayrıca, savaş sırasında yiyeceğin karneye bağlanmasıyla iyice büyüyen, adı “karaborsa” konulmamış olsa bile her haliyle bir karaborsa olarak işleyen kolhoz pazarı mevcuttur.
Sonuç olarak denilebilir ki Rusya’da planlı bir ekonomiden bahsetmek yerine, bürokratik bir biçimde yönetilen bir ekonomiden söz etmek çok daha yerinde olur.
Ancak , bürokratik yönetim bozuklukları ile Rusya’nın sanayisinin büyük ileri adımları arasında sıkı bir diyalektik birlik var. Bürokratik devlet kapitalizmi ancak ülkedeki üretici güçlerin geriliği, hızlı ilerleme yolunda büyük bir atılım ve her şey den öte, tüketimin sermaye birikimine tabi kılınması ile açıklanabilir.
Yönetim bozukluklarına rağmen, halkın çabası ve özverisi Rusya’yı sanayi üretimi açısından Avrupa’da dördüncü dünyada beşinci durumdan Avrupa’da birinci ve dünyada ikinci konumda büyük bir güç haline getirdi.
Ne var ki sosyalist bir bakış açısından tayin edici ölçü, kendi başına üretimin büyümesi değil, üretici güçlerin muazzam ilerlemesiyle at başı giden toplumsal ilişkilerdir. Bu ilerleme beraberinde işçilerin ekonomik konumlarında bir düzelmeyi, siyasi iktidarında bir ilerlemeyi, demokrasinin güçlenmesini, iktisadi ve toplumsal eşitsizliklerin kırılmasını ve devlet baskısının azalmasını getirmiş midir, getirmemiş midir?. Sanayinin gelişmesi planlı mıdır, eğer planlıysa kimler tarafından ve kimler için planlanmaktadır ?. Ekonomik gelişmenin temel sosyalist ölçütleri bunlardır.
DEVLET VE PARTİ
Marks, genel seçimlerle, her kamu görevlisinin geri çağrılabilmesiyle, tüm görevlilere ödenen işçi ücretleriyle, azami yerel özyönetim ve halkın üzerinde yükselip onu ezen silahlı kuvvetlerin yokluğuyla Paris Komününün tam bir demokrasi oluşturduğunu söyler.
Şimdi bu durumu Stalinist Rus devleti gerçeği ile karşılaştıralım.
RUS ORDUSU
Silahlı kuvvetlerde bir dizi eksik- yanlış zorluklar yaşansa da 1926 ‘da henüz tümüyle bağımsız bir subay kastı oluşmuş değildi.
1929’da Kızıl Ordu Evlerinin derece , derece “ Subay Kulübüne” dönüşümü başladı. Son yirmi oyuz yıl boyunca rublenin değeri şiddetli bir düşüş göstermiş olsa da ( Dükkan, restoran, çamaşırhane, dikimevi ve çizme imalathaneleri işleten yalnızca subayların dahil olabildikleri kooperatif bir kuruluş ) gibi yerlerin avantajlarından yararlanabilmekte olan subayları sivillere oranla çok daha az etkilemiştir. Her türlü konforu olan özel evlere sahiptirler. Kendileri ve aileleri tren, otobüs, vapur ile bedava yolculuk edebilmektedirler. Sıradan askerler bu ayrıcalıklardan yoksundurlar.
22 Eylül 1925 tarihli bir karar, şu rütbeleri kara ve hava kuvvetlerinde yürürlüğe koydu, teğmen, üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı, albay, kurmay albay, tümen komutanı, kolordu komutanı, ordu ve ikinci komutanı, ordu başkomutanı ve Sovyetler Birliği mareşali, bu rütbeler deniz kuvvetleri içinde geçerli kılındı.
3 Eylül 1940’da altın sırma apoletler ve ( mareşallerin taktığı ) altın, platin ve elmas yıldız amblemleri yeniden kullanılmaya başlandı. Subaylar ile erat arasında arkadaşlık ilişkileri yasaklandı.
Yine 12 Ekim 1940 yılında emre itaat etmeme halinde komutan zor kullanma ve ateş etme hakkına sahip oldu. Komutanla astları arasındaki her türlü tartışma kesinlikle yasaklanmıştır. Yalnızca kişisel şikayetler mümkün olmuş, toplu şikayetler yasaklanmıştır. Bunlara uymayanlara soruşturma olmadan bir üst-subayın emriyle derhal kurşuna dizilebilme hakkı tanınmıştır. Böylelikle subaylar tarihte hiçbir toplumda rastlanmayacak ölçüde açıkça tanımlanmış bir askeri hiyerarşi oluşturdular.
SOVYETLER
Sovyet parlamentosu 1917- 1936 yılları boyunca yalnızca 104 gün yani bir başka deyişle, yılda ortalama altı günden az bir zaman toplantı halindeydi. 1931- 1935 yıllarında, Rusya’da en büyük ve en hızlı dönüşümün yaşandığı dönemde kongrenin hiç toplantıya çağrılmamış olması anlamlıdır.
Stanlin’inin zaferinden başlayarak Merkez Yürütme Komitesi toplantılarının ortalama süresi 10 günden fazla değildir.
1920’lerin sonlarından itibaren Sovyetler Kongresi ve daha sonra Yüksek Sovyet tarafından alınan tüm kararlar oy birliği ile alınmıştır. Ortaya sürülen önerilerden hiçbirine bir tek karşı oy kullanılmadığı gibi, bir tek çekimser oy, bir değişiklik önergesi ve hatta muhalif bir konuşmaya bile rastlamak mümkün olmamıştır. Bu durum Buharin’in insanlık tarihi anaerkil, babaerkil , sekreter, şeklinde sınıflamasını haklı çıkarmıştır.
SEÇİMLER
1937 genel seçimleri arifesinde Stalin “ Bugüne kadar dünya asla böylesine özgür-demokratik seçimler görmemiştir diyordu. Bu tamamıyla özgür-demokratik seçimlerde, hiçbir zaman seçmenlerin oy verebileceği birden fazla aday yoktur. Ayrıca yüzlerce seçim bölgesinden bir tekinde bile, seçime katılma oranı yüzde 98 den aşağı olmamıştır. Seçilen adaya verilen oy oranı, hemen, hemen her zaman yüzde 99,9 dur ve hatta adaylardan biri bir fiil yüzde 100 den fazla oy almıştır. Bu aday seçmen sayısının 1617 olmasına rağmen, 2122 oy alan Stalin’dir. Bu durum aynı şekilde seçimlerde de Buharin’in önermesini doğrular niteliktedir.
Seçim yönetmeliği, yurttaşların seçme haklarına her türden müdahalenin cezalandırılacağını karara bağlıyordu.
Ancak, örneğin, Aralık 1937 Yüksek Sovyet Seçimlerinde iki politbüro üyesi de dahil 37 aday kayboldu yerlerine başkaları kondu. Aynı seçimlerde New York Times gazetesinin Moskova muhabiri mesaj geçti, mesaj Yüksek Sovyet’in 246 yüksek parti görevlisi, 365 sivil ve asker memur, 78 aydın, 131 işçi ve 223 kolhoz üyesinden oluşacağını belirtiyor ve adlarını veriyordu.. Son dakikada tutuklanan 37 kişi dışında bu tahmin bütün ayrıntılarıyla sonuçlara tümüyle uygundu. İçine hile karıştırılmadığı sürece böyle bir şey olabilmesi mümkün değildir.
Ayrıca, beyaz muhafızlara, sabotörlere oy hakkı verildi, oy hakkı verilmeyenler sadece akıl hastaları, kamu haklarından men edilenlerdi, Bütün bu durum ve tedbirler Sovyeti fabrika temelinden koparıp coğrafi temelde şekillenmenin oluşmasını sağlıyordu.
PARTİ
Bolşevik Parti hiçbir zaman yekpare veya totaliter bir parti olmamıştır. Bundan da öte, parti içi demokrasi partinin yaşamında her zaman büyük bir öneme sahip olmuştur. Gerek devrim öncesi, gerekse devrim sonrası hararetle Bolşevik Partisine atfedilen yekpare atmosferi gerçekle karşılaştırıldığında temelsiz olduğu ortaya çıkar. Ancak bu atmosfer daha sonraları gerçeklik kazanmıştır.
Partinin uzun bir süre boyunca en önemli kurumu Kongre idi. Kongrelerin yıllık toplanacağı hükmü 14. Kongreye ( 1925 ) kadar gerçekleşti . Daha sonraları 16. Kongre ( 1930 ) arasında ki iki buçuk yıllık 16 ve (1934 ) 17. Kongreler arasında ise üç buçuk yıllık bir süre geçti. Bu sonuncu Kongre, Kongrenin en az üç yılda bir toplanması hükmünü yürürlüğe koydu. Bu da gerçekleşmedi. 17. Ve 18. ( 1939 ) arasında 5 yıl, daha sonra 18 ve 19. Kongreler arasında (1952) ise 13 yıldan fazla zaman geçti.
13 ya da 14 üyeli Politbüro, başkanı Genel Sekreter olan sekretaryayı seçer, otuz yıl boyunca bu makam Stalin tarafından işgal edilmiştir.
İç savaş boyunca büro, Lenin, Troçki, Kamanev, Buharin ve Stalinden oluşmaktaydı. Bunlardan Lenin ve Stanlin’in hayatları doğal ölümle son buldu. Ziyovyev, Kamanev, Buharin, Rikov ve Serebriyokov göstermelik mahkemeler sonucu idam edildi. Troçki Meksika’da bir GPU ajanı tarafından öldürüldü. Tomski tutuklanmasının arifesinde intihar etti ve ölümünün ardından “halk düşmanı” ve “faşist” ilan edildi. Preborajenski ve Bubrov “ Büyük temizlik” sırasında ortadan kayboldular.
Çeşitli komiserliklerin en yüksek görevlileri defalarca temizlikten geçirildiler. Stalin tarafından tasfiye edilebilenlerin tümü eğer gerçekten “faşist” ve “hain” olsalardı, devrim ve iç savaş, parti ve devlet önderliğinin onda dokuzunu oluşturan bu kişilerin nasıl olup da sosyalist devrime önderlik ettikleri tam bir muamma olurdu. “ Temizliklerin” bu kadar geniş kapsamlı olması zaten ne büyük bir sahtekarlık olduklarının kanıtıdır. Bazı parti üyeleri kendilerini ( temizliğe karşı )güvence altına almak için tıbbi kuruluşların yardımına başvurdular, işte böylesi yoldaşlardan biri için hazırlanmış doktor raporu “ Sağlık durumu ve akli dengesi yoldaş falancanın hiçbir sınıfa alet olmasına müsait değildir. Kiev kenti Oktobr ilçe psikiyatrisi ( imza )”
Rus lideri Kruşçev ise 1956 konuşmasındaki , bu konuşma metni bugün bile Rusya’da yayınlanmamıştır. Kendisinden önceki lider Stalin’in partinin 17. Kongresinde seçilmiş merkez komitesi üyelerinin yüzde 70’i ve kongredeki 1966 delegenin 1018’i dahil olmak üzere “ binlerce dürüst ve masum komünisti “ öldürdüğünü açıklamıştır. Üstelik Stanlin’in komünistler ve komsomollar ( Genç Komünistler ) ile birlikte bir çok ulusun tüm halkının tüm topraklarından kitlesel olarak sürülmelerini nasıl örgütlediğini anlatmıştır.
DEVLET VE HUKUNUN SÖNÜŞÜ
Marks, sosyalizmin kuruluşu ve toplumsal sınıfların ilgasıyla birlikte devletin ortadan kalkacağı önermesinde bulunmuştur. Bu düşünceler 10 Temmuz 1918’de ilan edilen RSFC Anayasasında somutlaştırılarak ifadesini bulmuştur.
Stalin’in zaferinden sonra, bu çizgi bütünüyle değişti Stalinizm’in sözcüleri “ devletin sönmesi “ üzerine konuşmaya son verdiler. Öyle ki “ Tek ülkede sosyalizm “ ve hatta “ Tek ülkede komünizm “ devletin güçlenmesiyle el ele gelişeceğini öne sürerek gerçekte tam karşı tarafa geçtiler. Sovyet devletinin her bakımdan güçlendirilmesi hedefi, gelecekteki komünist toplumun inşası eyleminin olduğu kadar bugünün de temel hedefidir demeye başladılar.
Bütün bu yukarıda değerlendirmeye çalıştığımız süreçle birlikte işçilerin kendilerini bürokratik devlete karşı korumalarının hiçbir mekanizması kalmadı. Ne partileri vardı artık, nede sendikaları. Bunların ikisi de artık devlet örgütleriydi. Devlet ise tümü ile yeni bir bürokratik sınıfın denetimindeydi.
Oysa Ekim Devriminden sonra üretim üzerindeki kontrol işçi komitelerine geçmişti. Devlet iktidarı Sovyetlere geçiyordu, en azından devir alınan Çarlık bürokrasisini kontrol edebilecek bir organ Sovyet aygıtı vardı. İşçilerin bürokrasiye karşı kendilerini koruyacak sendikaları vardı. İş güvencesi ve işsizlik ücreti vardı.
Dolayısıyla işçi sınıfı yukarıda anlatılan süreç içerisinde giderek hem politik aygıt hem de ekonomik süreçteki kontrolünü kaybetti.
Bu süreçte bürokratlaşma giderek bürokrasinin sınıf olmasına yol açtı. Devlet bürokrasisi üretimin nerede ve nasıl yapılacağını kararlaştırıyordu, yani üretim araçlarının nasıl kullanacağına karar veriyordu. Üretim araçları devlet mülkiyetine geçtikçe bu fiilen, üretim araçları bürokrasinin kolektif mülkiyetine geçmesi anlamına geldi. Ayrıca bürokrasi toplumdaki baskı araçlarını elinde bulunduruyordu. Tüm bu özelliklerinden dolayı işçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyuyordu.
Bunu fabrika müdürler fonu aracılığıyla, son derece yüksek ücretler, tüketim ayrıcalıkları vb. yoluyla kendi arasında bölüşüyordu.
Bürokrasi egemen sınıftı, işçi sınıfının üretim araçları karşısındaki durumuna bakınca, bunlarında kapitalizmden farklı olmadığı anlaşılıyordu. İşçiler üretim araçlarından kopuk, yaşamak için işgüçlerini ücret karşılığı satmaya zorlanan ve üretime yabancılaşmış bir durumdaydı.
Bu durum ve süreç İkinci Beş Yıllık Planıyla hayata geçmeye başladı, bürokrasi bir proletarya yaratmaya ve hızla sermaye biriktirmeye yöneldi. Bir başka deyişle, bürokrasinin burjuvazinin tarihsel görevine olabildiğince yönelmesi bu plandadır. Düşük bir üretim düzeyi ve düşük kişi başına milli gelire dayalı hızlı sermaye birikimi, kitlelerin tüketim düzeyine ve yaşam standartlarına ağır bir yük olmak zorundadır.
Böyle bir durumda sermayenin kişiselleşmiş ifadesi haline gelmiş olan ve sermaye birikimini her şeyin başı ve sonu olarak gören bürokrasi, işçi denetiminin her türlüsünden kurtulmak, emek sürecinde inancın yerine zoru getirmek, işçi sınıfını atomize etmek, toplumsal-siyasal yaşamı tümüyle totaliter bir kalıba dökmek zorundaydı. Besbelli ki sermaye birikimi süreci için gerekli hale gelen ve işçileri baskı altında tutan bürokrasi, üretim ilişkilerindeki toplumsal egemenliğini, bölüşüm ilişkilerinde kendi çıkarlarını gözetmek doğrultusunda kullanmakta gecikmeyecekti. Böylece kuşatma altındaki geri bir ülkede sanayileşme ve tarımda teknik devrim ( Kollektivizasyon ) bürokrasiyi proletaryanın denetiminde ve doğrudan ve dolaylı baskısı altında olmaktan çıkarıp, emeğin yönlendirilmesi, devlet işleri, hukuk vs. gibi toplumun genel işlerini yöneten ve doğrudan üretici emekten kurtulmuş bir egemen sınıf haline dönüştürür.
Çelişkiler ve beklenmedik gelişmelerle dolu olan diyalektik, tarihsel gelişme, öznel amacı, “ Tek ülkede sosyalizm” in kurulmasını hızlandırmak olan bürokrasinin bu yolda attığı ilk adımı, devlet kapitalizminin kuruluşunun temeli haline getirdi.
Bu bürokratik devlet kapitalizmi egemen sınıfı, dünya pazarı içinde kendi kontrol ettiği coğrafyadaki artı-ürünü koruyabilmek için ve politik etkinliği dolayısıyla ekonomik gücünü yayabilmek için olabildiğince silahlanmak durumunda idi. Kısa zamanda dünyanın ikinci büyük askeri politik gücü haline geldi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ortamda kendine bağlı uydu devletler yaratarak politik-ekonomik etkisini yaygınlaştırdı. Üçüncü dünyadaki ulusal hareketlerle ilişki içine girdi. Buralarda muhalefet hareketi içindeki egemen elitist popülist akımlar ve bürokrasinin bir kanadının her zaman sürecin parçası olması vb. gibi bu ilişkiyi kolaylaştırdı. Bu ilişki yolu ile buralarda Batılı kapitalistlerin etkisini sınırlayarak kendine ekonomik etki alanları açtı.
Dolayısıyla devletin “sahibi” olan ve birikim sürecini kontrol eden Rus bürokrasisi için sermayenin en saf şekliyle cisimleşmesi diyebiliriz.
Bürokrasinin kapitalist sınıfın işlevini üstlenmiş olması ve bu şekilde kendini bir sınıfa dönüştürmüş olması, onu kapitalist sınıfın en saf haline getiriyor kapitalist sınıftan değişik olmakla birlikte, bürokrasi aynı zamanda bu sınıfın tarihsel özüne en yakın olgu olmuştur. Bu anlamda Rus toplumunun en özlü nitelemesi Bürokratik Devlet Kapitalizmidir.
Bütün bu süreçle birlikte Moskova duruşmalarını ve “ Anayasa “ yı bireysel kapitalizmin yasal yollarla restorasyonu yolunda adımlar olarak yorumlayan Troçki, proleter devletten burjuva devlete tedrici geçişin, “Reformizm filmini geriye doğru oynatmak “ olduğu savından bu dönemde vazgeçer ve şöyle yazar.
“ Aslında yeni anayasa, bürokrasi için iktisadi karşı devrimin “yasal” yollarını açıyor, yani kapitalizmin restorasyonu “ Soğuk grev “ yoluyla mümkün kılıyor.”
Rus devriminin liderleri enternasyonalist idiler, dünya devriminin çıkarlarını en başa koyuyorlardı. Örneğin Lenin Alman Devrimi’nin başarısı için gerekirse Rus Devriminin feda edilebileceğini söylüyordu. Bürokrasi egemen bir sınıf olmaya başlayınca, dünya devrimi karşısındaki tavrı da değişti.
Bürokrasinin biricik dürtüsü sınıf iktidarını pekiştirmek olunca, birinci kaygısı da istikrarı sağlamak oldu. Dünya devrimi yerine tek ülkede sosyalizm teorisi böyle geçti.
1942 de Stalin. Buharin’in bu teorisine sahip çıkarak, onu yeniden formüle ederek bürokratik sınıfın en can alıcı ideolojik ihtiyacına cevap verdi.
Böylece sosyalizm hızlı sanayileşme ile eş anlamlı tutularak bu sınıfın iktidarına indirgediği için, tek ülkede kurulması fikri bu sınıfın tüm ekonomik politikalarına haklılık kazandırdı. Uluslararası politikada diğer komünist partiler, kullanabildiği sürece, dış politika aracı olarak kullandılar. İkinci Dünya Savaş’ında bürokratik sınıf devrimci hareketlerle değil, burjuva sınıflarla ittifaklar kurarak tercihini ortaya koydu.
Bu süreçte İspanya Devrimi, Fransa Devrimi göz göre, göre yenildiler, faşizmle saldırmazlık paktı imzalandı ve sonra da sekter politikalarla faşizmin iktidara gelmesine yol açıldı. İkinci Dünya Savaş’ından sonra Yunan Devrimi batılı kapitalistlerin eline bırakıldı ve ölüme terk edildi. Komünist Enternasyonal kapatıldı.
BAZI KONULARDA YANILSAMALAR ÜZERİNE
Bürokratik Devlet Kapitalizmi teorisinin anlaşılmasının bazı zorlukları önemli konularda ciddi yanılsamalar yaratmaktadır. Çünkü hem tarihsel olarak yeterince yaşanmaması hem de klasik kapitalizmde olan özelliklerin Bürokratik Devlet Kapitalizminde aranması, arananın bulunması noktası araştırılıp, içselleştirilmesi doğru iken işin kolayına kaçıp reddedilmesi mümkündür. Bu durumun aşılması için bazı konuları kendi bütünlüğü içinde değerlendirmek uygun olacaktır.
STALİNİST BÜROKRASİ BİR SINIFTIR
Marksist teorisyenlerin toplumsal sınıf tanımlarını incelersek, Stalinist bürokrasinin bunların tümüne uygun düştüğünü göreceğiz. Örneğin Lenin şöyle yazar.
Tarihsel olarak belirli bir toplumsal üretim sistemindeki yerleri açısından, üretim araçları ile aralarındaki ( Çoğu zaman – ama her zaman değil- yasalarla saptanmış ve formüle edilmiş ) toplumsal emek sistemi içindeki rolleri açısından ve bunların sonucu olarak, ulusal zenginliğin ellerine geçen payını elde etme yöntemleri ve bu payın büyüklüğü açısından tüm bu açılardan birbirinden ayırt edilebilen büyük insan gruplarına sınıf deriz. Sınıflar öyle insan gruplarıdır ki bunlardan biri belirli bir toplumsal ekonomi sisteminde bulunduğu konuma bağlı olarak bir diğerinin emeğine el koyabilir. ( Lenin T. Eserler sayfa 388 )
Buharin’in tanımı Lenin’inkine çok benzer.
Bir toplumsal sınıf üretimde aynı işlevi gören, üretim sürecinde başka insanlar ve “şeyler” ( üretim aletleri ) karşısında aynı konumda bulunan kişiler topluluğudur. ( Buharin-Tarihsel Materyalizm sayfa 276 )
Stalinist bürokrasinin sınıf olduğu konusunda Engels’in tüccar sınıfı hakkındaki çözümlemesine bakmamız yetecektir.
Uygarlık, üçüncü bir iş bölümünü daha getirdi. Üretimde yer almayan yalnızca ürünlerin değişimiyle ilgilene bir sınıf yarattı tüccarlar, daha önceki tüm sınıf oluşturma girişimleri, tamamıyla üretimle ilgiliydi, ürettikleri, yönetenler ve yönetilenler, ya da daha geniş veya daha dar bir ölçekte üreticiler olarak bölüyordu. Ancak burada, kendisi üretimde en küçük bir rol almayan bir sınıf ortaya çıkar ve genel olarak üretimin denetimini elline geçirerek üreticileri hakimiyeti altına alır. Bu öyle bir sınıftır ki, kendisini iki üretici arasında vazgeçilmez bir araç haline getirir ve onları değişimin zorluk ve risklerinden kurtarma, ürünlerin pazarlarını uzak bölgelere yayma ve toplumdaki en yararlı sınıf olma iddiasıyla ikisini de sömürür, bu bir asalak sınıftır, çok önemsiz hizmetleri karşılığında ülkede ve ülke dışında üretimin kaymağını yiyen bir tür Firavun faresidir, bu sınıf hızla büyük bir servet biriktirir ve bu servete uygun bir toplumsal etki kazanır. Bu nedenle durmadan yeni imtiyazlar ve üretimin denetlenmesinde daha büyük yer elde eder ve en sonunda kendisine ait bir ürünü de gün ışığına çıkarırlar. Periyodik sanayi krizleri ( Engels- Ailenin Özel Mülkiyeti ve Devletin Kökeni sayfa 201 )
Bu tanım ışığında, Marksın din adamlarından, avukatlardan vb. Buharin’in yerinde deyimiyle “ Zihinsel tüketim araçları “nın tekelini ellerinde tutan “ İdeolojik sınıflar “dan söz etmesini anlamak kolaylaşır.
Stalinist bürokrasiyi bir kast olarak nitelemek ise şu nedenle yanlış olacaktır. Sınıf, üretim sürecinde belli bir yeri olan bir grup, bir kast ise, yasal siyasal gruptur. Bu kastın üyeleri değişik sınıflara mensup olabilirler, kastların oluşumu ekonominin göreli hareketsizliğinin ( katı bir iş bölümü ve üretici güçlerin hareketsizliğinin ) sonucu iken, Stalinist bürokrasi ekonominin dinamizmi sonucu egemen sınıfa dönüşmüştür.
BÜROKRASİNİN ARTI- DEĞERE EL KOYMA BİÇİMİ BURJUVAZİNİNKİNDEN FARKLIDIR
Rusya’da devlet işveren olarak, bürokrasi ise yönetici olarak görünür. Mülkiyet işlevi ile yönetim işlevi arasında tam bir ayrım vardır. Bu, aslında biçimsel ayrımdır. Özünde mülkiyet kolektif olarak bürokratların elindedir. Bürokrasinin devletinin elindedir. Görünürde yöneticilerin üretim araçlarının sahibi olmayıp artı-değerden paylarını maaş şeklinde alıyor olmaları aynen işçiler gibi emek güçlerinin karşılığını alıyor oldukları yanılgısına yol açabilir. Ayrıca, yöneticinin emeği, her toplumsal üretim sürecinde gerekli olduğundan ve bu bağlamda sömürü ilişkileriyle bir ilişki olmadığından işçinin işleviyle yöneticinin işlevi arasındaki farklılık, her ikisi de toplumsal üretim sürecinin parçaları olduğundan gözden kaçabilir. Sınıfların antagonist konumları uyumlu gibi görünebilir. Sömürücülerin emeği de, ayrı, mülkiyetin maddeleşmiş ifadesi olarak görünürken, üretim sürecini yöneten ve bu nedenle tarihsel olarak bürokratlar, emekçi olarak, emekleriyle değer üreten kişiler olarak görülebilirler.
Oysa açıktır ki, bürokrasinin geliri kendi emeğiyle değil, işçilerin emeğiyle doğrudan orantılıdır. Sadece boyutları bile bürokrasinin geliriyle işçilerin ücretleri arasındaki nitelik farkını ortaya koymaya yeterlidir.
Bu nedenle, artı-değerin devlet ve bürokratlar arasında veya bürokratların kendi arasında nasıl bölüşüleceği kesin ve genel yasalarca saptanmış olamaz. Aynı şekilde kapitalist ülkelerde toplam karın şirket kârı ile faiz kârı arasındaki veya değişik tip hisse senetleri arasındaki bölüşümü kesin yasalara tabi değildir.
Öte yandan, bu bölüşümün tümüyle gelişigüzel bir şekilde gerçekleştiğini düşünmek yanlış olur. Eğilimlerden genellemeler çıkarmak mümkün. Bu eğilimler, dünya kapitalizminin birikimini hızlandırma yönündeki baskısına, üretimin erişmiş olduğu maddi düzeye, birikim kaynaklarını göreceli olarak azaltan kâr oranlarının düşme eğilimine ve bu tür etmenlere dayalıdır. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda artı-değerin sürekli artan bir bölümünün niye birikime ayrıldığını görebiliriz. Artı-değerin birikime ve bürokrasinin tüketimine ayrılması, ancak kitlelerin sömürü oranında sürekli bir artış olduğu ve yeni sermaye kaynakları bulunduğu takdirde mümkün olabilir.
Eğer işletme yöneticileri, bölüm başkanları vb. devşirme yoluyla bu konumlara ulaşabiliyorlarsa bir bürokrat oğluna bir milyon ruble bırakmaktan ziyade ( bu da önemli olmakla birlikte ) “ilişkilerini” bırakmaya gayret edecektir.
Yozlaşıp ölen bir işçi devletinden evrimleşerek ortaya çıkan devlet kapitalizminde süreklilik özel mülkiyetin yokluğu şeklinde gözlemlenebilir.
Bir işçi devletinde işçiler bireysel olarak üretim araçlarına sahip olmadıklarına göre ve kolektif mülk sahipleri üretim araçlarına sahip olan devletin sahibi olmalarından kaynaklandığına göre, siyasal olarak mülsüzleştirirlerse iktisadi olarak da mülksüzleştirilmiş olacaktır.
İŞÇİ DEVLETİNDEN KAPİTALİST DEVLETE TEDRİCİ GEÇİŞ OLABİLİR Mİ ?
İşçilerin iktidarı, barışçıl bir şekilde ele geçirmelerinin önündeki engeller bürokrasi ve düzenli ordudur. Fakat işçi devletinin ne bürokrasisi ne de ordusu vardır. Yani bu kurumların bulunmadığı bir işçi devletinden , bulunduğu devlet kapitalisti bir rejime barışçıl geçişi gerçekleşebilir.
Hiyerarşik bir ordunun askerleri, ordunun denetimini ellerine almaya çalıştıklarında, kaçınılmaz olarak subaylar kastının direnişi ile karşılaşacaklardır. Böylesi bir kastı devirmenin devrimci bir şiddetten başka yolu yoktur. Buna karşılık bir halk subayların, askerlerin iradesine daha az bağımlı hale gelirse ki bu mümkündür, bu subaylar kurumsallaşmış bir bürokrasi ile karşı karşıya gelmediklerine göre askerlerden bağımsız bir subay kastı haline dönüşmeleri tedrici bir şekilde gerçekleşebilir.
Düzenli ordudan milise geçiş, kaçınılmaz olarak büyük devrimci şiddet gerektiren bir süreç olmak zorundadır, ancak milisten düzenli orduya geçiş, milisin kendi içindeki eğilimlerden kaynaklandığı ölçüde tedrici olabilir ve olmak zorundadır.
Bürokrasisi olmayan veya kitlelerin baskısı altındaki zayıf bir bürokrasisi olan devlet, tedrici bir şekilde işçilerin denetiminden bağımsız bürokrasisi olan bir devlete dönüşebilir.
Troçki, proleter devletten burjuva devlete tedrici geçişin “ Reformizm’in filmini geriye doğru oynamak “ olduğu savundan daha sonraki anayasa döneminde vazgeçer.
RUS EKONOMİSİ KARŞISINDA MARX’IN DEĞER YASASI
Tekelci kapitalizm, Marks’ın değer yasasının yine Marks’ın değer yasası temelinde kısmi bir olumsuzlamasıdır. Değer yasasının kısmi olumsuzlanması, top yekun olumsuzlanmasının sınırındadır.
Rekabet ve değer yasası devlet tekelci-kapitalizm altında bozulmaya uğramalarına rağmen, son tahlilde bu yasa kesinlikle egemendir.
Rus toplumundaki işbölümü , özünde tek bir işyerindeki işbölümü ile aynı türdendir.
Geleneksel kapitalist ülkelerde üretim ve tüketim malları arasındaki oran, değer yasası tarafından belirlenir. Fiyat oluşumunu da arz ve talep belirleyecektir.
Rusya’da devlet iki sektöre de sahiptir, bu yüzden tüketim malları üretimdeki kârlılıktan dolayı bir sektörden diğerine sermaye ve emek transfer edilemez. Çünkü bu sektörler arasındaki oranlar, denetimsiz bir Rus iç pazarının mekanizmalarından çıkarsamıştır.
Dolasıyla Rusya’da üretim ile tüm Rus toplumundaki iş bölümü arasında düzenleyici rolü oynayan fiyat değildir. Düzenleyici olan hükümettir ve fiyat devletin kullandığı araçlardan yalnızca birisidir.
Diğer ülkelerde rekabet genellikle askeri alandayken, bir tüketici olarak devlet özellikle tank, uçak vb. gibi belirli kullanım değerleri ile ilgilidir. Buradaki ilişki alım-satım ilişkisidir. Satıcı olan kapitalist yalnızca değerle, alıcı olan devletse yalnızca kullanım değeri ile ilgilidir. Ancak bu değişim ilişkileri yalnızca biçimseldir. Devlet üretilen silahlara karşı değişime başka bir meta sunmaktadır. Tüm ekonomi düzeyinde, vergiler ya da alınan borçlarla silahlanma finanse edilir.
Başka bir deyişle, üretilen silahların yarattığı yük az ya da çok tüm ekonomiye yayılmıştır. ( Devlet vergi toplama veya borçlanma yoluyla özel firmalardan silah alımını finanse etmek yerine silahları doğrudan kendisi ürettiğinde bu apaçık hale gelir )
“ Tereyağı yerine top üret” sloganının anlamı, kapitalist ülkelerin arasındaki rekabetin uluslararası iş bölümünün kesintili bir aşamaya varması ve alım-satım yoluyla rekabetin dolaysız askeri rekabetle yer değiştirmesiydi, Kullanım değerleri kapitalist üretimin amacı haline gelmişti.
Sosyalist bir ekonominin ( çok farklı bir anlayışla ) kullanım değerleri üreteceği doğrudur. Ama Rus ekonomisinin belli kullanım değerlerinin üretimine yönelmesi, onu sosyalist yapmaz. Tersine bu iki kullanım değeri birbirine tamamen zıttır. Rusya’daki yükselen sömürü oranı ve işçilerin üretim araçlarına tabi kılınması, yiyecek yerine büyük ölçüde silah üretimi ile birlikte düşünüldüğünde, halk üzerindeki baskının azalması değil, artmasına yol açmıştır.
Günümüz somut tarihsel koşulları ( anarşik dünya pazarı ) içinde değerlendirildiğinde Rus ekonomisinin yapısında değer son söz sahibi olduğu açıkça görülebilir.
Bir sosyalist ekonomide üretim amacı kullanım değeri yaratılmasıdır, bir savaş ekonomisinin de esas amacı kullanım değeri üretimidir. Ancak sosyalist bir toplumda kullanım değeri insani ihtiyaçlardır. Oysa bir savaş ekonomisinde kullanım değerleri silahlar, askeri araçlar ve depolardır. Bunlar insanların çıkarlarına düşman kullanım değerleridir.
Bir savaş ekonomisi, kaçınılmaz olarak aşırı üretim kriziyle değil, bir az üretim kriziyle yan yana gider, çünkü mallara olan talep, ekonominin üretici kapasitesini aşar. Büyük veya küçük çaptaki enflasyon her zaman az üretim krizine eşlik eder.
Bugünkü dünya durumu veri olarak alınırsa savaş ekonomisi, Rus bürokrasisinin tek çaresidir.
SANAYİLEŞME
Sanayileşme olurken işçi sınıfının iradesi Sovyetler ( Sovyetlerin ne durumda olduğunu görmüştük ) veya başka bir kurum ile yönetime yansımadı, işçi sınıfının hızlandırılmış sanayileşme sürecine katılımı sadece üreticiler olarak katılmaktan öteye gidemedi.
Sanayileşme özellikle hızlandırılmış bir şekilde gerçekleşti. Kapitalist sistemden alınan Taylorizm ve Fordizm sistemi hem sömürüyü arttırmak, işçiyi tümü ile kafa emeğinin kontrolüne vermek, dolaysıyla işçi sınıfının dayanışmasını kırıp onu bireyler halinde davranmaya zorlamıştır. Bu sanayileşme işçi sınıfının Rusya’da Ekim Devriminden sonra fabrika içinde kazandığı gücü yok etti.
Bu sanayileşme işçi sınıfının var olan kültürüne saldırarak işe başladı ve tecrübeli işçileri “ kapitalist iş kültürü “ ile kirlenmiş oldukları iddiası ile tasfiye etti ve bastırdı, yıldırdı. Böylece işçi sınıfının, iç savaştan sonra ne kadar kalmışsa o kadar olan mücadele geleneğini kırdı. Bunu yapmak zorundaydı, çünkü işçi kıtlığı ortaya çıkınca, devlet terfi sistemini durduracak ve artık bürokrasinin kendi çocuklarının bürokrat olması, yani kadro ihtiyacının kendi içinden karşılanması politikasını izleyecektir. Bu andan itibaren bürokrasi hızla işçi sınıfının içinden görevliler olmaktan çıkar, bağımsız egemen bir sınıf olur.
Bu sanayileşme hızlandırılmış ve sırf sanayileşme olduğu için savunulamaz. Bu yaklaşım bürokrasinin sosyalizmin sınıf muhtevasını boşaltarak ve onu kalkınma süreci ile özdeşleştirmesidir. Bu sanayileşmenin işçi sınıfını için etkilerine bakmak, bunun işçi sınıfı üzerinde diktatörlük, baskı, sömürü olduğunu göstermeye yeter.
DEVLET MÜLKİYETİ
Bunun işçi sınıfı mülkiyeti olduğu anayasada yazılı olması yetmez. Yani devlet mülkiyetinin hukuksal olarak proletaryaya ait olması, gerçekte bunun böyle olduğu anlamına gelmez. Devlet mülkiyetinin proletaryanın bir kazanımı sayılabilmesi için, bu mülkiyet hakkının bizzat proletarya tarafından kullanabilir ve sonuçlarından yararlanabilir olması gerekir. Burada söz konusu olan, sınıf olarak proletaryadır, proletaryanın devlet olarak örgütlenmiş olması gerekir. “ Bürokrasi proletaryayı politik olarak müllksüzleştirmiştir “ dedikten sonra devlet mülkiyetinden bir kazanım gibi bahsetmek gülünçtür. Ayrıca devlet mülkiyeti kendi başına sosyalizmle ilişkilendirilemez. Devlet mülkiyetine, grup mülkiyetinin bir biçimi, yani özel mülkiyetin bireysel olmayan biçimi olarak tarihte sık sık rastlanır. Bu kapitalist mülkiyetle çelişmez. Kilise mülkiyeti ve toprağın devlet mülkiyeti altında olup toprak kapitalistine kiraya verilmesi halinde veya devlet işletmelerinde örneğin ( KİT ) lerde olduğu gibi.
Ayrıca Doğu’nun tarihinden de özel mülkiyete değil, devlet mülkiyetine dayanan derin sınıf farklılaşmalarının bulunduğu sayısız ekonomik sistem örnek olarak verilebilir. Firavunlar devrinde Mısır’da, Müslüman Mısır’da, İran, Irak ve Hindistan’da böyle ekonomik sistemler var olmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla toprağa devletin sahip olması, esasen tarımın bu ülkelerde sulamaya dayanmasındandır ki, bu devlet müdahalesini gerektirmiştir .
Toprağın devlet mülkiyetinde olması, sadece özel mülkiyete dayalı feodalizminin yükselişini önlemekte kalmadı, aynı zamanda bireysel eğilimli bir toplumsal grubun yükselmesini de önledi.
PLANLAMA
Burada iki noktaya değinmek gerekir. Birincisi, bu planlar hiçbir zaman tutmamıştır. Bu beş yıllık planlar, beş yıllık bütünselliği olan planlar değildirler. Beşinci yılın sonuna gelindiğinde, çoktan ilk yılki hallerinden farklılaşmış ve hedeflerinden tümü ile şaşmış haldedirler. Bunun nedeni ise sınıf mücadelesinden ve bir türlü kontrol altına alınamayan değer yasasından başka bir şey değildir.
İkincisi bu planlar yani politik kontrol hangi sınıfın elindedir. Belli ki işçi sınıfının elinde değildir. Dolayısıyla bunu kazanım görmek mümkün değildir.
Planların krizleri ortadan kaldırdığı düşünülmüştür. Ama bunun doğru olmadığı, SSCB tarihi hakkında edilen bilgilerle anlaşılmıştır. SSCB tarihi derin ekonomik krizlerle doludur.
TAM İSTİHDAM
İşsizliği ortadan kaldırma süreci aynı zamanda sendikaların etkisinin kırılması, işçilerin bir üretim biriminden diğerine gitme ve iş değiştirme özgürlüğünün kaldırılması, pasaport sistemi, ücretlerin düşürülmesi, ücretlerin düşürülmesi zorunlu çalışmanın hızlandırılmış sanayileşmenin baskısı altında yaşadı.
Tam istihdamın bir kazanım olması için, işçi sınıfının ekonomik, politik hakları savunur durumda olması lazımdır. İşçi sınıfı tam istihdam sayesinde daha iyi durumda yaşamalı, ücretlerini yükseltebilmelidir. Yoksa tam istihdam birçok anlama birden gelebilir. Rivayete göre faşizm döneminde Almanya’da bir süre için işsizlik kalkmıştır. Bunun kazanım olduğunu savunmak mümkün değildir. Stalinist sanayileşme başlamadan önce işsizlik olduğunu biliyoruz. Eğer işsizlik kalkmış ise bile bu Ekim Devrim’inin bir kazanım olarak değil, yaygın ve hızlandırılmış sanayileşmenin ve işçi sınıfının daha hızlı sömürülmesinin bir gereği olarak kalkmıştır.
Yukarda yanılsamalar olarak değerlendirme, bürokratik devler kapitalizminin, klasik kapitalizmden farklı yer yerde ortak yanlarını ortaya koyarken, görüntünün altındaki gerçeklerin kavranmasına da katkı sağlamaktadır.
BÜROKRATİK DEVLET KAPİTALİZMİ TEORİSİNE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER ÜZERİNE
Bir çok çevre, örgüt vb. farklı sosyalizm anlayışları olduğunu savunsalar da, nüans farkları olsa da ( Eleştirisiz sosyalizm diyenler - eğer kalmış ise –dışında ) ortak özellikleri dejenere işçi devletini veya benzerini isim vermeden savunmak olmuştur. Bizlerde bu anlamda dejenere işçi devletinin eleştirilerini temel alacağız.
-1- SSCB’de ekonomiyi değer yasası değil, bürokratların kararı yönetiyor. Bürokrasi ise sermaye birikimi için üretim değil, tüketim dürtüsü ile üretim planlıyor.
Değer yasasının işleyip işlemediğine bakmak için önce SSCB’yi dünya ekonomisi içinde ele almak lazım. SSCB dünya ekonomisinin bir parçası olduğunu kavrarsak, dünya ekonomisinin SSCB ekonomisi üzerindeki baskıların ve bunların içinde alınan ekonomik kararları nasıl etkilediğini düşünürsek, SSCB’de dünya ekonomisi dolayımı ile değer yasasının işlediğini görürüz. Bunu daha önce görmüştük. Eğer ekonomiyi değer yasası değil de, bürokrasinin kararları yönetiyorsa , bu kararların arkasındaki mantık, savunulan sınıf, kayrılan sınıf çıkarları nedir? . Ernest Mandel, planlama irrasyonel de olabilir diyerek, planın belli yasalara tabi olmayacağını ima ediyor. Bu her şeyin tesadüfi, planların da tesadüfi ve keyfi olduğu anlamına gelir. Daha ilginci bürokrasiyi sınıf kabul etmez.
Bu, bireysel mülkiyete dayalı serbest pazar ekonomisinde burjuva sınıfının yanı sıra var olan bürokrasi için ileri sürülmüş tezdir. Bu tez egemen sınıf ile devlet personelinin farklılığını tespit eder.
SSCB’de bürokrasinin temel dürtüsünün tüketim olduğu iddiası ise konuya açıklık getirmez. Çünkü bürokrasinin tüketim bolluğu içinde yüzmediğini, SSCB’de gelişmiş bir tüketim malları sanayi olmadığını biliyoruz.
Ayrıca, bu bir sosyal formasyonun üretim değil, tüketim üzerine kurulması anlamına gelir, bu durum sübjektif olduğu kadar sosyal formasyonun maddi-nesnel yasaları ortadan kalkar.
Yine işlemeyen planların, değer yasasının işleyişini durduracağını da ummamak gerekir. Aksine değer yasasının işleyişi ancak sosyalist planlama ile durdurabileceği için, bizzat değer yasası bu bürokratik planları işlemez hale getirmiştir.
Planın irrasyonel olmasına gelince, bu tam bir mantıksızlıktır. Plan kavramı, tarifi gereği belli bir mantığa dayanmaktadır. Bu mantığın kapitalist olmadığını iddia etmeye devam ettiği için, örneğin Mandel, planı hiçbir rasyonaliteye uyduramamaktadır. Bu yüzden de irrasyonel planların da olabileceği saçmalığından medet ummaktadır.
-2- SSCB’de İşgücü Meta Değildir.
Meta, ürünün üreticisinin, kendi ürününün kullanım değerinden faydalanmayıp, bir başka kullanım değeri elde etmek için genel eşdeğerle değiştirmek üzere ürettiğinde ortaya çıkar. Söz konusu ürün böylece meta olur.
İşgücünün meta olması ise şu koşulara dayanır.
-1- Doğrudan üretici üretim araçlarından yoksundur. Yani kendi ürününün kullanım değerinden faydalanamaz.
-2- Geçim araçları elde etmek için kendi işgücünü kiraya verir ve geçici olarak bir genel eşdeğerle, para ile değiştirir. Bu para ile geçim araçlarını elde eder.
Bu açıdan bakınca SSBC ve Doğu Avrupa ülkelerinde hem meta üretimi vardır, hem de işgücü metadır. SSBC’de meta üretimi olmadığı iddiası bir başka noktaya dayanmaktadır. O da ürünlerinin fiyatlarının piyasada değil, merkezi otorite tarafından ( planla ) tespit edildiğidir. Bu itiraz iki açıdan yanlıştır. Birincisi metaların fiyatlarının nasıl tespit edildiği metaların ekonomik varlığından sonra gelir. Bazı metaların fiyatları tekelci ilişkiler içinde, bazılarının rekabetçi ilişkiler içinde bazı metaların fiyatları ise devlet tarafından politik kaygılarla tespit edilir. Bu yüzden bir yüzey biçimi olan fiyatların nasıl oluştuğu ürünün meta olup olmamasından farklı bir analiz düzeyine aittir. İkincisi, planlar hemen, hemen hiç işlemediği için emek pazarı her şeye rağmen bir şekilde yaşamaya devam etmiştir. Tabanda üretim birimlerinin yöneticileri arasında vasıflı işçi tutmak için rekabet vardır. Fabrika yöneticileri, vasıflı işçileri kendilerine çekmek için çıplak ücret dışındaki kazanımları ev, bono, yakıt desteği ekstra üretim malı, tatil olanağı vb. ile artırmaya çalışırlar ücret belirlemesinde yine de her şeye rağmen emek pazarı vardır ve işlemektedir. Bu yüzden nereden bakılırsa bakılsın işgücü metadır.
-3- Planlama ekonomik birimlerin bağımsızlığını kaldırdı. Meta dolaşımını durdurdu. Böylece krizleri de ortadan kaldırıldı.
SSCB ekonomisi devreli olarak krizler yaşamıştır. Üretim devreli olarak azalmış ve artmıştır. En sonuncu büyük krize girdiği zaman, bu kriz kapitalizmin dünya çapındaki krizi ile çakışmıştır.
-4- Askeri rekabetin SSCB ile dünya ekonomisi arasındaki bağı kurduğu yanlıştır. Bu yolla değer yasasının ekonominin içine transfer olduğunun hiç işareti yoktur.
Devlet kapitalizmi literatürü, SSCB yönetici sınıfının kendine Batı Avrupa’da ki üretkenlik olanaklarını ölçü aldığı ve bunlara yetişmek için sürekli tedbirler aldığı yolunda örneklerle doludur.
Ama eleştiriciler bunları bildikleri için, eleştirilerini çeşitli şekillerde formüle ederler.
-A- Eğer bu rekabet varsa, neden daha düşük verimli olan fabrikalar iflas etmiyor.
Bunun iki cevabı var. Birincisi, silah çok özgün bir mal olduğu için devlet bu sanayiyi yaşaması için desteklemek zorundadır. Bu sadece SSCB’de gözlenen bir durum değildir. Türkiye’den tutun, ABD’ye kadar çeşitli kapitalist devletler silah sanayini desteklerler. Diğer taraftan SSCB ile batılı kapitalistler arasındaki rekabette tek, ek üretim birimleri önemli değildir çünkü SSCB üretim birimleri dünya pazarında Batılı silah üreticileri ile birebir rekabet etmezler SSCB’deki askeri sınai karmaşık ile bir bütün olarak dünya piyasasında rekabet etmeye çalışır. Bunun için de devletin tüm olanaklarını kullanır.
-B- SSCB’de silahlar değişim değerine sahip değildir, halbuki kapitalizmde değişim değerine sahip olmayan mallar üretilmez.
Kapitalist üretim tarzında devletin değişim değerine göre üretmediği bir çok mal vardır. Çoğu zaman silahta bunlardan biridir. Sağlık hizmetleri, bazen elektrik vb. tek tek değişim değerleri olarak değil esas olarak sermayenin yeniden üretim sürecinde yaratacakları olumlu ekonomik-politik etkiden dolayı üretirler.
Üstelik birçok kapitalist ülkede özellikle az gelişmiş ülkelerde devlet iç pazarı dünya ekonomisinden gelen etkilere karşı korur ve bu arada rekabet etme gücünde olmayan işletmeleri yaşatır. ( Örneğin ithal ikameciliği ve korumacılık ) Bu da gösterir ki kapitalist devletler her zaman değer tasasının yıkıcı etkilerine karşı burjuva sınıfın ya ulusal ya da işlevsel ( sınai, ticari vb. ) fonksiyonlarını korumuşlardır.
Askeri rekabet SSCB açısından özellikle önemlidir. Bu sayede kendi kontrolündeki artı-değer kaynaklarını, hammadde ve enerji kaynaklarını dünya ekonomisindeki diğer kapitalistlerden korur. SSCB ile ekonomik bütünleşme içinde olan bağımlı kapitalist ülkeler (Doğu Avrupa ) vardır ve bunların dış ekonomik saldırılara karşı kapalı tutulması gerekir. Ve nihayet üçüncü dünyadaki nüfus alanların korunması için stratejik-askeri alanların korunması gerekir. SSCB bu ülkelere mal ihraç eder. Fabrika kurar, borç verir, hammadde alır vb.
Bürokrasi Sınıf Değildir.
-A- Ernest Mandel ve diğer dejenere işçi devleti savunucularına göre bürokrasi işçi sınıfının parçasıdır onun içinden çıkmıştır hem burjuvaziyi mülksüzleştirmiştir, hem de işçi sınıfını sömürmektedir. Ama Ekim Devriminin kazanımları devlet mülkiyeti, planlama vb. korumaktadır, bu yüzden egemen sınıf olarak ele alınamaz, işçi sınıfından ve burjuvaziden de bağımsızdır.
Bürokrasinin işçi sınıfı içinden çıktığı 1930’dan sonrası için doğru değildir. Birincisi terfi ve bürokrasiye yükselme işçi kıtlığı ile durdurulmuş ve artık bürokrasinin çocuklarının bu alanda kalmasına izin verilmiştir. İkincisi 1930 krizinden sonra burjuva uzmanlar ve eski bürokratlar geri çağrılmıştır.
Bürokrasinin sınıf olmadığını savunanlar ve SSBY bir işçi devleti olarak görenler Batı Avrupalı emperyalistlere karşı korumadığı için devlet kapitalizmi tezini eleştirirler. Bürokrasinin işçi sınıfını sömürmesi sendika bürokratlarının sosyal demokratların ihanetine benzetilir ve madem sosyal demokratları faşizme ve muhafazakarlığa karşı destekliyoruz, bürokrasiyi Batılı kapitalistlere karşı savunmak gerekir denir. Bu tümü ile yanlış ve talihsiz bir analizdir. Birincisi sosyal demokratlar işçi sınıfını bizzat sömürmüyorlar burjuvazi ile uzlaşarak onun sömürülmesine alet oluyorlar ve buna karşılık ekonomik ve politik kazanç sağlıyorlar. Bürokrasi ise, üretim araçları devletin kontrolünü bizzat elinde bulundurduğu için işçi sınıfını bizzat sömürüyor ve yönetiyor. Ne ekonomik ne de politik iktidarını kimse ile paylaşmıyor, emperyalizme, faşizme karşı desteklemeye gelince bu söz konusu bürokratik egemen sınıfın emperyalizmle ve faşizmle özgül çelişkisine göre karar verilmesi gereken bir sorundur. Örneğin Hitler Almanya’sının SSCB’ye saldırması bir dış saldırıdır esas amaç emperyalizmin pazar için yayılmasıdır. Yoksa SSCB’ye faşizmi getirmesi değildir. Dolayısıyla emperyalizme karşı ulusal direniş sosyalizmle ilişkilendirilemez. Ayrıca böyle bir savaşa egemen Stalinist bürokrasisinin katılması, daha sora saldırmazlık paktı imzalanması iç pazarın korunması kaygısıdır. Öyle ki bu durumu kendi özgül şartlarından ve konjonktürden ayırmadığımızda, Sovyet savaş tutuklularının kitlesel boyutta, gönüllü olarak Nazi Ordusuna katılmaları ve savaş sırasında ülkeden ayrılanlar arasında dönmeyenlerin çokluğu bu durumun abartılmamasının göstergesidir.
-B- Bürokrasinin geliri sabittir, ondan dolayı sınıf değildir.
Bu iki nedenle yanlış bir eleştiridir. Birincisi, gelirin sabit veya değişken olması ile bir egemen sınıfın nesnel varlığı arasında mantiki bir ilişki yoktur. İkincisi, maaşı sabit demek, geliri sabit demek değildir. Malların fiyatları ve miktarları, hatta kalitesi değiştiği müddetçe gelir de değişir. Bu anlamda gelirin sabit olduğunun gösterilmesi mümkün değildir.
-C- Bürokrasi artığın çoğunu almıyor, bu yüzden sınıf değildir.
Bu da bir nicelik sorunudur. Bir sömürücü grup artığın ne kadarını alınca sınıf olur vb. anlamsız sorulara yol açar. Sınıf tarifi içinde artığın şu kadarını almak gerekir diye bir niceliksel tespit yoktur.
-D- Artığı sömürmek kapitalizm anlamına gelmez, bu önceki toplumlarda da vardır. Bu yüzden sırf buna dayanılarak SSCB’ye kapitalist denemez.
Birincisi, bir toplum artığın sömürülmesinden önce, bu artığın nasıl üretildiği ile diğerinden ayrılır. Kapitalist üretim tarzında kendine özgü esnek kontrol sistemleri vardır, bunların temelinde artı-değer üretilir ve sömürülür. Bunlar işçi sınıfı, fabrika sitemleri, ücret sistemi, işgücünün meta olması vb. hepsi SSCB’de vardır. Bu yüzden SSCB kapitalist bir toplumdur.
-E- Bürokrasinin üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmadığı bundan dolayı da sınıf olmadığı ileri sürülmektedir.
Burada iki kavram açıklanmadan bu soruya cevap verilemez. Birincisi mülkiyetin tanımına ilişkindir. Hegel mülkiyeti dıştalama kavramı ile birlikte ele alır. Mülkiyet bir kişi veya grubun, bir nesnenin kullanımından diğerini dıştalama olanağı ve hakkı demektir ve önce fiiliyatta gerçekleşir, yazılı hukukta değil, Roma Hukukuna göre mülkiyet bir nesneyi kullanım, bulundurma ve yok etme hakkıdır.
SSCB devleti üretim araçlarının mülkiyetine sahiptir, işçi sınıfı değil. Buradan hemen devletin nasıl işlediğine geçmek gerekir. Yani, devlet insan değil de bir örgütlenme olduğuna göre, bu mülkiyette doğrudan bu devleti oluşturanların elinde demektir. Bu insanların kararları üretim araçlarının şöyle veya böyle kullanılmasına, nasıl kullanılacağına ve gerekirse yok edilip edilmeyeceğine ilişkindir. Volensky özellikle bu sonuncusu üzerinde durur ve şu örneği verir. Savaşta geri çekilirken bir köprünün uçurulmasına kim ( hangi kurum ) karar veriyorsa işte mülkiyetinde sahibi odur.
Diğer açıklanması gereken de özel mülkiyetin alacağı biçimlere ilişkindir. Özel mülkiyet en az iki şekilde bulunabilir. Bireysel ve kolektif.
Proletarya devletinin üretim araçları üzerindeki mülkiyeti proleter sınıfın mülkiyetidir. Ve bir kolektif özel mülkiyet olacaktır. Bu mülkiyet diğer sınıf ve zümrelerin haklarını dıştalar. Ama diğer sınıf ve zümrelerde proleterleştiği oranda yaygınlaşır, genişler ve giderek ortadan kalkar. Grup mülkiyetine ve kolektif mülkiyete hem tarihten hem de Batı kapitalizminden bir dizi örnek vermek mümkündür. Tarihte kilise topraklarının, Osmanlı tımar sistemi içinde kalan toprakların mülkiyeti vb. hatta anonim şirketler dahi kolektif özel mülkiyet içine sokulabilir. Dolayısıyla bireysel özel mülkiyet klasik kapitalizmin özelliğidir, kolektif özel mülkiyet ise hem işçi sınıfı mülkiyetinin, hem de devlet kapitalizminin özelliğidir.
SONUÇ YERİNE
1929 yılından itibaren başlayan süreç ( Bürokratik Devlet Kapitalizmi ) bütün diyalektik özellikleri izleyerek dinamik şekilde, Gorbaçov’un 1985 yılı ile ve 19 Ağustos 1991’deki darbe ile yeni bir döneme evrildi. Bu dönemi ve daha önceki dönemleri doğru anlamak ve kavramak için Bürokratik Devlet Kapitalizmi teorisine bütünlüğü içinde ihtiyaç vardır.
Bu süreçle birlikte burjuvazinin ideolojik saldırısı olan komünizm öldü, sosyalizm öldü, tarih bitmiştir. Mükemmel olan kapitalizmdir söylemlerine karşı argüman üretmenin yolu da yine Bürokratik Devlet Kapitalizmine başvurmaktan geçmektedir.
Geldiğimiz noktanın analizi ise SSCB ekonomisinde egemen olan ancak aynı zamanda en ciddi krizini de yaşayan yaygın sermaye birikimi, yoğun sermaye birikim modeline doğru değişmeye zorlanmaktadır. Böylelikle yaygın sermaye birikim modeline dayalı komuta ekonomisi tarafından düzenlenen Bürokratik Devlet Kapitalizmi, yoğun sermaye birikim modeline dayalı ve serbest piyasa tarafından düzenlenen kapitalizme dönüşmeye zorlanıyor.
Bunun yaşanmasının açıklaması ve değerlendirilmesi de yine Bürokratik Devlet Kapitalizmi teorisinin savunulmasından geçmektedir.
Bürokratik Devlet Kapitalizmi teorisi ile yapılan polemiklerin ve tartışmaların açmazlarını göstermek için bazı önemli gördüğümüz tespitler ve tezleri değerlendirmek uygun olacaktır.
Kapitalizmin bir dünya sistemi olması, dolayısıyla sosyalizminde bir dünya sistemi olması niyetler dışında temelde nesnel bir durumdur. Yani kapitalizmden kopana her zayıf halka nesnel bir şekilde dünyada bir kaç ülkede devrimin başlamasını sağlar ki, bunlar tarihte görülmüştür. ( Örneğin Alman Devrimi gibi ) Ama başarılı olup olmaması iradi-öznel duruma bağlıdır ki bunun gerçekleşmemiş olması , dünya devrimi perspektifinin yanlışlığını göstermez. Dünya devriminin iki önemli ve temel özelliği vardır. Birincisi geri bir ülkenin geriliğine son vermek için ( Örneğin devrimi başarmış Rusya gibi ) özellikle ekonomik katkı, ikincisi bir kaç ülkede başarılmış devrimin, başarılmış ülkede ( Rusya’da ) kalıcılığını engellemek isteyen ülkeler nezdinde caydırıcılığını sağlamak gibi. Ayrıca devrimin başarılması devlet iktidarının el değiştirmesi ( Devletin parçalanması olarak ) ve gelişmesi demektir. Bu anlamda bir kaç ülkede olan ( Alman ve Macar devrimleri ) devrimci atılımlar başarılı olamamıştır. Dolayısıyla bu durum atlanarak yapılacak her değerlendirme yeterli ve doğru olmayacaktır.
Bir başka polemik konusu da meta ilişkilerinin kalkması üzerinedir. İşgücünün meta olmaktan çıkması ile genel meta üretimi ve ilişkilerinin ortadan kalkması bir ve aynı değildir. İşgücünün meta olmaktan çıkması işçi devletinde mümkünken, meta üretimi ve ilişkilerinin ortadan kalkması mümkün olmayacaktır. ( Nasıl ki proletarya devletinin proletaryanın devleti olmasının sözle ve yazılı-yasal savunmakla değil, fiilen o devleti proletaryanın kendi organları aracılığıyla kullanılmasını gerektirirse, meta üretimi ve ilişkilerinin sözlü ve yazılı ortadan kalkmasının savunulması nesnel durumu ortadan kaldırmaz ) Bu konuda Gotha Programının Eleştirisi’nin bir yerinde Marks özlü bir şekilde şunları söylemiştir. “ Açıkça görülüyor ki, bu bir eşit değerler değişimi olduğu için, burada meta değişimini düzenleyen kuralların aynısı yürürlüktedir. İçerik ve biçim değişmiştir. Çünkü değişen koşullara altında hiç kimse emeğinden başka bir şey veremez ve bir başka açıdan, bireysel tüketim araçları dışında hiçbir şey bireylerin mülkiyetine geçemez, Ancak, bu tüketim araçlarının bireyler arasındaki bölüşümü söz konusu olduğunda ( Meta değişimi kuralları hala yürürlüktedir ) bir biçime bürünmüş, bir başka biçime bürünmüş emekle, eşdeğeriyle değiştirilmektedir. K. Marks- ( Seçme Eserler cilt 1, sayfa 563-564 )
Yine diğer polemik konuları ile devem ediyoruz.
Metaların serbest rekabet koşullarında dolaşımı ( yani kapitalist pazar koşularında ) ile devlet pazarında ( yani devlet kapitalizminde ) dolaşımı arasında biçimsel ve yüzeysel fark dışında fark arama boşuna çabadır. Rekabet koşullarında değişim değeri anlamında süren alım-satım ilişkisi devlet ( devlet kapitalizminde ise ) pazarın sınırlılığı ve kapalılığı çerçevesinde hükümetin kararları doğrultusunda sürer ve devam eder. İkincisi ve daha önemlisi meta dolaşımının bağlantısından koparılarak yalnız teknik-fiziki bir malın dolaşımına indirgenmesidir. Sınıf bağlantısı ancak işçi sınıfının metaların kendi kullanım değerinden fiilen yararlandığı ve bunun gerçek olması içinde üretim araçları üzerinde kendi mülkiyetinin var olması gerekir. Açıktır ki yukarıda bütün değerlendirmemiz bunların olmadığını gösteriyor.
Bir başka polemik konusu Bürokratik Devlet Kapitalizminin tipik olmayan bir sistem analizi olmasının yadırganmasıdır. Tarihsel dönemler göstermiştir ki tarihte atipik şeklinde tezahür eden bir çok olay ve sistem gerçekleşmiştir. Örneğin Osmanlı’daki Asya Tipi Üretim Tarzı, Bonapartizm, Bismark Dönemi, Kerensky Dönemi vb. gibi. Ayrıca Bürokratik Devlet Kapitalizminin atipik olmasının esas nedeni bir nesnel tarihsel zorunluluk anlamında muzaffer olmuş bir proletarya devriminin ( Ekim Devriminin ) içinden çıkması, oluşmasıdır.
Yine Stalin’in ölümü ile birlikte yerine gelen Kruşçev, Brejnev, Gorbaçov ile bunların kendi dönemi ile birlikte geçmişte yaşanan ( Yani Stalin döneminde ) olumsuzlukların ortadan kalkacağı söylemeleri hayata geçmemiştir. Stalin’in yerine gelen bu insanlar, tek kişi yönetimine son vereceklerini, ekonomik anlamda ise , üretim araçları üreten sanayiden daha başat olarak tüketim sanayine önem verecekleri, daha fazla demokrasi, daha fazla sosyalizm söylemi ve bunlar gibi konuların yaşanacağını söylemelerine rağmen bunlar gerçekleşmeden bu liderler sessizce ortadan çekilmişlerdir. Devrimci Marksizm bu durumu bu liderlerin kendi dönemlerindeki açmazları, yanlışları sonucu değil esas olarak ( Doğru şekilde ve nesnel olarak anlar ve kavrarsak ) 1929 ‘da oluşmaya başlayan Bürokratik Devlet Kapitalizminin yani Stalin-Stalinizm döneminin bu liderlerin dönemini belirlediğini düşünüyoruz.
Diğer bir polemik bürokrasinin zenginleşmesi ve servet sahibi aşamasına gelmesi sınıf olmasından kaynaklıdır. Bürokrasi içinde azınlık bir kesimin milyonlarca rubleyi hükümete borç vermesi, bu tutarın bir işçinin yaklaşık 250 yıllık kazancına ( hiç harcamadan ) eşit olması sıradan bir bürokrattan farklılığını çok net şekilde göstermektedir. Artı-değere el koyan, birikim ilişkisini taşıyan, klasik patron gibi gözükmeyen, üretim araçlarının kullanımı ve denetimini elinde tutan bürokrasi elbette az sayıda olacaktır. Milyonlarca bürokrasi ise bu sınıfın işlerini yürüten sıradan memurlardır. Chelsa Baçkanı Abromovich’in 15 milyar kadar tazminat verecek kadar servet sahibi olması, dünyanın sayılı zenginleri arasında bulunması, genç yaşında olması dolayısıyla bu zenginliğin son dönemde mi ortaya çıktığı yoksa 1929-1939 dönemiyle aileden ( bürokrasiden ) oluştuğunu araştırmak, değerlendirmek gerekmektedir.
Yine Bürokratik Devlet Kapitalizmi teorisini bütünlüklü olarak kavramadan, spesifik yanlarının alınıp değerlendirilmesi sonucu bu teorinin devrim ve sosyalizm konularını kapsamadığı da doğru olmayan öznel bir değerlendirmedir. Bizler Ekim Devriminin tarihteki ilk gerçekleşen işçi devrimi olduğunu, bunun sonucu işçi devletinin oluştuğunu, bir dizi sosyalizmin inşası doğrultusunda adımlar atıldığını, ama muhafazakar bir egemen sınıf ideolojisi olan Stalinizmin uygulamaları ile 1929 dan sonraki süreçle bu durumun ortadan kalktığını söylüyoruz. Bu tespit ve değerlendirmeler devrimci cesaret, güven ve ufuk açıcı olduğu için bizlere devrimci-komünist mücadele azmi vererek, literatürdeki devrim ve sosyalizm söyleminin doğruluğunu dolayısıyla bunun gerçekleşmesini istiyoruz. Çünkü 1929’dan sonraki yaşananların sosyalizm olmadığını söylediğimiz noktadan itibaren ( Bürokratik Devlet Kapitalizmi olduğunu söyleyerek ) otomatik olarak literatürdeki sosyalizm anlayışını savunmak tek seçenek olarak karşımıza çıkıyor. Oysa 1929 larla birlikte yaşananları sosyalizm olarak ( Hangi biçimde veya açık ve örtük olarak ) savunanların sosyalizm anlayışları ise istense de, istenmese de en azından bu olumsuzluktan etkilenmemesi düşünülemez.