2024-06-08 17:27:07

Marksizm ve Türkiye'de İslamcılık

Asım Öz

08 Haziran 2024, 17:27

Özellikle son dönemde ( Cumhur İttifakı dönemi ) tarikat, cemaatlarıyla, devlet içinde örgütlenmeleriyle, rıza ve ikna üretimi anlamında çocuklardan başlayarak dönem dönem uyguladıkları programlarla ( ÇEDES, Maarif vb. gibi ) siyasal İslam bir düzen inşa etmeye çabalayan İslamcı hareket “pasif devrim”, “aktif devrim” tezleriyle geleceğe hazırlanmaktadır. Dolayısıyla İslamcı harekete karşı bütünlüklü bir mücadele için İslamcı hareketin doğru anlaşılması ve kavranması gerekmektedir. Bu anlamda İslamcı hareketin her boydan manipülasyon, illüzyon ve takiyeci anlayışına karşı değerlendirme önemli ve zorunlu olmuştur. Bu noktada dikkatli bir yoğunlaşma da önem arz etmektedir. Yani İslamcı hareketle, faşist hareketi aynılaştırmak veya bir antagonizm olarak görmenin de yanlışlığı açıktır. Dolayısıyla İslamcı hareketin Marksizm çerçevesin de bir döneminin değerlendirilmesi olan bu yazı güncellik anlamında bugünlere de referans olacak ve yanlışlıklarına da açıklık getirecek, yön verecektir.

“İslam’ı bir bütün olarak ( inanç, ibadet ahlak, felsefe, siyaset, eğitim) yeniden hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları İslam dünyasını Batı sömürüsünden, zalim yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın, siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket “ seklinde tanımlanabilecek olan İslamcılığın siyasal bir ideoloji olarak ne zaman ortaya çıktığı konusunda net bir görüş olmasa da yaygın bir anlayışına göre İslamcılık Birinci Meşrutiyet sonrasında ortaya çıkmıştır. Öncülüğünü de Mısırlı düşünür Cemalettin Afgani’nin yaptığı iddia edilmektedir. Bir başka yaklaşıma göre Türkiye’de ki İslami hareketin başlangıcı genel olarak, Osmanlı Devletinde siyasal ve sosyal krizin arttığı ve bunu sonucu olarak krizden çıkış için çeşitli oluşumların görülmeye başladığı 18. Yüzyılın sonları ile 19. Yüzyılın başlarına kadar uzatılabilir.”

Aslında Müslüman ülkelerin tarihlerine bakıldığında, işlerin yolunda olmadığı, sistemin bozulduğu, yakınmaların artığı dönemlerde “ bunların nedenlerinin İslam’dan uzaklaşmak, çözümün ise yeniden İslam’a dönmek olduğu” şeklindeki yaklaşımın çok sık ortaya çıktığı görülmektedir. Yine Müslümanların, gayri Müslimlerin saldırılarına uğradıklarında, siyasal, kültürel ve ekonomik alanda geri kaldıkları da görülmektedir. Bu anlamda “İslam’a geri dönüş”, “yeniden İslamlaşma” gibi kavramların Türkiye’de 16. yüzyıla kadar dayanan bir geçmişinin olduğu söylenebilir.

“ İslam dünyası, 19. Yüzyılın sonlarına geldiğinde, Batı yayılmacılığı karşısında önemli ölçüde sömürgeleşmişti. Müslümanlar, “ teknik ve fetihçi” Avrupa karşısında kendilerini ilk kez yapısal olarak savunma durumunda hissediyorlardı. Yüzyıllardan beri, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında süregelen mevcut denge artık ortadan kalkmıştır.

İslamcılık işte bu “ sömürgeci ve emperyalist referanslar sistemine ve bizatihi işgale karşı direniş sürecinde oluşmaya başladı.” Dolayısıyla 19. Yüzyılın sonlarında, batı emperyalizmin Müslümanlar üzerindeki egemenliği ve bu egemenliğin sosyo-kültürel yapıda oluşturduğu çözülme karşısında gösterilen tepki, İslamcılığın ortaya çıkışındaki en belirgin özelliklerden biridir. Yine 19.yüzyılda ortaya çıkan İslamcılık hareketi, her ne kadar kaynaklara dönüşe önem verse de, genel hatlarıyla doğru yenilenmeye uzak kaldığı, hatta ilke olarak bunu benimsemediği, gerçekleşmesini imkansız gördüğü söylenebilir.

Müslüman Arap toplumları ile Osmanlı Devletinde ortaya çıkan İslamcılık anlayışının birbirinden önemli ayrılıklar gösterdiği görülmektedir. Sömürge haline gelen Müslüman Arap toplumlarında “ İslam dayanışması anti-emperyalizmle özdeşleşerek negatif anlamda birleştirici fonksiyon” görüp, cihat İslamcılığın temel vurgusu olurken, Osmanlı devletinde ise İslamcılık dar bir alanda da olsa Müslümanların yeniden organizasyonu, çağa uygun yeni kurumların ve düşüncülerin yaratılması yolunda pozitif bir anlam yüklenmiştir.

Fakat özellikle 1. Mahmut döneminden itibaren yoğunluk kazanan Batılılaşma hareketleri, Osmanlı Devletini gittikçe İslam’dan uzaklaştırıyordu. Bu durum 1855’te Osmanlı Hükümetinin, köleliğin kaldırılması, Hıristiyanlara eşit haklar verilmesi ve kadın haklarının tanınması gibi bazı uygulamalar da görülmüştür.

Görüldüğü gibi İslami hareketin en belirgin niteliği, Batı karşıtı bir karakter göstermesi yanında, aynı zamanda bir “savunma ideolojisi” görünümü de vermesidir. Yine “ Osmanlı ülkesindeki İslamcılık hareketini bir kalkınma kurtuluş ideoloji” olarak Osmanlıcılık hareketinin devamı, milliyetçilik ve bir ölçüde Türkçülük cereyanının öncesi şeklinde ele almak doğru olur.

Fakat İslamcılık başlı başına bir “politika” olarak, tüm yönleriyle birlikte 2. Abdülhamit döneminde benimsendi ve savunuldu. Abdülhamit’in despotik yönetimi, kendi iktidarını sorgulayan her düşünce akımına karşıydı. Böyle bir ortamda da İslamcılığın, bağımsız bir fikir hareketi olarak gelişmesi mümkün olmamıştır. Zaten dönemin İslamcı aydınlarını da 2. Abdülhamit’e karşı oldukları bilinmektedir.

Meşrutiyetin ikinci kez ilan edilmesiyle gelen özgürlükçü ortam, İslamcılığın bir fikir hareketi olarak gelişmesine önemli katkıda bulundu. Sırat-ı Müstakimin 14 Ağustos 1908’de yayın dünyasına girmesiyle, İslamcı hareket “fikri planda” büyük bir ivme kazanmaya başladı.

19. yüzyılın ikinci yarısı ortasında çıkan ve Birinci Meşrutiyetle birlikte bir süre, en güçlü fikir akımı olarak görülen İslamcılık, özetle şu temel yaklaşımlarda bulunmuştur. İslamiyet Batılıların iddia ettiği gibi ilerlemeye engel değildir. İslam inancı modern çağın yeniliklerine kolayca uyum sağlayabilir.

Yeter ki Ortaçağda kapanan içtihat kapısı yeniden açılsın. Müslümanların Batı karşısında gerilemeleri, İslamiyet’in suçu değildir. Kişilerin hataları Müslüman toplumları geri bıraktırmıştır. İslam’ın yaşamın her alanına müdahale eden kuralları, bir bütün halinde uygulanırsa Müslümanlar yeniden egemen olur.

İslamcılar, Batılı sömürgecilere karşı ortak bir tutumun benimsenebilmesi için, dağılan İslam topluluklarının, bir merkez etrafında toplanmaları gerektiğini belirtmişlerdir. Bu hedefin parolası ise “ittihat-ı İslam” kavramı olmuştur. Kur-an ve Sünnetin her zaman bağlı kalınması gereken en önemli kaynak olduğunu, İslam’ın yeniden değerlendirilmesi için, öncelikle bu iki temel kaynağa başvurulması gerektiğini savunmuşlardır. Yine onlara göre Batı, teknolojik alanda tartışılmaz bir üstünlüğe sahiptir. Müslümanların görevi ise, Batıyı üstün kılan değerleri alıp, kendi toplumlarını kalkındırmak olmalıdır.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Anadolu’nun işgale uğraması üzere başlatılan karşı mücadele sürecine, İslamcıların önemli bir bölümü destek verdi. Anadolu’daki dindar kesimin büyük bir bölümü, örneğin imam, müftü gibi din görevlileri şartların zorlamasıyla Kuvayı Milliye güçlerini desteklediler. Fakat Kurtuluş Savaşı İslami boyutu olan kutsal bir din savaşı değildir. Ama bu mücadele de dinin de önemli bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Bunun bilincinde olan Mustafa Kemal ve onun çevresinde olan mücadelecilerde, İslamcılık düşüncesi ile doğrudan çatışmaya girmeyip, pragmatik bir anlayışla Kurtuluş Savaşının “ulusçu” niteliğini ön plana çıkarmamaya özen göstermişlerdir. Mustafa Kemal’in mücadelenin başlangıcında, halkın dinsel duygularına seslenirken başvurduğu etkili yerel otoriteler arasında birçok şeyh ve dini liderinde bulunduğu bilinmektedir.

23 Nisan 1920’de açılan Birinci TBMM’de ulemadan temsilcilere de özellikle yer verilmiştir. Bu mecliste üyelerin en azında yüzde 20’si ulemadandı ve milletvekillerinin 8’i şeyhti. İslamcılarla yapılan ittifak Kurtuluş Savaşının bitimine kadar kimi zaman beliren anlaşmazlıklara rağmen devam etmiştir. Fakat saltanatın ve özellikle halifeliğin kaldırılması nedeniyle, devrimci kadro ve İslamcılar arasında, kesin bir ayrışma olmuştur. İslamcılar Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası etrafında toplanmışlardır.

Osmanlı’dan devralınan sistemin köklü bir değişime uğratılması, İslamcı çevrede ve muhafazakar halk kesiminde “dinden sapma” olarak değerlendirilmiş ve tepkilere yol açmıştır. Şeyh Sait ayaklanması bu tepkilerin en önemlisidir.

Fakat bu ayaklanmanın bastırılması sürecinde çıkarılan Takrir-i Sükun Yasası’nın da hükümete verdiği yetkiyle kısa bir zamanda İslamcı muhalefet tasfiye edildi. Bu dönemde görev yapan İstiklal Mahkemeleri, rejime yönelik her türlü muhalefeti sindirme görevini üstlenirken, İslamcı eylemlerinde cezalandırılmasında aktif görev yaptı.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra, İslam yeniden tanımlanmaya başlamıştır. Bu yeni tanıma din, kişi ile Allah arasında var olan bir ilişkidir ve hayat bulacağı tek yer vicdanlardır. Artık dinin politikaya, hukuk sistemine, eğitime karışmasına izin verilmeyecektir. Bu nedenle de din kurumu, devletin sıkı gözetimi ve denetimi altına alınmış, halifeliğin kaldırılması, güçlü tasavvuf tarikatlarının yasadışı ilan edilmesiyle Türkiye’de İslam’ın gücü sınırlandırılıp standartlaştırılmıştır. İzlenen politika ile devletin İslam kurumlarına doğrudan müdahale edebilmesini sağlayan bir yönetim mekanizması oluşturarak, din görevlisi olan imamlar, hatipler ve müftüler, devlet yönetimindeki Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanıp memurlaştırıldılar. Aslında Cumhuriyeti kuran “devrimci” kadro, Batı’nın 16. yüzyılda yaptığı reformun benzerini İslamiyet’e de uygulamak amacındaydı. 1928’de gündeme gelen “ “Dini Islah Projesi” bunun kanıtlarından biridir. Bu proje ile “ulusal İslam” yaratılmaya çalışılmıştır. İbadetin Türkçeleştirilmesi de bu çabanın ürünüdür.

Çok Partili Yaşama Geçiş ve İslam

Din egemenliğindeki Osmanlın devlet ve toplum sistemini, ulusal-laik değerlerle yeniden inşa etmeyi amaçlayan CHP, 1945 yılında çok partili yaşama geçiş ve oy rekabeti nedeniyle dine yönelik politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı. Bir yandan medreseler tekke ve zaviyeler gibi dinsel kurumlar kapatılırken, öte yandan devlet kontrolünde “uysal bir İslam” oluşturulmaya çalışıldı. Özünde din kurumuna ve İslam inancına karşı olmayan Türk devrimi, İslam’ın siyasal istemlerine karşı çıkmıştır. Dolayısıyla Kemalist devrimlerle Türkiye’de İslamlığın Osmanlı rejimindeki devlet-din bileşimi örneği içindeki yeridir. Bununla birlikte bakım, onarım ve her türlü yönetim giderleri devlet bütçesinden belirli bir oranda pay alan Diyanet İşleri Başkanlığına ayrılan bütçeyle sağlama yoluna gidilmiştir. Ayrıca tek Tanrılı bütün dinler yasa koruyuculuğu altına alınmış, propaganda organları da yasaklanmıştır. 3 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılmasından sonra Şer’iye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak Şer’iye mahkemelerinin görevlerine son verip, tekke ve zaviyeler kapatıldı. 1926 yılında Medeni Kanunun kabul edilmesiyle de İslam şeriatının, aile ve birey hukuku ile kuralları ortadan kaldırıldı.

CHP, çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisiyle, bir kez daha çok partili hayata geçince, sistemin getirdiği rekabetçi durum nedeniyle, İslam’a karşı izlediği politika da değişiklik yapmak zorunda kaldı. 1945’te ileri sürdüğü “dinde reform” projesi partinin gelenekçi kanadı tarafından benimsenmediği gibi laiklik alanındaki yumuşama da sürdürüldü. CHP laiklik konusundaki ılımlı yaklaşımın sürdürerek devlet denetiminde tekrar din eğitimin verilmesini kabul etti.

Milli Eğitim Bakanlığının ilkokulların programına yeniden seçmeli din dersi koyması, imam-hatip eğitimi için kursların düzenlenmesi, türbelerin yeniden ziyarete açılması ve hac için gerekli dövizin verileceğinin açıklanması bu ödünlerden bazılarıydı. İzlenen bu politika, CHP’nin gelenekçi çevrelerle bir noktada uzlaşma amacında olduğunu göstermektedir. Zaten Günaltay’ın Başbakanlığa getirilmesi, İslamcı çevrelerce de olumlu karşılanmıştı. Bu durumda devlet, din karşısında zayıf kaldıkça ve din üzerindeki denetim gevşetildikçe, Şeyh Sait isyanı ve Menemen olaylarında olduğu gibi rejimi tehlikeye düşürecek eylemlerin tekrarlanabileceği ileri sürülüyordu. Örneğin 1950 seçimleri öncesinde gerek CHP, gerekse DP dinin halk üzerindeki etkisinin daha çok görüldüğü Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde şeyhler ile pazarlığa girdiler.

Özetle CHP, dini politik amaçlarla kullanmak konusunda muhalefetten hiç de farklı bir yaklaşım sergilememiştir. Bizzat İnönü bile, 1950 seçimlerinden önce partinin, dini güçleri siyasi amaçlarla istismar etmesinden duyduğu rahatsızlığı belirtiyordu.

Hükümetin dine ılımlı yaklaşımı, Milli Kalkınma Partisi, İslam Koruma Partisi, Muhafazakar Toprak Emlak Partisi, Sosyal Adalet Partisi, Çiftçi Köylü Partisi gibi dinsel motifli İslamcı partilerin kurulmasına neden oldu ve yine toplumsal eşitlikçilerin adaletsizliklerin önlenmemesi ve toplumdaki beklentilerin karşılanmaması bilinen tek ideolojiye yani halk tarafından yüzyıllar içinde geliştirilmiş olan İslami yoruma tekrar dönmeyi hızlandırmıştır.

Gelenekçi –İslamcı düşüncenin güçlenmesi üzerine, 1949 yılında Ceza Kanununun 163. Maddesinin yeniden gözden geçirilmesi zorunluluğu görüldü. Yapılan bir değişiklikle, dine dayalı devlet kurmaya yönelik propaganda yapmak ve örgüt oluşturmak, bir suç olarak yeniden düzenlendi.

Çok partili demokratik yaşama geçiş, oy kaygısını doğurmuş ve 1948’den sonra iktidar ve muhalefet partilerinde İslamcı gruplar ortaya çıkmıştır. Fakat bu akımın laikliği ortadan kaldıracak gücü yoktur, bu durumun sonucunda İslamcı akımın güçlenmesinin önü açılmıştır.

Demokrat Parti Dönemi ve İslamcı Hareket

Geçekten de hiçbir şekilde “İslamcı parti” olarak nitelendirilemeyecek olan DP, kuruluşundan iktidara geldiği döneme kadar izlediği başarılı muhalefet politikasıyla İslamcıların güçlenmesine ortam hazırlamıştır. Buna karşılık çok partili sisteme geçişle birlikte kurulan yeni partiler arasında, laiklik ile ilgili en cüretkar yaklaşım, Millet Partisinden gelmiştir. MP programı da ile de İslamcılara daha yakındır. Çünkü CHP ve DP’nin programlarında yer almayan, okullarda din derslerinin okutulması ve ilahiyat okullarının açılması konusu il kez MP programında açıkça ifade edilmiştir.

DP ise muhalefette bir yandan laik sisteme bağlılığını kanıtlamaya çalışırken, diğer yandan da yaklaşan genel seçimler nedeniyle gelenekçi- İslamcı kesime mesaj vermeyi de ihmal etmemiştir. Bununla birlikte İslamcı çevrelere göre, DP’nin din politikası kesin ve açık bir şekilde belli değildir. Parti başkanı Bayar, bu konuda kesin konuşmamaktadır.

1950 seçimlerinde İslamcı yayın organları MP’yi desteklediler. Bu desteğe rağmen MP’nin başarılı olamaması ve Başbakan Menderes’in “ din ve vicdan hürriyetinin icaplarına riayet edeceğiz” şeklinde konuşması İslamcıların DP’ye yaklaşmasını getirdi. Özellikle 16 Haziran 1950 tarihinde, ezanın yeniden Arapça olarak okutulmasının kabul edilmesiyle İslamcı yayın organları DP’yi daha yücelttiler. Öyle ki Ezanın Arapça okunması yönünde öyle bir ortam oluşturuldu ki, CHP’de değişiklik konusunda bir tartışmaya girmeyip, sessiz kalmayı tercih etti. Halkın önemli bir bölümünün karar nedeniyle DP’ye sevgi göstermesinin tek nedeni, kuşkusuz sadece bu yasağın kaldırılması değildi. Yasağın kaldırılış tarihide önemliydi. Yasağa Ramazan ayının bir Cuma gününde son verildi ve bu DP’nin İslam’a bağlılığının bir sembolü haline geldi.

Ezanın Arapçaya çevrilmesini, diğer değişikler izledi. 5 Temmuz 1950’de radyo programlarındaki dini yayın yasağı kaldırıldı ve hemen ardından, radyodan Kur-an yayınlarına başlandı. Ekim 1950’de seçmeli olan din dersleri fiilen zorunlu duruma getirildi. Çünkü bundan sonra, önceki uygulamanın aksine velilerin, çocuklarının bu derslere girmek istedikleri yönünde dilekçe vermeleri şart koşuldu.

İslamcı çevreler, bir yandan CHP dönemini ağır bir şekilde eleştirip DP’in uygulamalarını alkışlarken, öte yandan DP’nin gerçek din özgürlüğünü henüz sağlayamadığını ve 163. maddeyi kaldırmadığını vurgulasalar da artık DP etrafında kenetlenmişlerdir.

Doğal olarak yerel ilişkiler ve bağlar, DP kadroları içinde en azından önemli azınlığa sahip bir kesimin, daha tutucu bir dünya görüşüne sahip olmasına neden olmuştur. DP’nin din ve dinci akımlar konusunda daha yumuşak bir tutum takınmalarının, bu özelliklerden kaynaklandığını söylemek yanlış değildir. Fakat partideki İslamcı gelişme, bir süre sonra toplum düzenini tehdit edecek olayların çıkmasına ortam hazırlayınca, DP “ sessiz kalma” tavrını değiştirmeye ve laik sisteme açıkça sahip çıkmaya başladı. Bu tavır değişikliğine yol açan en önemli olay 1952’de Vatan gazetesi başyazarı olan Ahmet Emin Yalman’ın Malatya’da silahlı saldırı sonucu yaralanmasıdır. Bu durum sonucunda Başbakan Menderes 1953’te gerici istemlerde bulunan ve eylemci bir görünüme sahip olan Milliyetçiler Cemiyetini kapattırdı. Ayrıca başta Büyük Doğu ve Sebilürreşad olmak üzere çeşitli İslamcı yayınlara karşı davalar açıldı. Atatürk heykellerini tahrip eden Ticani’ler ve lideri Kemal Pilavoğlu tutuklandı. İslam Demokrat Partisi kapatıldı.

Aslında DP İslamcı çevrelerin desteğini almaya çalışırken, devrimlerden önemli ödünler vermeye de yanaşmamıştır. Fakat yine aynı DP, kendi döneminde Ezanın tekrar Arapça okunması ve radyolarda dini yayınların başlatılmasını koz olarak kullandı ve CHP’nin iddiasına göre DP, birçok yerde “ Altı okumu seçerseniz Kur-an’ı mı? Ve CHP iktidara gelirse camiler kışla haline sokulacaktır” Şeklinde propaganda yapıyordu. Ayrıca 1957 seçimlerinde, dinsel sloganları ağırlıklı kullanırken, Nurcularla da seçim ittifakına girdi. Örneğin Menderes, 1958’de Emirdağ’da yeşil Tuğralı bayraklı ve Said-i Nursi tarafından karşılanmaktan memnuniyet duyuyordu.

DP İslamcı gelişmeye göz yumunca, ister istemez, İslam’ın yeniden dirilişiyle özdeşleştirildi. Menderes’in 17 Şubat 1959’da partisinin 15 üyesinin yaşamını yitirdiği Gatwick uçak kazasından sağ kurtulmasından sonra, bu özdeşleşme daha açık ve tuhaf bir hal aldı. DP yanlısı İslamcı basın, kazadan Menderes’in kurtuluşunu Tanrısal nedenlerle bağlıyor ve bu ilahi kurtuluşu saygı duyarak, Anayasaya “ Türk ulusunun dini, din-i İslam’dır” ifadesinin yeniden konmasını istiyordu.

Fakat DP bu tutumlarına rağmen, Türkiye’yi yeniden sosyal, kültürel ve siyasal anlamda bir İslam devletine dönüştürmeyi, hiçbir zaman düşünmemiştir. Fakat politik beklentiler nedeniyle, bir takım gerici istemlere göz yumulmuştur. DP’nin bu politikası CHP döneminde sürekli baskı altında tutulan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasına neden olmuştur. Bununla birlikte DP dönemindeki bu gelişmeyi çok abartmamak gerekir. Bütün gerici istemlerin, tek parti dönemindeki militan-laiklik politikasına yönelik sınırlı bir tepki hareketi olarak görmek daha doğru ve gerçekçidir. Dolayısıyla DP İslamcılara göre kötünün iyisidir. İslam Türkiye’de ki laik sisteme eklemlenmeye başlamıştır. DP, İslam ve geleneksel değerleri meşrulaştırmıştır. 1950’den sonra, İslamcı kesim “ sağ iktidarla barışık uzlaşmacı ve muhafazakar” bir kimlik edinmiştir. 1950’den sonra ki döneme İslamcı kesimin tepkisi, komünizm tehlikesine karşı yönlendirilmiştir.

DP, bir anlamda CHP’nin 1947 Kurultayından sonra başlattığı ılımlı laiklik politikasını devam ettirmiştir. Ancak Türk siyasal yaşamında laiklikten ayrılma ve sapmanın, DP ile başladığı yolunda yerleşik bir tezin oluştuğu da yadsınamamaktadır.

27 Mayıs Hareketi ver İslamcılar

DP dönemindeki İslami canlanmanın hızlanması, ordunun hareke geçmesini çabuklaştırsa da darbelerin tek ve biricik gerekçesi bu durum değildir. Askeri yönetiminin, İslami liberalizasyonu karşı bir saldırı başlatacağına ve DP öncesindeki militan-laisizm politikasına geri döneceğine ilişkin geniş bir kanı vardı. Türkçe Ezana geri dönüleceği ve camilerin kışlalara dönüştürüleceği söylenti yaygındı. Fakat Milli Birlik Komitesinin böyle bir amacı yoktu.

Aslında MBK’ indeki çoğunluk, muhafazakar çıkar gruplarının ve siyasi partilerin elinden İslam’ı alarak devletin milli bir aracına dönüştürmek istiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, MBK İslam’a ılımlı yaklaşacak, fakat DP dönemindeki din istismarına kesinlikte izin vermeyecekti.

27 Mayıs yönetimi İslam’a “milli ve ilerici bir imaj” verilmesi için çaba göstermiştir. Örneğin 27 Mayısın lideri Cemal Gürsel Malatya’da halktan ekonomik durumu düzeltmek için çaba harcamalarını isterken “ İslam, çalışmamızı ve mükemmele ulaşmamamızı emreder” demiştir.

İslam inancının yüceliğinden, dinamik yapısından, ilericiliğinden söz eden 27 Mayıs yönetimi, kadınların çarşaf giymesine karşı cephe almaktan da geri kalmamıştır. Gerçekte ise, bir bütün olarak MBK’nin yaklaşımı, çarşaf örneğinin gösterdiğinden çok daha sofistikeydi. Kemalizm’e derin bağlılığına karşı MBK, İslam’ın Türk karakterinde yaşamsal bir bileşim olduğunu kavrıyordu. Bu nedenle 27 Mayıs yönetimi, tek parti dönemindeki militan-laiklik politikasına dönmek yerine, devlet denetimindeki değişime direnmeyecek bir İslam anlayışının oluşturulmasına çalıştı. Tek parti döneminde olduğu gibi, İslami bazı düzenlemeler ve yasaklarla reformize etmektense, aşağıdan yukarıya doğru bir reform düşünüldü.

Fakat 27 Mayıs yönetimi, düşündüğü din anlayışını yerleştirecek ve güçlendirecek bir programı sahip değildi. Dolayısıyla DP’den çok farklı bir din politikası izlememiş, resmi ideoloji ile halkı uzlaştırma çabalarını sürdürmüştür. Askeri yönetim, imam hatip okulları ve Kur-an kurslarının yeniden düzenlenmesi dışında herhangi bir kurumsal düzenlemeye gitmemiştir. Hatta bu dönemdeki dinsel kurumlar ve din eğitiminin durumuna bakıldığında dinin askeri yönetiminden belli bir destek gördüğü bile söylenebilir. Örneğin 1960-1964 arasında, yaklaşık altı bin yeni cami yapıldı. Din dersleri seçmeli olmasına rağmen, tek parti dönemine oranla, ağırlığını korurken imam-okulları sayısında da artışlar oldu.

İhtilalin yapılmasından yaklaşık bir yıl sonra kabul edilen 1961 Anayasası, laiklik ilkesini din ve vicdan özgürlüğünü oldukça liberal bir anlayış içinde düzenledi. Özgürlükçü bir temele dayanan 1961 Anayasası, DP döneminde uyanan İslami hareketi yok etmeye çalışmamış, aksine bu Anayasanın sağladığı özgürlük ortamı içinde, bir süre sonra İslamcı düşünceyi savunan siyasi hareketlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Anayasanın oluşturduğu bu yeni siyasal ortam içinde, İslamcı hareket önemli gelişmeler göstermiş ve siyasal İslam’ın gerçek gelişme yılları, 1961 sonrası dönem olmuştur. 27 Mayısın arkasından Türkiye’de kapitalizmin güçlenerek, sanayileşme ve kentleşmenin yoğun bir şekilde yaşanmaya başlanmasıyla İslam siyasi bir çerçeve kazanmıştır.

Bu dönemle birlikte İslamcı –gelenekçi tezler, salt dinsel olmaktan çıkıp, günlük siyasal yaşamın içinde yer alan sorunlarla da bezenerek değişime uğramıştır. Bu süreçte İslamcı kesim önce MNP, daha sonra da MSP ile siyasal yaşama daha aktif bir şekilde katılma şansı yakalamıştır.

Özellikle 1965 seçimlerinde AP’nin tek başına iktidara gelmesi ile din, yeniden Türk siyasal yaşamında etkili bir araç durumuna geldi. DP’nin devamı olan AP, dinsel motiflerden yararlanmayı ihmal etmedi. Partinin lideri Demirel’in İslamköy’de doğmuş olması, babasının hacı oluşu bile, AP’nin İslam’a olan sevgisinin işaretleri olarak gösteriliyordu. Bu tür yüzeysel sembollerle bile oy avcılığının yapılmaya başlanması, bir süre sonra İslamcıların devrimlere karşı DP dönemindeki benzer tepkiler göstermesine yol açtı. Çeşitlin İslamcı yayın organlarında devrimlere ağır saldırılar yönetilirken, 1966 yılı içinde yurdun birçok yerinde Atatürk’ün heykel ve resimlerinin parçalanması şeklinde eylemler yapıldı.

Sonuç olarak belirmek gerekirse, İslamcı çevrelerin iddia ettikleri gibi, 27 Mayıs İhtilali İslami harekete karşı yapılmamış, İslam’ı baskı altına alma gibi amaç gütmemiştir. İhtilal, ağır fakat kararlı bir şekilde güçlenen İslami uyanışı durduramamış, hazırladığı özgürlükçü Anayasa ile, 1950’den beri Türk sağına entegre olan İslami hareketin, kapitalistleşme sürecinin hızlanmasına da bağlı olarak, liberal-laik-sağdan ayrışarak kendini görece bağımsız bir şekilde ifade etmesine ortam hazırlamıştır.

27 Mayıs hareketi, İslamcı-gelenekçi çevresinin de desteği ile iktidara gelen DP’yi kapatmış, bütün mal varlığına el koyup parti ileri gelenlerini de tutuklamıştı. Darbeyi yapanların bu sert tutumları, ilk anda İslamcı çevreleri de şaşkınlığa uğrattı. Çünkü nede olsa ihtilali yapan güç CHP eğilimli, laikliğe bağlı ordu idi.

Özellikle basının bir bölümünün, ihtilalin gericiliğe karşı yapıldığı düşüncesi ön plana çıkarması, İslamcı çevrelerin sessiz kalmalarına neden oldu. Bir süre sonra, bu kesimin yayın organlarında orduyu öven, DP’yi ve özellikle Celal Bayar’ı eleştiren yazılar yer almaya başladı.

MBK’nın İslam’a karşı açık bir tutum takınmaması, Ezanı ve Kur-anı Türkçeleştirme söylentilerini reddetmesi, İslamcı yayın organlarını bir ölçüde de olsa cesaretlendirdi. Türkiye’de uygulanan laiklik politikası eleştirilirken, Batılı Demokratik ülkelerde geçerli olan laiklik anlayışının Türkiye’de de uygulanması gerektiğinden söz edildi. İslamcı-gelenekçi çevreler, 1961 Anayasasının da klasik devlet düşüncesine aykırın olduğunu ileri sürmüşlerdi.

Bu çevreler, Batılı anlamda laikliği, devletin dine, dinin de devlete müdahale etmemesi devletin dine karşı tarafsız olması biçiminde algılıyordu.

İslamcı-gelenekçi çevrenin eleştiri ve istemleri, ilginç bir biçimde kendi içinde paradoks oluşturuyordu. Batıdan esinlenerek yapılan her değişim eleştirilip reddedilirken, sıra laiklik anlayışına gelince, Batıda ki uygulamaların Türkiye’de de olduğu gibi benimsenerek kabul edilmesi isteniyordu. Daha da ilginç olanı, gelenekçi düşüncenin bir yandan devletle din işlerinin kesinlikle ayrılmasını ve “devletin dine müdahale etmemesini” isterken, öte yandan da devletin dine “yardım” etmesine talep edip, ihtiyaç duydukları yerlerde örgütlenmelerini sağlayacak düzenlemeyi devletten beklemeleriydi.

Devletten istenen bazı taleplerin, 27 Mayıs yönetimince sert bir tepkiyle karşılandı, İçişleri Bakanlığı gerici istemlere izin verilmeyeceği ve “ tüm irtica hareketlerinin başının ezileceğini duyurdu.”

Türkiye’de İslam’ın Siyasal Örgütlenmesi

1945’lere kadar sessizliğini koruyan ve esas olarak yeraltında kalan İslamcı düşünce çok partili yaşama geçişle birlikte yeniden hareketlenmeye başlamıştır. Fakat 1945’den sonra kurulan bazı partilerin, açık bir İslami kimliğe sahip olduklarını söylemek mümkün değildir. Fakat İslamcı hareket, uzun süre kendisini siyasal yelpazenin sağında tanımlamış ve ona eklemlenmiştir. İslamcı hareket içinde yer alan grup ya da tarikatlar, aralarındaki çeşitli görüş ayrılıkları ve çatışmalara karşın, sağcı olarak nitelenen partileri desteklemekten kaçınmamışlardır. İslamcı siyasal hareket ya da gruplar, öncelikle bağımsız olarak kendi programını ortaya koymak yerine, CHP laikliğini daha sonra yükselen sol hareketi etkisiz bırakmak için, sağı desteklemiş ya da desteklemek zorunda kalmışlardır.

1945 Temmuzundan DP’nin iktidara geldiği 1950 Mayısına kadar, Türkiye’de 24 siyasi parti ve kuruluş çıksa da, 1945-1950 dönemi siyasal yaşamından İslamcı-gelenekçi düşüncenin en önemli temsilcisi, Millet Partisidir. Fakat MP’nin Cumhuriyetin laik değerlerine bütünüyle karşın olduğunu söylemekte mümkün değildir.

İslamcıların önemli bir bölümünün MNP kuruluna kadar partileşmeden, genellikle AP içinde yer aldıkları görülmektedir. İslamcıların laikliğe aykırı bir siyasal örgütlenmeye olanak tanınmayacağı inancından doğan kuşkuları, bağımsız bir siyasal parti şeklinde örgütlenmelerini de bir süre için geciktirdi.

MNP’nin kuruluşuna kadar İslamcı çevrelerin giriştiği tek siyasal parti denemesi İslam Demokrat Parti denemesidir. Bu partide hiçbir başarı ve etkinlik sağlayamamıştır.

1960’lar Türkiye’sinde İslam yeni bir ideolojik kimliğe büründü, bu kimliğin belirleyici ögesi, her türlü sol düşünceye karşı çıkıştır. Daha önemlisi de “ anti-komünist, sağcı, kapitalist ve ABD taraftarı bir garip Müslüman tipi yaratılmıştır.”

Bugün gazetesi ve onun öteki yazarı M. Şevket Eygi abartılmış bir komünizm korkusunu sistemli bir şekilde körükleyerek, halkı toplu namazlara çağırmakta, hatta zaman zaman komünist ihtilalin gerçekleşeceği günü belirterek, halkın din ve devlet uğruna mücadele için evlerde su, ekmek, kazma, tırpan vb. şeyleri stok etmesini önermektedir.

1960’ların sonlarına doğru dinsel çevrelerin eğitime özellikle üniversitelere, basına ve yargı sistemine, hatta askeri kuvvetlere sızmak için önemli çaba harcadıklarını gösteren belirtilen ortaya çıkmıştır.

İslamcılar, 1960’lar boyunca DP’nin devamı olarak gördükleri AP’yi destekleyerek siyasal yaşamda yer almışlardır. Fakat AP’nin gerçekte DP’nin devamı olmadığının anlaşılmasıyla da İslamcılar giderek AP’den ayrılarak bağımsız bir siyasal harekete yönelmişlerdir. İslamcı hareketin AP’de ayrılmasında şüphesiz orta sınıfların, küçük burjuvazinin, artık çıkarlarının bu partide korunmadığını görmesinin de büyük etkisi vardır.

Milli Nizam Partisi ( MNP)

1960’lı yılların sonlarında kapitalizmin gelişimi ve Türkiye’nin sanayileşmesinin geldiği nokta, çoğunluğu büyük kentlere- özellikle İstanbul’da yaşayan büyük sanayici ve işadamlarının çıkarlarıyla, yine çoğunluğu Anadolu’nun küçük kasabalarında bulunan küçük işadamı ve esnafın çıkarlarını uzlaştırma olanağını tamamen ortadan kaldırdı. Bu güçler tarafından artık kendilerinin öncelikle gözetilmediklerini ve çıkarlarının AP tarafından korunmadığını fark ettiklerinde bu durum yeni bir siyasal oluşumun ortaya çıkmasını sağladı. Çünkü ekonomik durumları bozulan ve buna bağlı olarak rollerini yitiren yığınlar, giderek kaybettiklerini Batılaşmaya ve kapitalist ekonomi sisteme fatura etmeye başlamışlardır.

1960’lar ticari kapitalizmden, sanayi kapitalizme dönüşüm sürecini başlattı. Bu süreç, toprak ağalarının ve ayrıcalıklı sınıfların doğal olarak karşı çıktığı tarım reformu gibi önemli reformları gerektiriyordu. Ayrıca bu yeni durum küçük burjuvazinin büyük burjuvazi karşısında varlığını tehlikeye düşürüyordu. Öte yandan küçük burjuvazi, işçi sınıfı davasını Anadolu’ya taşıyan Türkiye İşçi Partisinin kuruluşundan ve partinin sendikal çalışmaları ve örgütlenmesinden rahatsızlık duymaya başladı. Bu durum sonucu küçük-burjuvazi ve gelenekçi çevrenin bir bölümü kendi taleplerinin İslamcı-gelenekçi bir düzen içinde gerçekleştirebileceği kanısına varınca bağımsız örgütlenmeye gitmesi doğaldır.

Böyle bir oluşumu politikayla içli dışlı olan Nakşibendi tarikatına bağlı İskender Paşa Cemaati lideri M. Zahid Kotku İslami bir partinin zamanın geldiğini düşünerek adını da kendisinin koyduğu MNP’nin kuruluşunu sağladı. N. Erbakan’ı parti başkanı olarak belirleyen kişide M. Zahid Kotkuydu.

Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere MNP, büyük burjuvazi karşısında gelir ve saygınlık yitiren bir grup küçük işletmeci, tüccar ve esnaf ile Batılılaşma hareketini başından beri reddeden bir kesim İslamcının etrafında kenetlendikleri bir parti olarak doğdu.

MNP, Cumhuriyetin ilanından sonra kurulmasına izin verilen “İslamcı” kimliğe sahip ilk parti olmuştur. MNP’nin ortaya çıkışını hazırlayan olay ise, büyük ticaret ve sanayi kesiminin temsilcileri ile küçük ve orta ölçekli iş adamlarının Türkiye Odalar Birliğindeki çekişmesiyle ilgilidir. 1968’de Türkiye Odalar Birliği Başkanlığına seçilen Erbakan, büyük burjuvazinin etkin olduğu İstanbul ve İzmir Ticaret Odalarının tepkileriyle karşılaşmış, bunun üzerine AP iktidarı tarafından başkan olarak tanınmamış ve bu önemli karar merkezinin yönetiminden hemen uzaklaştırılmış, hatta AP’den milletvekilliği adaylığı da veto edilmiştir. Veto edilen Erbakan ise 1969 genel seçimlerinde Konya’dan bağımsız aday olarak seçilmiştir.

AP’nin artık kendi sınıfsal çıkarlarını temsil etmediğini gören Anadolu’nun küçük ve orta girişimcisi, Erbakan’ın önderliğinde siyasal örgütlenmesini oluşturdu.

MNP, 26 Ocak 1970’de kuruldu. Küçük ve orta sınıfların çıkarlarını temsil eden MNP, İslami bir parti olarak nitelendirilmesine rağmen, kuruluşundan kapatılmasına kadar hep çekingen bir İslami söylem kullanarak laikliğe açıktan saldırmaktan kaçınmıştır. MNP parti programında laiklik anlayışı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak tarif edilmiş ve dine baskı ve dindara saygısızlık gayesine alet edilmemesi istenmiştir.

MNP ideolojik tezleri “ gelenekçi bir söylem ile rasyonel sosyalist-pozitivist bilim ve teknoloji anlayışını uzlaştırmanın bir ürünüdür.”

Parti programı, milletimizin Batı taklitçiliğinin tuzağına düşerek ahlaki bir dejenerasyona uğradığı, Osmanlı’nın çöküş nedeninin de Batı taklitçisi olduğu, tarihimizdeki ihtişama yeniden ulaşabilmemizin “manevi kalkınmaya” önem vermekten geçtiği, faizciliğin ve montaj sanayinin milli ekonomimizi felce uğrattığı, ekonomik kalkınma için ağır sanayi hamlesine şiddetle ihtiyaç bulunduğu gibi görüş ve değerlendirmeleri içermektedir. Bu anlayışın Batının bilim ve teknolojisini alarak, ama kültür ve medeniyetimizi de muhafaza ederek kalkınmayı sürdürmek şeklindeki Osmanlı’nın son döneminde görülen İslamcı akımların formülasyonu ile hemen hemen aynı olduğu görülecektir.

MNP’nin programında belirtilen “iktisadi esaslara” bakıldığında partinin, küçük burjuvazinin, büyük girişimcinin ekonomideki etkinliğine karşı bir tepki olduğu görülebilir. Çünkü MNP bir yandan sermayenin belli merkezlerde toplanmasına karşı çıkarken diğer yandan devletin destek ve yardımlarının taşraya da yakınlaştırılmasını sağlamak amacındadır. Böylelikle büyük sanayi ve ticaret burjuvazisiyle rekabet edemeyen, gelişmeden pay alamayan küçük kent burjuvazisinin tepkisi olarak doğan MNP, küçük üreticiliğinin ideolojisi olan dinin veya İslamlığın aşırı savunucu olarak görülmüş ve ekonomik bir içerik kazandırdığı bu ideoloji ile İslam partisi özelliği kazanmıştır. MNP’nin kuruluşunu yalnızca ekonomik çıkar çatışmaları ile açıklamak da tek başına yeterli olmayacaktır. Türk devriminin İslam’la yeni bir çerçeve çizmesi ve dinin gücünü sınırlaması, buna karşılık İslamcı çevrelerin Cumhuriyetin İslam’a yönelik izlediği yeni politikaya karşı duyduğu tepkinin de MNP’nin kuruluşunda önemli rol oynadığını belirtmek gerekir. Bir ölçüde MNP, Tanzimat’tan beri süregelen anti- Batıcı ve anti-laik anlayışın devamı niteliğindedir. Kaldı ki, küçük burjuvazinin blok halinde MNP’ye ve bu partinin devamı olan MSP’ye yöneldiğini söylemek de olanaksızdır.

MNP’nin kuruluşuna kadar, Türkiye’nin modernleşme süreci içinde dinsel muhalefet, bağımsız olarak ortaya çıkmamıştır. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşından sonra girdiği süreç, sosyo-ekonomik gelişmeler, laikliğin ılımlı yorumu ve demokratikleşme çabaları dinsel muhalefetinde 1970’lerin başında özerkleşmesini sağlayarak MNP’yi ortaya çıkarmıştır. MNP’nin amacı yasal zeminde mücadele ederek yukarıdan aşağıya bir İslamileşme politikasını gerçekleştirmektir. 26 Ocak 1970’de kurulan MNP, Anayasa Mahkemesinin partinin kapatılma gerekçisinde kurulu düzeni kısmen veya tamamen dini esaslara dayandırılması amacıyla faaliyette bulunmayı yasaklayan 163. Maddesinin kaldırılmasını istemek vb. gibi konuların varlığı temel alındı.

MNP’nin 12 Mart “askeri muhtırasından “ kısa bir süre sonra kapatılması da bir rastlandı değildir. Ordunun Atatürkçü düşünceye ve laikliğe olan bağlılığı, MNP’nin kapatılması kararının verilmesinde etkili olmuştur.

MNP’nin Türkiye’de ki İslami harekete önemli katkıları olmuştur. Öyle ki MNP hareketi 1970’lerin başında İslamcı düşüncenin genel sağcı ideolojiden ayrışmasını sağlamış ve bu nedenle de Türkiye’deki İslami hareket içerisinde önemli bir yer edinmiştir.

Milli Selamet Partisi (MSP)

MNP’nin Anayasa Mahkemesinin verdiği kararla kapatılmasından bir süre sonra yeni bir parti kurulması için İslamcı tabandan güçlü baskılar gelmeye başladı. Sonuçta gerçekten de 12 mart döneminin gittikçe yumuşayan ve İslamcı ideolojiye yarayan siyasal ortamı 11 Ekim 1972’de MSP kurulmasını sağlamıştı. 12 Mart yönetimi MNP’yi kapatmış olmasına rağmen, bir süre sonra bir anlamda “dinci ideolojinin” temsilcisi görünümünde olan MSP’nin politik yaşama katılmasına karşı çıkmamıştır. Bu yeni partinin kuruluşuna izin verilmesini, 12 Mart yönetiminin AP’yi zayıflatma taktiklerinin ve muhtemelen İslamcı-gelenekçi muhalefeti de sisteme entegre etmek ve böylelikle tehlike olmaktan çıkarma politikasının MSP’nın kuruluşuna izin verilmesinde etkili olduğu söylenebilir.

MSP’nin bazı ödünler vermek zorunda kalması ve bunun sonuncuda da kimi radikal İslamcı gruplar tarafından revizyonistlikle suçlanması boşuna değildir. MSP ve MNP arasında hiçbir fark olmamasına rağmen dönemin koşulları göz önünde bulundurularak, başta Erbakan olmak üzere bazı isimler ilk anda parti dışında bırakıldılar. Bu durum MSP yöneticilerinin daha temkinli davrandıkların şeklinde açıklanabilir. Fakat diğer yandan yeni partinin yöneticileri çeşitli toplantılarda MNP’nin devamı oldukları vurgulamaktan da çekinmemişlerdir. Ayrıca MNP’yi kuran kişilerin aynı zamanda MSP’nin kuruluşunda da rol almaları MSP’nin MNP’nin devamı olduğunu açıklıkla göstermektedir. MSP’nin programı da içerik olarak neredeyse MNP programının aynısıydı.

Parti kurulduktan sonra ilk seçimlere katılmak için hızlı bir örgütlenme çalışmasına girişerek, çok kısa bir sürede 42 ile ve 250’yi aşkın ilçede örgütlendi. Kuruluşundan yaklaşık bir yıl sonra girdiği 1973 genel seçiminde, MSP toplam oyların yüzde 11,8 ‘ini alarak 48 milletvekili çıkardı ve böylece Türk siyasal yaşamının üçüncü büyük partisi oldu.

MSP, MNP’nin politik anlayışını sürdürerek Ortak Pazara karşı çıkmış ve İslam dünyası ile iş birliğinin artırılmasını savunarak küçük burjuvazinin ekonomik çıkarlarına uygun bir politika izlemiştir. Parti izlediği politikayı “milli görüş” olarak tanımlayıp, amacını; Manevi ve maddi alanlarda kalkınmayı sağlamak, özellikle manevi gelişmeye ve ahlakçılığa gereken ağırlığı vermek, teknik ve sanayide şahsiyetini bulmuş bir milli hamle yapmak, bu amaçla da bireyin manevi eğitimi sağlamak biçiminde deklere etmiştir. Ahlakçı “manevi” değerlere saygılı, “milli”, sosyal adaletçi, güvenli bir düzeni ile getirdiği öne sürülen “milli görüşün” karşısında sayılan CHP ve AP arasında ise bir ayrım gözetilmemekte her ikisi de “ Batı kulübünün” uydusu olarak nitelendirilmektedir.

MSP ise “milli görüşü” temsil etmektedir. Buna göre, milli görüş dışındaki partiler “maddecidirler” CHP “ her işin başı ahlaktır”, AP “her işin başı paradır” derken MSP “her işin başı ahlaktır” ilkesini benimsemiştir.

MSP, Rejimin Laik-Batıcı söylemine ilk defa açık olarak ve geleneksel İslami terimlerle karşı çıkarak İslamcı çevrelerin dikkatini çekmiş, bu niteliğiyle de Cumhuriyetin ilanından beri laik-Batıcı cephe ile çatışma halinde olan bu cepheye karşı zayıf düşen bu kitlelerin desteğini sağlamakta zorlanmamıştır.

MSP Türkiye’nin Ortak Pazara girmesiyle karşıydı ve faizleri de “haram” kabul ediyordu. Dolayısıyla MSP hareketi bir tepki, bir protesto hareketidir. MSP’nin asıl orjinalliği Cumhuriyet sonrası Müslümanlara kazandırdığı bağımsız siyasal kimlik-kişilikte aranmalıdır. MSP bu anlamda siyasallaşma sürecindeki Müslümanlara güven ve kişilik kazandırmıştır.

CHP-MSP Koalisyonu

14 Ekim 1973 Genel Seçimlerinde MSP 48 milletvekili çıkarmıştır. Seçim sonucunda CHP-MSP koalisyonunun oluşması mümkün görülmüştür. Çünkü MSP, bu çevrelerce sosyal görüşleri açısından sağdaydı ama ekonomik planda sol düşünceye sahipti. MSP seçim propagandası sırasında “ halkın ezilmişliğini dile getirmiş, büyük burjuvaziyi karşısına almış ve anti-emperyalist sloganlar kullanmıştı. Fakat yine de iki parti içinde tartışmalar vardı, onlara göre CHP’liler için MSP “irticanın” MSP’lilere göre ise CHP “dinsizliğin” temsilcisiydi. Bütün bunlara rağmen Ecevit 13 Ocak 1974’te MSP ile bitlikte çalışmak için ilke kararlarına vardıklarını açıkladı. Daha önce hükümeti kuramayıp Cumhurbaşkanına hükümet kurma görevini iade eden Ecevit’e 16 Ocak’ta yeniden hükümeti kurma görevi verildi. İki partiden gelen direnmelere karşın 25 Ocak tarihinde hükümet kuruldu.

Kimi çevrelerin neredeyse aralarında hemen hiç önemli fark yok dedikleri CHP ve MSP arasındaki temel konularda ciddi farklılıklar vardı. MSP, Türkiye’nin kapitalist Batı demokrasisi ile bütünleşmesini sağlayacak olan Ortak Pazar ve NATO birliğine karşıydı. CHP ise karşı değildi. Buna rağmen koalisyonun kurulması gerçekleşti, çünkü her iki parti içinde siyasi hesapları her şeyden önemliydi.

MSP, koalisyonların “karşılıklı ödün” temel ilkesine dayandığını unutarak, sadece kendi programını uygulamaya çalışmıştır. Örneğin genel af konusu gündeme geldiğinde MSP, Genel Af Yasasının sol düşünceyi de benimseyenleri kapsamasını öngören 5. Madde aleyhinde oy kullandı. Şüphesiz böyle bir tutum, hükümet programını “ihlalden” öte, MSP’nin “fikir ve vicdan hürriyeti” ve “iç barışı” savunmasıyla da çelişki oluşturmuştur.

Ayrıca “ Müstehcen Neşriyatla” mücadeleyi kabul eden MSP’nin ilk icraatı da, Cumhuriyetin 50. Yılı kutlamaları nedeniyle Karaköy meydanına dikilen “ Güzel İstanbul “ adlı çıplak kadın heykelinin Adalet Bakanı Şevket Kazan tarafından kaldırılması oldu.

CHP-MSP koalisyonu yaklaşık sekiz ay sürdü. İki parti arasındaki anlaşmazlık Kıbrıs sorunu sırasında da devam etti. Erbakan Ada’nın taksiminde yana bir politikayı savunurken, Ecevit daha ılımlı bir tutum takınmıştır. Fakat her iki hükümet ortağının Kıbrıs konusunu siyasal malzeme yapmaları koalisyonun bozulmasına neden oldu. 18 Eylül 1974’te Ecevit istifasını Cumhurbaşkanına verdi.

Daha sonra sağ partiler “ Milliyetçi Cephe” adını verdikleri koalisyonu kurdular. Koalisyon AP, MSP, MHP ve CGP’nin bir araya gelmesiyle 31 Mart 1975’te Demirel’in Başbakanlığında oluşturuldu. Bu koalisyonda MSP daha önceki hükümette başaramadığı “kadrolaşma” fırsatını bu kez elde etmiştir. Bu durumu Devlet, Adalet, Ticaret, Gıda Tarım ve Hayvancılık, Sanayi, İçişleri, Bayındırlık, Çalışma, Sanayi ve Teknoloji, Orman, İmar ve İskan gibi bakanlıkları yönetme şansını yakalayarak göstermiştir.

Birinci MC koalisyonu, TBMM’nin 5 Haziran 1977’de erken seçim yapmaya karar vermesiyle son buldu. MSP 5 Haziran seçimlerine parti içerisindeki Nakdi-Nurcu çekişmesiyle girdi. Dolayısıyla 12 milletvekili kendilerine önerilen milletvekilliği adaylığını kabul etmeyerek daha sonra partiden ayrılmışlardır. Bunlardan bir bölümü Nizam Partisini kurmuştur. Bu partiyi kuranlar, 1977 genel seçimlerinden benzer bir koalisyonun kurulmasını önlemeye de kararlıydılar. Fakat bu parti hiçbir etkinlik gösterememiş ve kısa sürede kaybolup gitmiştir.

1973 seçimlerinde yüzde 11,8 oy olan MSP’nin oy oranı, yüzde 8,6’ya, milletvekili sayısı da 48’den 24’e düştü. Bu durumun nedenlerinden en önemlisi de Nurcuların AP’ye, İslamcı oyların bir bölümünün de MHP’ye gitmesidir.

MSP’nin oy tabanına gelince, MSP 1973 ve 1977 seçim sonuçlarına göre gelir seviyesi düşük bölgelerden oy almıştır.

1977 seçimlerinden sonra Ecevit birinci parti olarak hükümeti kuramayınca AP,MSP ,MHP’den oluşan “İkinci Milliyetçi Cephe koalisyonu” kuruldu. Fakat bu koalisyonda AP ve MSP arasındaki önemli görüş ayrılıkları ve çekişmeler, siyasi hesaplar sonucu 1978’de sona ermiştir. Böylece MSP’nin 1973’te CHP ile başlayan iktidar ortaklığı serüveni son bulmuştur.

MSP’nin bu süreçte yapmak istedikleri icraat ve istemler şöyle şekillenmiştir.

1.İslam ülkeleri Birleşmiş Milletleri sağlanmalı.

2.İslam Ortak Pazarı kurulmalı.

3.İslam para birimi olarak “dinar” kabul edilmeli.

4.İslam dünyasını savunmak için askeri güç kurulmalı.

5.İslam prensipleri esasına göre fikir birliği meydana getirecek kültür kurumları oluşturmalı.

Ayrıca Erbakan, Kasım 1979 hac döneminde Mekke’de yaptığı konuşmada, siyasal rejimin kurallarını Kur-an-ı Kerim’den almasının zorunlu olduğunu söylemiştir. Kur-an-ı Kerim’in dediği gibi cihadın da bir ibadet şekli olduğundan bahsetmiştir. Yine MSP ve bu partiye bağlı gençlik kolu Akıncılar, şiddet olayları içerisinde aktif bir şekilde yer almadı ama kriz büyüdükçe MSP daha militanca ve sistem karşıtı bir tavır aldı.

6 Eylülde Konya’daki miting ve atılan sloganlar Cumhuriyet karşıtı bir gösteriye dönüştü. Mitingden kısa bir süre sonra, 12 Eylül 1980’de yönetime el koyan ordu, diğer siyasal partilerle birlikte MSP’yi de kapattı.

Refah Partisi (RP)

12 Eylül yönetimi siyasi parti çalışmalarına yeniden izin verince 33 kişilik bir grup eski MSP’li 19 Temmuz 1983’te Refah partisini kurdu. Fakat Milli Güvenlik Konseyi parti kurucularından 27 kişiyi veto edince RP seçime katılma şansını kaybetti. 1983 milletvekili seçimlerine katılamayan RP, darbenin etkisinin güçlü bir şekilde devam ettiği ortamda, MSP ve MNP’nin kullandığı “manevi kalkınma” ve “ağır sanayi” sloganlarını dile getirerek bu partinin devamı olduğunu özenle gözetmeye çalıştı. Fakat parti bir süre pek tanınmayan bir kadro ile yönetildi. RP’yi kuran geleneğin disiplini vurgulayan “nizam” isminden, manevi unsuru yüksek “selamete” geçmesi ve sonunda vurguyu ekonomiye yapıp “refah” adını seçmesi anlamlıdır. Çünkü bu üç isim MNP-MSP-RP geleneği içinde bir değişim değil bir süreklilik olduğunu göstermektedir.

1983 milletvekili seçimlerine katılmayan RP, örgütlenmesini tamamlayarak 25 Mart 1984’deki yerel seçimlere katılma şansını yakaladı, yüzde 4,4lük oy oranıyla Şanlıurfa ve Van belediye başkanlıklarını kazandı. RP’nin beklenen ölçüde destek alamamasının önemli nedenlerinden biride 1977 seçimlerinde MSP’den İzmir Milletvekili adayı olan Turgut Özal’ın “dört eğilimi birleştirmek” sloganıyla politikaya atılıp Anavatan Partisini kurması, bunu yaparak de MSP’nin eski tabanı İslamcı-gelenekçi çevrenin bir bölümünden destek almasıydı. Aslında 1983 seçimlerinde RP’nin seçimlerine girmesine engel olunması nedeniyle başka alternatifleri kalmayan İslamcı çevrelerin bir anlamda zorunlu olarak ANAP’a yöneldikleri de söylenebilir. ANAP’ın dört eğilimi içerisindeki “muhafazakar söylemi” de bu yönelişi kolaylaştırmıştır.

12 Eylül yönetiminin darbe öncesi siyasilerin önemli bir bölümüne getirdikleri “on yıl politika yapma yasağı” 1987 yılındaki referandum ile kaldırılınca, eski MSP’liler RP’ye üye olmaya başladılar. 11 Ekim 1987’de yapılan RP ikinci kongresinde ise Erbakan, Parti Genel Başkanlığına seçildi.

ANAP, bu gelişmelerden sonra, Demirel ve Erbakan’ın partilerini toparlamalarına fırsat vermemek ve onları hazırlıksız yakalamak amacıyla baskın erken seçim kararı aldı. RP büyük önem verdiği 1987 seçimlerinden umduğu desteği yine sağlayamadı. Seçimin galibi onlara göre “ taklitçi dördüzlerdi.”

Kasım 1987 milletvekili seçimlerine Erbakan önderliğinde katılan RP, oylarını bu kez yüzde 7,16’ya yükseltti, fakat yüzde 10’luk barajı aşamadığı için milletvekili çıkaramadı RP ilk önemli başarısını ise 26 Mart 1988’deki yerel seçimlerde elde etti. 1984 yerel seçimlerine göre oy oranını yüzde 100 üzerinde artırarak yüzde 9,8 ulaşıp, Konya, Sivas, Şanlıurfa, Van, Kahramanmaraş il merkezlerinde ve 15 ilçede belediye başkanlıklarını kazandı. Seçim sonuçlarının analizi yapıldığında ilk görünen RP’nin, geçmişte ANAP’a verilen ödünç oyları geri almasıdır.

1989 yerel seçimlerinde yüzde 9,8 oy alan RP’nin barajı aşması düşünülse de, garantiye almak için barajı kesinlikle aşamayacakları belli olan sağdaki iki parti Türkeş’in liderliğindeki Milliyetçi Çalışma Partisi ile Aykut Edibali’nin liderliğindeki Islahatçı Demokrasi Partisinin ısrarlı ittifak önerileri kabul edildi. Bu durum üzerine Kürt kökenli yöneticilerin büyük bölümü istifa ederken, partinin Güneydoğu müfettişi Altan Tan ve Cizre Belediye Başkanı Haşim Haşimi “ırkçı-şoven” MÇP ile işbirliği yapıldığı gerekçesiyle RP’den ayrıldılar. Ayrıca İsmet Özel, Ali Bulaç, Hüsnü Aktaş gibi İslamcıların bulunduğu birçok İslamcı düşünür ve yazar bu ittifaka karşı tepkilerini belirttiler.

Üçlü sağ ittifak 20 Ekim 1991 erken genel seçimlerinde yüzde 16,78 oy aldı. Bu sonuçla birlikte RP, 12 Eylül darbesinden sonra ilk kez meclise girdi. Sağ ittifak toplam 63 milletvekili kazandı. Ancak bu milletvekillerinin 22’si kısa bir süre sonra RP’den istifa ederek MÇP ve IDP’ye geri döndüler. Fakat geriye kalan 40 kişilik bir grup RP için yeterli görünüyordu.

RP’nin 1991 seçimlerinden başarıyla çıkmasının önemli nedenlerinden biri de seçim kampanyası sırasında izlediği yöntemdi. Parti ileri gelenleri, konuşmalarında arı bir Türkçe ile çağdaş mesajlar vermeye özen gösterirken, yıllardan beri solun kullandığı sloganları kullanarak çok farklı bir söylem tutturdular.

Seçim propaganda afişlerinde modern görünümlü kadınlar dışında, hakkını arayan sömürüye başkaldıran işçilerle, hayat kadınları, baskı ve işkenceye karşı çıkan ve özgürlük arayan kadınlar, emperyalizme karşı çıkan gençler çevre sorunlarına duyarlı kentliler ön plana çıkarıldılar.

Bu yeni söylem, RP için önemli bir adımdı. Parti bir yönüyle eski geleneksel yönetimini ve anlayışını korurken, bir yönüyle de çağdaş ve kentli mesajlarla yeni seçmen kitlesine mesajlar vermeye çalışıyordu.

Parti içerisinde mücadele eden değişim yanlısı grup ile gelenekçiler arasındaki en belirgin ayrım “ gelenekçilerin RP’yi ideolojik bir kadro partisi olarak tutmak istemeleri; yenilikçilerin ise onu ideolojik bir kitle partisine dönüştürmeyi hedeflemeleridir.”

Değişim yönündeki politika ise bazı çarpıcı ve kamuoyunun dikkatini çekecek gösterilerle desteklenince, örneğin başı açık ve modern giyimli dişçi Filiz Ergün RP’ye katılınca, RP’nin basındaki önemli temsilcilerinden Abdurrahman Dilipak partinin yayın organı durumundaki Milli Gazeteden ayrıldı.

Fakat bu değişim partiyi caminin dışına çıkıp modern anlamda politika yapmaya zorladı. Klasik Bedir, Uhud, Ayasofya edebiyatının dışında ezilenlerin sorunlarına eğilerek kitleleri önce politikasına kazanıp sonra dine çekme eğilimini benimsedi.

İlk kez 1991 yılındaki seçim kampanyasında gündeme getirilen değişim programının hazırlanmasında, partinin genel başkan yardımcısı Bahri Zengin’in önemli katkıları olmuştur. Zengin, İslamcı entelektüel kesimle diyalog kurdu, İslamcı çevrenin en çok bilinen isimlerinden olan Ali Bulaç’ın “ Çok hukuklu Toplum Projesini” gündeme getirdi. Çok hukuklu toplum projesi, Hz. Muhammet’in Mekke’den Medine’ye göç ettikten sonra, Müslümanlarla gayri Müslimler arasında imzalanmış bir sözleşmeden hareket etmekteydi. Bu projeye göre, İslam’ın kuruluş yıllarında olduğu gibi her dini ve siyasi topluluk mirastan evlenmeye ve ibadete kadar kendi anlayışlarına uygun bir hukuk sistemi içerisinde yaşayacaktı.

Değişimciler, Alevi kesiminin önde gelenleriyle de diyalog kurularak Sünni- Alevi geleneksel kamplaşmasını ortadan kaldırmaya yönelik çabada gösterdiler. Fakat RP’nin bu politikası Alevi kesimin büyük bölümünde inandırıcı bulunmadı.

1994 örgütlü siyasal İslam’ın zafer yılı oldu. 27 Mart seçim sonuçlarının başarısı tam bir şok oldu. Seçim sonunda, 28 ilin belediye başkanlığını kazanan RP, ilçe ve belde toplamı açısından 338 belediye başkanlığı elde etti. Özellikle İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye başkanlıklarının RP’ye geçmesi, şaşkınlık biraz da korkuyla karşılandı.

Aslında, RP’nin bu başarıyı elde edeceği seçimlerden önce yapılan çeşitli kamuoyu araştırmalarında görülmüştü. Kaldı ki ülkedeki siyasal yozlaşma, rüşvet skandallarının art arda patlak vermesi, adalet mekanizmasına olan güvencin yitirilmesi, Kürt sorunun çözülememesi ve sorun nedeniyle yaşanan ekonomik ve sosyal sıkıntılar yarattı. Değer yargılarının hiçe sayılması, dürüstlüğün erdem yerine ahmaklık, köşe dönmenin ise başarı olarak kabul edilmesi gibi nedenlerle zaten yönetim karşıtı olan her partiyi başarıya ulaştıracak bir ortam kendiliğinden doğmuştu.

Türkiye, son elli yılın en büyük ekonomik, toplumsal ve siyasi bunalımını yaşarken köktenci akımların olması kaçınılmazdı. Büyük kriz dönemlerinde kitlelerin yeni bir düzen arayışına girdikleri ve bu nedenle kendilerine en yakın, en inandırıcı gördükleri ve yürürlükteki sistemle çatışma içinde olan veya öyle görünen siyasal akımlara yöneldikleri de bilinen bir gerçektir. İşte bu ortamda, sadece RP, “Adil düzen” sloganıyla sistemin köklü bir biçimde değişmesi gerektiğinden söz etti.

RP’nin “ağır sanayi”, “hakça düzen”, “eşit paylaşım” gibi sloganları bu yüzden kabul görmüştür. RP’nin ciddi örgütlenmesi, modern propaganda yöntemlerini çok iyi kullanması ve finans sorununun olmaması da bu partinin hazır seçmen kitlesine ulaşmasını kolaylaştırmıştır.

büyük şehirlerde, özellikle gecekondularda yoğun bir propagandaya girişti. Kent yaşamına alışamayan ve sanayileşme-kapitalistleşme olgusu sonucu atomize olan değerleri ahlaki yozlaşma ve dinden kopuş olarak gören büyük kentlerin taşralı sakinleri, dini ve onun temsilcisi şeklinde algıladıkları RP’ni bir sığınak olarak gördüler. RP’nin bu kitlelerin karşısına bütün sorunları çözecek sihirli formül “adil düzen” söylemi ile çıkması, buna karşılık diğer partilerin fazla ikna ezici olmayan politikaları, boşluktaki seçmenin RP’ne yönelmesine neden olmuştur. Fakat RP’yi sadece “sadece gecekondu destekli parti” olarak görmemek gerekir. Çünkü bu parti büyük şehirlerin kimi merkez ilçelerinde de başarılı olmuş, örneğin İstanbul’un merkez ilçelerinden Fatih, Üsküdar, Sarıyer ve Beykoz’da da seçimi kazanmıştı. Ayrıca kentlerin İslamlaştırma çabalarını da görmek mümkündü. Öyle ki alış-veri merkezlerine koydukları isimlerle bir takım İslami kavramlara atıfta bulunmaktadırlar. Nur kırtasiye, İkra kitabevi, Medine pazarı, Büyük Fetih Eczanesi, Mesture Giyim, Tekbir Giyim, Bereket Pastanesi, Enhar Kebap, Bedir Ticaret, bunlardan sadece birkaçıdır.

RP’nin 1994 seçimlerinde başarılı olmasının bir nedeni de, kamuoyunda Kürt partisi olarak nitelenen Demokrasi Partisinin (DEP) seçimlerden çekilmek zorunda bırakılması olarak verilebilir. Güneydoğuda sol partilere giden oyların bu kez RP’ye yönelmesi ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları yerleşim birimlerinin neredeyse tamamının belediye başkanlıklarının RP tarafından kazanılması bu yargıyı güçlendirmektedir.

Ayrıca RP’nin başarısı kendisinden değil, diğer partilerin başarısızlığından kaynaklanmaktadır. RP’nin aldığı oyların tamamı kendisine sürekli akacak oylar değil, diğer partilere öfkelenen ve sisteme tepki duyan geçici oylardır.

Eğitim sisteminin 1950’lerden itibaren adım adım dinselleştirilmesi imam-hatip okullarının sayılarının gereksiniminin üzerinde artırılması ve bu okullarda yüz binlerce öğrenciye din eğitimi verilmesiyle de RP fazla bir çaba harcamadan eğitilmiş, hazır bir seçmen kitlesine kavuşmuştur.

Genelde İslami hareketin, özellikle de, RP’nin güçlenmesine yol açan önemli bir nedende, 12 Eylül’den sonra düzenin değişmesini öngören sosyalist ve radikal İslamcı düşünceye karşı, ideolojik ve siyasi eylem düzeyinde devlet kontrolündeki İslamiyet’in kullanılmak istenmesidir.

RP’nin yükselmesinin önemli bir nedeni de, ülkede ideolojik boşluk ve ekonomik bozukluktur. Özellikle DYP-SHP koalisyonunun kurulmasıyla merkez sağ ve merkez sol arasında çok ciddi ayrımlar olmadığının görülmesi de, RP’ye olan yönelişi artırmıştır. Mevcut düzende arandığını bulamayan geniş yığınlar için, sol partiler artık “sığınacak liman” olmaktan çıkmış, RP ise bu boşluğu kullandığı dinsel temalarla çok iyi doldurmuştur.

RP’nin İdeolojik Yapısı

MNP-MSP geleneğinin devamı olan RP, savunduğu değerler ve kullandığı sloganlar açısından İslami bir parti görünümü vermektedir. Fakat MNP-MSP-RP hareketini bir bütün halinde İslami parti olarak nitelemek doğru değildir. Ancak bu yapının Müslümanların haklarını korumayı taahhüt eden bir hareket olduğu açıktır.

RP, Anayasanın açıkça İslami düzeni savunan bir partiye izin vermemesi ve ordunun laik sistem konusunda duyarlı olması nedeniyle bürokrasiye; eğitime ve çeşitli devlet kademelerine sızma yolu ile önce toplum İslamileştirilmeye çalışılmakta, bunun sonucunda da, sistemin tamamen İslamileştirilmesi amaçlanmaktadır.

RP, radikal İslamcı bir parti görünümünden kaçınırken, başta Erbakan olmak üzere parti yöneticileri de çoğu zaman ılımlı bir tavır sergilemektedir. Buna rağmen RP’li olmayanların “patates dinine” mensup oldukları da belirtilmektedir.

RP bir yandan demokratik-laik sistemin bir parçası görünümü vermeye çalışırken öte yandan destekçilerine sunduğu mesajla İslami düzeni arzuladığını bunun için mücadele ettiğini belirtmektedir ve laiklerin cenaze namazları kılınmaz gibi sözler de sarf edebilmektedir.

Genelde, Türkiye’deki İslamcı hareketle özdeşleştirilen RP’nin hızlı yükselişi, diğer Müslüman ülkelerdeki İran, Sudan, Cezayir, Mısır gibi İslamcı hareketlerle karşılaştırıldığında önemsenmeyebilir, fakat bütün söylenen ve yapılanlar günün birinde İslamcıların iktidara gelme ve sistemi dönüştürme çabalarına engel değildir.

Türkiye’de ki ekonomik krizin aşılamaması, değerlerin yozlaşmasının önüne geçilememesi, geniş kitlelerin yoksullaşmasının engellenememesi ve Kürt sorununun çözülememesi, durumunda görünen odur ki, RP daha da güçlenecek ve siyasal İslam bir çözüm yolu olarak Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olmaya devam edecektir.

Türkiye’de İslami Hareketin Güçlenmesini Sağlayan Faktörler

Dinsel Eğitim

Şerii hukuk sistemine göre yönetilen Osmanlı devletinde eğitim Tanzimat’a kadar esas olarak medreseler bünyesinde verilmiştir. İttihatçıların yönetiminde bulunduğu dönemde eğitimin dinsel karakteri önemli ölçüde devam etti.

Cumhuriyet döneminin eğitim ve öğretim alanındaki devrim aşaması, Tevhid-i Tedrisat (öğretim birliği) ilkesinin kabul edilmesiyle başlar. Bu yasa 1924’de kabul edilmiş ve 29 Nisanda yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.

Cumhuriyet rejimi döneminde, devlet henüz dinsel bir karaktere sahipti. İlköğretim programının temelini de din bilgisi oluşturuyordu. Fakat 1927 yılından itibaren ortaokulların programında din bilgisine yer verilmemiştir. Ayrıca Kuran-ı Kerim ayetlerinin daha iyi anlaşılması için, Türkçe meallerinin okutulacağına da dikkat çekilmiştir. Fakat yine de 1930’dan sonraki yirmi yıllık süreçte, devlet eliyle ciddi bir din eğitimi verilmediği ve din adamı yetiştirilmediği bir gerçektir. İslam inancı, yöneticiler tarafından sadece kişi ile tanrı arasında bir bağ, bir vicdan işi sorunun indirgenince, din eğitimi formal olmaktan çıkarıldı.

Bunlara rağmen, gizli din eğitiminin bütün yasaklara rağmen önlenememesi devlet kontrolü dışında hurafelerle dolu yeni bir İslam anlayışının doğmasına da yol açtı. Çok partili döneme geçişle birlikte CHP’nin 2 Aralık 1947’deki 7. Kongresinde, birçok milletvekili din öğretiminin devlet tarafından verilmesini savundu.

Gerçekten de, Cumhuriyet rejimi, din dersleri aracılığı ile doğru bulduğu bir İslam yorumunu vermeyi amaçlamaktadır. Bu yorum ise İslamiyet’i güzel ahlak, ibadete indirgeme şeklindedir. Bu yeni İslam anlayışı, komünizm tehlikesi karşısında ulusal birliğin ve kültürün önemli bir unsuru olarak görülmüştür.

1956 yılının ilk günlerinde ortaokullarda din derslerinin okutulması gündeme getirildi. Böylelikle siyasal iktidar, din derslerini sol düşünce ile mücadelede bir araç durumuna getirmeyi amaçlıyordu.

1973 yılında CHP-MSP koalisyon hükümetinin yönetiminde bulunduğu dönemde ise MSP’nin baskıyla din derslerinin okutulduğu bütün sınıflara, haftalık bir saat ve zorunlu olmak üzere ahlak dersleri konuldu.

12 Eylül 1980 yılındaki hükümet darbesi, dinsel eğitim ve öğretimin her alanında bir dönüm noktası oldu. Darbeyi yapanlar, her türlü aşırı ideolojiye karşı İslam’ı bir çare olarak düşündüler. Bu anlayışa göre İslam milli birlik ve sosyal bağlılık için önemli bir birleştirici olabilirdi. Devlet kontrolündeki ılımlı İslam’a destek verilerek, aşırın sol, aşırı sağ ve Kürt hareketi ile daha kolay mücadele edebileceği düşünüldüğü gibi, Sünni fundementalizmin daha radikal uzantılarının da bu yol ile önlenebileceği varsayılıyordu.

12 Eylül yönetiminin zorunlu din derslerinin okutulmasındaki amaç devlet dışında gelişen İslam’ı denetim altına almaktır. Bu anlayış sonucunda, 1982 Anayasasının 24. Maddesi ile din öğretimi zorunlu hale getirildi. 24. Maddeye göre, din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetimi ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.

Bu dönemde, birçok yerde din dersi öğretmenleri belirlenen müfredat programını uygulamak yerine, bu dersleri şeriat sisteminin birer propaganda aracı durumuna getirmişlerdir. Bu anlayışın sonuçları TMBB Milli Eğitim Komisyonunda da görülmüştür. Burada görüşülen telif hakları yasasında bulunan sanatçının yaratıcı kişiliği “ifadesini” yaratmanın sadece Allah’a ait olduğu gerekçesiyle tasarıdan çıkarılmıştır. Ayrıca Atatürk Üniversite Tıp fakültesinde okutulan “ Biyokimya 1” başlıklı kitapta ise, bilimin İslamileştirilmesinin ilginç örnekleri verilmektedir. “ Atom yaratılmışların temeli olan mahluk” olarak tanımlanmıştır. Ayrıca felsefe derslerinin seçimlik derslere dönüştürülmesi yukarıdaki anlayışın bir sonucudur ki, Voltaire, Darwin, Durkheim, Comte ve Freud’un zararlı düşünceleri yaydığı iddia edilmiştir.

İmam Hatip Okullarının Kurulması

Türkiye’deki yaygın anlayışa göre imam hatip okulları, 3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat kanunu ile kurulmuştur. 1923 yılında -29- olan bu okulların sayısı 1925’de -26- ya, 1926’da 20’ye, 1928-30 yıllarında ise 2’ye düşmüş ve 1930’da tamamen kapatılmıştır. Tevhid-i Tedrisat kanunu gereğince açılan ilahiyat fakültesi de, 1933 yılında kapatılmıştır. Onun yerine Edebiyat Fakültesi bünyesinde İslami İlimler Enstitüsü kurulmuş, fakat bu enstitüde 1936 yılında öğretim kadrosunun dağılması üzerine kapatılmıştır.

Çok partili döneme geçişle birlikte CHP, diğer partilere oy kaptırmaktan korkarak uzun tereddütlerden sonra nihayet devlet denetiminde din eğitimi verilmesini kabul etti.

1949 Martında sayıları tüm yurtta 12’yi bulan imam-hatip kursları ile 1930’dan sonra dinsel alandaki meslek öğretimine yeniden başlandı. 1958’de imam-hatip okullarının sayısı 18 e yükseldi. Yine o dönemde TBMM’ye sunulan plan tasarısında ise imam-hatip okullarını bitirenlere teknik ve meslek okullarından mezun olanlardan daha üstün bir statü sağlanarak yükseköğrenimin bütün okullarına girmeleri sağlanmaya çalışılmıştır.

AP’nin tek başına iktidara geldiği 1965 yılında bu okulların sayısı, orta ve lise bölümü olmak üzere toplam 45 iken, 1966-67 de 65’e, 1967-68’de 84’de yükseltilmiştir. Ayrıca bu dönemde hükümet, imam-hatip okullarının mezunlarının üniversiteye girmelerini sağlayıcı yönünde söz verdi. Yine aynı dönemde kız imam-hatip okullarının açılması yönünde talepler gündeme geldi.

Böylece imam-hatip okullarının 12 Mart 1971’den sonra kaldırılmış olan birinci dönemleri, Temel Eğitim yasası dikkate alınmaksızın yeniden kurulmuş ve özellikle MC hükümetleri döneminde belirli bir plan ve program izlemeden artırılmıştır. 1960-70 öğretim yılında bu okulların lise kısmının sayısı 30 iken 1978-80 öğretim yılında sayılan 249’a yükselmiştir. Yine MSP iktidar olduğu dönemde imam-hatip liseli mezunların Harp okullarına girebilmeleri için etkinlikte bulunmuştur.

1960’lardan başlayarak imam-hatip okulları mesleki din okullarından, alternatif bir eğitim sistemine dönüşmüştür. Bu alternatif sistemden mezun olanlar, üniversitelerin çeşitli birimlerine girip devletin çeşitli kademelerinde görev alabilme hakkını elde etmişlerdir. Ayrıca 1980’lerde hızla çoğalmaya başlayan radikal İslamcı dergilerle gazetelerin hem üreticileri hem de tüketicileri olmuşlardır.

İmam-hatip lisesi mezunlarının büyük bölümü hukuk fakültelerini tercih ederken, ilahiyat fakültesi 3. sıraya düşmektedir. Yine dil ve edebiyat, sağlık bilimleri, teknik bilimler alanındaki eğitim kurumlarına giriş oranında düşüş gözlemlenirken, sosyal bilimler alanında hızlı bir yükselme olduğu ortaya çıkmıştır.

Bazı İslamcı çevreler, gençleri sosyal bilimlere yöneltmeyi İslami düzeni kurmak için gerekli koşul olarak görmektedirler. Bu durum sonucudur ki imam-hatipliler Siyasal Bilgiler fakültelerinde yoğunlaşmaktadırlar. Yapılan bir araştırma 1987’de bu fakültede okuyan öğrencilerin yüzde 40’ nın imam-hatip çıkışlı olduğu bu oranın 1992 yılında yüzde 60’a yükseldiği belirlenmiştir.

Yine imam-hatip öğrencilerin görece sağ çizgideki iki gazeteyi “ Milli gazete ve Tercüman” ağırlıklı olarak okumaları da anlamlıdır.

Bütün bu oluşumlar sonucu imam-hatip liselerini, laik rejimin İslami muhalefeti pasifize etmek amacıyla oluşturduğu kurumlar olarak nitelendiren kimi radikal İslami gruplar, sonuçta bu liselerin Türkiye’de bir İslami uyanışı sağladığını itiraf etmektedir.

İmam-hatip liselerinden mezun olanlar istedikleri fakülteye girebilmekte, ardından devletin her kademesinde görev alabilmektedirler. Örneğin öğretmen, polis, savcı, hakim, genel müdür, kaymakam, vali olabilmektedir. Öte yandan, bu liselerden mezun olanalar harp okullarına alınmamaktadırlar. Fakat özel liseler ve dershanelerden harp okullarına öğrenci yetiştirmeleri hiç de zor değildir. Ayrıca başarılı öğrenciler sadece okul değil, aynı zamanda tarikat cemaatin de eğitimine tabi tutulmaktadır.

Kuran Kursları

İslamiyet’in ortaya çıkışı birlikte hemen her dönemde, Kuranı Kerim okunması ve ezberlenmesi büyük bir sevap olarak görülmüştür.

Osmanlı Devletinde de Kuran’ı okumak, ezberlemek çok önemli bir uğraş olarak değerlendirilmiştir. Bu amaçla ilköğretim kurumu olan Darülhüffaz’lar küçük çocukların ezberleme yeteneğinden yararlanarak “hafız” yetiştirmek için kurulmuştur.

Cumhuriyet rejiminin, ilk açılan Kuran kurslarına yaklaşımı olumludur. 1932’de imam-hatip okullarının kapanmasından, din görevlisi yetiştirmek için kaynak olarak sadece Kuran kursları kalmıştır. 1940 yılına kadar, sayılarında önemli bir değişme olmayan Kuran kursları, çok partili yaşama geçişle birlikte sayıları yeniden artmaya başlamıştır.

Çok partili yaşama geçiş, CHP’nin din eğitimi konusundaki politikasında bazı değişikliklere neden oldu. CHP meclis grubunun 1946 yılında din eğitimi sorunlarını inceletmek üzere kurduğu komisyon çalışmaları sonucunda, devlet denetiminde isteğe bağlı din eğitiminin laikliğe aykırı olmayacağı yargısına varıldı.

1960’lı yıllar resmi kurslarla birlikte, izinsiz ve fahri ( gönüllü) Kuran kurslarının da hızla artmaya başladığı yıllar olmuştur. Bu tür kurslar, özellikle 1965 yılından sonra büyük bir hızla artmıştır. Kursların arsa, bina, lojman masrafları gibi parasal gereksinmelerinin halk tarafından karşılanmasına rağmen bunların her yıl önemli ölçüde artması halkın dinsel eğitime verdiği önemi göstermesi açısından ilginçtir.

MSP ile aynı tabanda oy alan AP ise bu partiye giden oyları kendi bünyesinde toplayabilmek amacıyla Kuran kursları ve imam-hatip okullarının artışını sağlamıştır.

12 Eylül 1980 hükümet darbesinden Diyanet İşleri Başkalığına bağlı olmayan bütün kurslar kapatılınca, ortaya çıkan boşluk yeni açılan akşam ve yaz Kuran kurslarının da açılması hükme bağlanırken camilerde de kursların düzenlenebilmesine olanak tanıdı.

Milli Eğitim Temel Kanununa göre 12 yaşından küçüklerin meslek kurslarına devam etmeleri yasaktır. Fakat bir çeşit meslek kursu olarak algılanan Kuran kurslarında bu yasağa uyulmamaktadır. Günümüzde sayıları 6000’i aşan yaz kursları hariç resmi kuran kurslarında yaklaşık 200 bin öğrenci din eğitimi almaktadır.

Denetim Dışı Kur’an Kursları

Türkiye’deki gizli Kuran kursları Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulmuştur. Süleymancı olarak bilinen cemaatin, devrimlere duyduğu tepki sonucu faaliyete başlamıştır. 7 Ekim 1971’de Kuran kursları yönetmeliğinin yürürlüğe girmesi Süleymancılara önemli bir darbe vurdu. Bu yönetmelik maddesi ile tüm Kuran kursları devletleştirildi ve hepsinin yönetimi Diyanete aktarıldı.

Fakat Süleymancılar özellikle yurt dışındaki Diyanetin eline geçince Avrupa’daki kursları yaygınlaştırdılar.

Yine askeri yönetim Diyanetin de önerisiyle Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Dernekleri Federasyonunun tüm varlığını Milli Eğitim Bakanlığına devretmeyi düşündü. Her türlü yasaklamayı tereddütsüz yapan yönetim bu devletleştirmeden son anda vazgeçti.

1980’li yılların sonunda bütün Türkiye’de 1600 erkek ve 300 kız Kuran kursu açılmış ve faaliyete geçirilmiştir. Gizli Kuran kurslarının sadece Süleymancıların denetiminde olmadığı bilinmektedir. 1970’lerde MSP, daha sonra RP destekli farklı İslami grupların denetiminde birçok Kuran kursu açılmıştır. Bu Kuran kurslarında çocuklara sistem karşıtı yeminler ezberletilmiştir.

İslami Hareketin İki Dinamiği: İslamcı Kadın ve İslamcı Gençlik

1.İslamcı Kadın

Diğer tek tanrılı dinlerde olduğu gibi, İslamiyet’te de kadın karşısında erkeğe üstünlük tanınmıştır. Gerçi İslamiyet’in ortaya çıktığı dönemlerde Arap toplumundaki kadınların durumunda önemli değişiklere yol açtığı bilinmektedir. Çok çeşitliliği sınırlandırırken, erkeğin eşini tek taraflı boşama yetkisini en fazla üçe indirmiş, kız çocuklarının öldürülmelerini yasaklamış ve onlara yaşam hakkı tanınmıştır.

Fakat yine de geleneksel İslam öğretisinde, kadın her şeyden önce kocasına ve çocuklarına hizmet etmekle görevlidir. Aynı zamanda kadın zayıf yaratılışlı bir mahluk olarak görülmektedir.

İslam’da kadın, evine tam bağlı, kocasının izni olmadan dışarı çıkmayan, gezmeyen, kocasının istemediği kadın ve erkek misafiri kabul etmeyen, ev hanımı olarak, ev işleriyle meşgul olan bir tip olarak idealize edilmiştir.

Erkeğin kadından üstün olduğunu savunan salt İslamcı erkeklerin yorumu olduğu düşünülmemelidir. İslamcı kadınlar arasında da bu düşünüşün doğruluğunu sorgulamadan benimseyen gruplar çoğunluktadır.

Erkeği, kadın karşısında yücelten ve eşitliğin olmayacağını savunan gruplar yanında kimi İslamcı akım ve kişilerin ise kadın erkek eşitsizliğinin kaynağını toplumda aramak gerektiğini düşünenlerde görülmektedir. Bunlara göre İslam hiçbir toplumsal düzenlemenin vermediği kadar hak ve özgürlük tanımaktadır. Yine bu yöndeki başka bir yoruma göre de kadının dövülmesi asla İslami bir davranış olamaz. Ayrıca, kadın baştan çıkarıcı olarak görüldüğü içinde erkekleri kışkırtacağı varsayılan yerlerinin mutlaka örtü ile kapatılması ileri sürülmektedir. Bun durumda kadın bedeninin ve cinselliğin denetim altına alınması gerekir. Bunun yolu da “ örtünme” ve “karşı cinslerin tecritidir” Çünkü bu anlayışa göre açılıp saçılan kadınların çoğu güzelliklerini kocalarından daha yakışıklı erkeklere de göstermiş olurlar. Ayrıca örtünmeye önem vermeyen kadınların fahişeliğe düşebileceğine de inanılmaktadır.

İslamcı grupların hemen hepsi, örtünmenin gereğine inanırken, bunun ve hangi ölçüler içinde olması gerektiği konusunda ise bir görüş birliğine sahip değillerdir. Örneğin türban ve pardesüyü örtünme için yeterli sayanlar olduğu gibi, tam tesettürü yani pardesü yerine çarşaf, peçeyi savunanlar da vardır.

İslam anlayışına göre kadın içerde çekici dışarda ise itici olacaktır. Müslüman kadının baş, yüz ve göğsü ile birlikte bütün bedenini örtmesi, Allah’ın emrine uymak anlamına gelmektedir. Tersine ise büyük günah işlemektedir.

Geleneksel İslam anlayışını savunanların büyük bir çoğunluğu, kadının çalışmasına da karşı çıkmaktadırlar. Bu anlayışı savunanlar kendilerine uygun bir iş yerine, uygun bir eş seçmeli ve kendi yuvasının memuru ve çocuklarının da öğretmeni olmalıdır. Özetle İslamcı çevrelerin çok büyük bir bölümü “kadının yeri evidir” ilkesini savunmaktadır. Özellikle İslam’da kadının devlet ya da hükümet başkanı olmayacağı konusunda ittifak vardır. Bu çevrelere göre “küçük imamlık” ( namaz imamlığı) için elverişli olmayan kadın “büyük imamlık” ( devlet başkanlığı )içinde elverişli olamaz. Bu anlayış İslamcı kadınlar tarafından da benimsenmiştir.

İslamcı grupların bir bölümünün, kadınlara tanıdığı haklar ve roller açısından çifte standart uyguladıkları görülmektedir. Bir yandan kadınların ev işlerinde ve erkeklerle olan ilişkilerinde doğuştan gelen özelliklerini öne sürerek anne ve eş olarak görevleri sınırlandırılırken, öte yandan ise, İslami mücadelede aktif bir şekilde rol almaları işlenmekte, özendirilmektedir.

2.Başörtüsü Sorunu

1980’den 1990 yılların başlarına kadar Türkiye’nin gündemini işgal ederek kamuoyunda kutuplaşmalara neden olan başörtüsü, ilk kez 1966-67 öğretim yılında bir sorun olarak ortaya çıktı.

Diyanet’in raporunda şimdiye kadar başörtüsüne izin verilmeyişi büyük bir haksızlık olarak nitelendirilmişti. Fakat bir süre sonra Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam, okullara bir genelge göndererek, kız öğrencilerin hiçbir şekilde başlarını örtemeyecekleri belirtmiştir.

Başörtüsünün, Yüksek Öğretimde, yeniden sorun olarak ortaya çıkış yılı 1981’dir Yükseköğretimde, kızların başörtüsü ile derslere giremeyeceklerini ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı 22 Temmuz 1981 yılında alındı. Aynı yıl YÖK’de yayınlanmış olduğu kıyafet yönetmeliği ile üniversitelerde derslere başörtüsü ile girilmesini yasakladı. Ancak bu karara tepkiler gelmeye başlayınca başörtüsü yerine 1984’de türban giyilebileceği kararı alındı. Daha sonrası 1986 yılında türbanla girilmesi yasaklandı.

Bunun üzerine kararı protesto etmek için telgraflar çekilerek oturma eylemleri ve açlık grevleri başlatıldı. Özellikle Cuma namazı çıkışlarında büyük gösteriler yapıldı. Bu gösterilen en büyük olanı İstanbul’da Beyazıt Meydanın da yapıldı. Bu gösteriler “ Cuma eylemleri”, “ Kara cuma,” Beyazıt eylemleri” olarak anıldı.

Bütün bu eylemlerden sonra 1986’de TBMM’den türban lehine bir yasa çıkarıldı. Turgut Özal’ın teşviki ile başörtüsü Yüksek Öğretimde bir kez daha serbest bırakılıyordu. Fakat Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra başörtüsü yeniden yasaklandı. Karar üzerine gösteriler yeniden başladı. Özellikle Ankara, Adana, İstanbul ve Bursa gösterilerin merkezi durumuna geldi. Gösterilere kız öğrencilerden çok erkek öğrencilerin katılması dikkat çekiciydi.

Başörtü yasağını protesto eylemleri, bir süre sonra saldırıya dönüştü. Gümüşhane’de baro başkanı avukat Ali Günday, bütün uyarılara rağmen başörtüsü ile davalara çıkmakta ısrar eden iki avukatı yasalar uyarınca barodan ihraç edince İzzet Kıraç adlı fanatik bir İslamcı, baro başkanını bürosunda kurşunlayarak öldürdü. Ayrıca katil bu eylemi İslam’a hizmet amacıyla yaptığını belirtmiştir.

Bu dönemde İran’da, Türkiye’deki başörtüsü tartışmalarına müdahale ederek, yasak kararına tepkisini belirtti.

Yine 25 Ekim 1990 tarihinde üniversitelerde başörtüsü serbestisi getirilmeye çalışıldı. Bu durum laiklerin tepkisini çekti ve gerçekten de başörtülü öğrencilerin kimlik kartlarını için bile başın açık fotoğraf çektirmek istememeleri, tıp eğitimi yapanların kadavra üzerinde uygulama yapmayı reddetmelerini getirdi. Sanat eğitiminde çıplak modellere karşı çıkmaları, hatta çıplak heykellere, resim heykellerine karşı saldırıda bulunmaları gibi olaylar başörtüsü sorunun insan hakları ve vicdan özgürlüğünü ilgilendiren bir olay olarak değil, siyasal-ideolojik bir eylem olarak algılanmasına neden olmuştur

Bütün bu tutum ve davranışların varlığı sonucu başörtüsü ile yetinenler yalnızca yüzde 5 iken İslami kurallara göre tümüyle örtünmeyi gerekleri görenlerin yüzde 95 oranında yoğunluk kazanmıştır.

Başörtülüler, İslam’ın kentli okumuş ve militan bir çehresini oluşturmuşlardır ve geleneksel İslam’ı eleştirerek, İslami din bilgisinin kaynaklarına inerek ve yaşananlardan ayırarak sahiplenmektedirler.

3.Siyasal Mücadele de İslamcı Kadın

Cumhuriyet rejimi, dinin ve geleneklerin kadın üzerindeki baskısını, yukarıdan aşağıya kimi zaman zora dayanan yöntemle aşmaya çalıştı. Fakat örneğin erkek giyimi, yasalarla düzenlenirken ve buna uymayanlara kimi yaptırımlar uygulanırken kadınlara yönelik böyle bir tutum görülmemektedir. Bu dönemde kadınlara TBMM’de milletvekili olarak yer almaları sağlanırken, süreç içinde siyasete katılmaları çok fazla olmasa da çeşitli dönemlerde kadın milletvekillerine ve bakanlara da rastlanmıştır.

Siyasal bir ideoloji olarak İslamcılık, toplumsal-siyasal yaşamın yeniden İslami kurallar doğrultusunda örgütlenmesini savunur. Ve bu mücadele için kadınları da göreve çağırır. Bu durum başörtü sorunun da açığa çıktı ve başörtüsü siyasal İslam’ın bayrağı durumuna geldi. Ve örtünme siyasal bir talep olarak ortaya çıktı. Bu nedenle başörtüsü hareketi ile siyasal taleplerde bulunan İslam arasında, yakın bir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Kuşkusuz Müslüman kadının siyasal mücadeleye katılımının ciddi bir şekilde gündeme getiren ilk önemli örnek, İran’da şah rejimine karşı yapılan başkaldırıdır. İran’da İslam’ın yükselen siyasi grafiği ile kadınlar ön saflarda yer almaya başladılar.

Günümüzde ise Türk kadının en militan kesimini RP’li kadınlar oluşturmuşlar. Başörtüsü için protesto gösterileri düzenlemeleri, parti için düşünmeden ceplerindeki paraları, kollarındaki bilezikleri, parmaklarındaki alyansları çıkarıp bağışlamaları bunun örnekleridir. Ayrıca okuma-yazma, sağlık, biçki-dikiş, makrome, çiçek, nakış kursları açan, düğün sünnet, kına törenlerine katılan, defile ev çay sohbetleri düzenleyen miting, konvoy ve organizasyonları düzenleyen RP’li kadınlar. Bütün bunları İslam adına “tebliğ” olarak görmektedir. Bu etkinliklerin temel noktasını ise “birebir ilişki” oluşturmaktadır. Siyasal mücadele içindeki bu kadınlar, kendilerini, çağın Hz. Fatma’sı, Hz. Zeynep’i, Hz. Ayşe’si olarak görmektedirler.

Bir grup İslamcı kadın, İslamcı yaşam tarzı içinde kadının yerini tartışmakta reformcu ve feminist bir bakış açısı getirmektedirler. Ve kadının eşitsizliğini savunmaktadırlar ve bu durumu sisteme bağlamaktadırlar. Dolayısıyla kaderine boyun eğen, pasif, ağır başlı itaatkar görünümlü geleneksel Müslüman kadın imgesi, siyasal mücadele de ön saflarda yer alan, aktif, talepkar, hatta militanlaşan İslamcı kadınlara dönüşmektedir. Ama İslamcı erkeğin bu yeni kadın profiline yaklaşımı faydacı olmuştur, bunlara göre kadınlarını mücadeledeki yerleri geçici olup erkeklere tabi yardımcı olmak şeklindedir.

4.İslamcı Gençlik

İslamcı harekete gençliğin bu hareket içinde geçmişi çok eskilere dayanmamaktadır. Hareketin mazisi oldukça yenidir. 1950 yılında Fevzi Çakmak’ın ölümü sonucu dönemin İslamcı yayın organları, cenazeye büyük bir kitlenin katılması ve tekbirlerle gösteri yapılmasını Türkiye’de İslam’ın yeniden doğuşu olarak değerlendirilmişlerdir. 1960’lı yıllarda, ciddi bir İslami hareket olmadığı için İslamcı gençlikten söz etmek mümkün değildir. Fakat ideolojik açıdan henüz ayrışmamış olan milliyetçi-dinci gençlikten bahsedilebilir. Bu dönemde “ İslam aleminin en büyük düşmanı Komünizmdir” Sloganı bütün canlılığıyla ayaktadır. Bu anlayış sonucu 20 Mart 1966’da ilk miting, Milli Türk Talebe Birliğinin öncülüğünde düzenlendi. Komünizmi kınama mitingi Taksim’de yapılmıştır. Bu ilk mitingden sonra yine MTTB’nin öncülüğünde 3 Mart 1968’de “şahlanış mitingi” adı ile bir başka miting düzenlendi.

Mitingde CHP ve TİP aleyhine slogan atılırken, TİP’in kapatılması istenmiştir. MTTB’nin “ İkinci Şahlanış Mitingi” 30 Mart 1968’de Ankara’da düzenlendi. Buraya katılanlar tekbir getirerek benzer slogan ve taleplerde bulunmuşlardır. Ayrıca Konya’da yeşil sarıklıların yönettiği bir kalabalık yürüyüşe geçecek Öğretmenler Derneği Lokali, TİP İl Merkezi, Yeni Konya Gazetesi binası ve matbaası üç kitapçı dükkanı, bazı pavyon ve içkili lokantalara saldırarak tahrip etmiştir.

Milliyetçi-Mukaddesatçı kesimin en kanlı gösterisi ise Şubat 1969’da gerçekleşti 16 Şubat 1969 günü, İstanbul limanında demirli bulunan 6. Filoyu kınama amacıyla düzenlenen gösteriye katılanlara saldıran Milliyetçi-Mukaddesatçı bir grup, Taksim Meydanını kana buladı “ Kanlı Pazar” olarak anılan olayda iki kişi ölmüş 200 kişi yaralanmıştı.

1969 yılı, İslamcı gençlerin milliyetçi- sağcı kamptan ayrışmaya başladıkları yıldır. 1969 Ağustosunda MTTB Kongresi, milliyetçiler ile İslamcıların kapışmasına sahne olmuş, aralarında çatışma çıkmış ve yaralanmalar olmuştur. Önce Müslüman mısın, Türk müsün tartışması, milliyetçilerle İslamcı gençliğin ideolojik açıdan ayrışmasını sağlayan süreci başlatmıştır. Ali Bulaç’a göre Türkiye’de İslam’ın kendini Türk sağından ayrıştırma çabasına 1970’lerde ve kültürel düzlemde rastlanmaktadır.

İslamcılarla-milliyetçi sağ ve liberal sağ arasındaki görüş ayrılıkları 26 Ocak 1970’de MNP’nin kurulmasıyla sonuçlandı. MTTB’de örgütlenen gençlik 1965’de anti-komünist bir faaliyet içinde olmuş, milliyetçilikte zemin bulurken, 1969’da MTTB’de İslamcı saikler egemen ve belirleyici olmuştur. Özellikle Akıncılar Derneği 1970’lerin ortalarından itibaren İslamcı gençliğin söyleminde bir netlik oluşturmuştur. 27 Kasım 1979’da sıkıyönetim komutanlığı tarafından kapatıldığında, dernek şubeleri Türkiye genelinde 633’e ulaşmıştı. Dernek, İslamcı unsurların o güne kadar pasifize olmuş görüntüsünü değiştirmek, gençliği mücadeleye sevk etmek amacıyla kurulmuş, seminerler ve kitap okumanın yanı sıra konferanslar, geceler düzenlemiş, tiyatro vb. kültürel çalışmaları organize etmiştir. İslamcı düşünceyi gerektiğinde topluma fiziksel güç kullanarak kabul ettirmek ve karşıt gruplarla daha kolay mücadele etmek için Akıncılar, judo, karate, tekvando gibi yakın döğüş yöntemlerinin, silah ve atış eğitimlerinin, Molotof kokteyli ve benzeri patlayıcı maddelerin yapılmasının öğretildiği “eğitim kampları” açmış, çok sayıda dernek üyesini burada eğitmiştir.

Akıncılar kurtarılmış bölge anlamında, Konya, Sakarya, İstanbul-Fatih, Erenköy, semtleri başta olmak üzere il ve ilçelerde yoğun bir şekilde kadrolaşmışlardır. 1979 Şubat ayında İran’da kurulan şeriat rejimi, Akıncıları da etkilemiş, lider durumundaki kadro, İran yönetimiyle organik bazı ilişkilere girmiştir.

6 Eylül 1980’de Konya’da düzenlenen “Kudüs Mitingi” ise Akıncı gençliğin en büyük kitle gösterisi olmuştur.

Toplumun çeşitli kesimlerinde örgütlenme amacında olan Akıncılar, Akıncı Memurlar Derneği, Akıncı Liseliler Deneği, Akıncı İşçiler Derneği, Akıncı Sporcular Derneği kurmuşlardır. İslamcı gençliğin, 1980’e doğru aşırı milliyetçilerle ve solcularla silahlı mücadeleye girdiği de görülmektedir. Ayrıca İslamcı gençler 12 Eylül 1980 darbesine kadar İslam düzenini kurma yönünde çabalarını sürdürerek, Akıcılar, Akıncı güç, Gölge, Düşünce, İslami Hareket gibi dergilerde çıkarmışlardır.

12 Eylül darbesinin esas olarak sola, biraz da faşist hareket bastırması ideolojik bir boşluk meydana getirmiş bu boşluk İslamcılar tarafından doldurulmuştur. Bu durumun 12 Eylül yönetiminin “ Türk-İslam” sentezini benimsemesinin önemli etkisi olmuştur. Diğer taraftan sağ ve sol ideolojilerin dünya konjonktürel dengesinin değişimiyle zayıflamaları, İran’daki rejim değişiklikleri, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve Batı kapitalist toplumları ile Türk toplumunda yaşanılan değer bunalımları da İslamcı hareketi güçlendiren diğer faktörlerdir.

İslamcı gençlerin eylemleri sadece başörtüsü yasağı ile sınırlı kalmadı. Ayrıca Rusya’nın, Afganistan’ı işgali, Azerbaycan’ın işgali, Salman Rüşdi’nin “ Şeytan Aletleri” kitabını yayımlaması, Bosna-Hersek sorununa karşı çıkmalarını da getirdi.

İslamcı gençliğin toplumsal kökenlerinde, muhafazakar, çeşitli tarikatlarla ilişkileri olan, taşradan kente göç etmiş aile çevresinden gelen gençlerin etkili olduğu görülmektedir. İslamcı gruplar arasında ailenin çocuklarının bulunması da, bu gençliğin toplumsal kökenini belirtmektedir. İslami yayınların da gençlerin kimliklerinin netleşmesinde önemli rol oynamıştır.

Gençliğin Türkiye’de etkilendiği isimlerde önemlidir. Bunlar Ali Bulaç, Abdurrahman Dilipak, Fethullah Gülen, Esad Çoşan, Said-i Nursi, Salih Mirzabeyoğlu’dur .

Günümüzde İslamcı gençlik artık Türkiye’de en kaliteli eğitim verildiği İstanbul Boğaziçi, Ankara ÖDTÜ gibi seçkin üniversitelerde okumaktadır. İslami gençlik içinde ılımlı ve radikal unsurların da bulunduğu bilinmektedir.

İslami Hareketin İdeolojisi, Amaçları ve Yöntemleri

Bir öğreti olarak İslamiyet’in temelinde, “tevhid” ( birlik) ilkesi yer almaktadır. Bu yüzden İslam, yalnızca bir inançlar bütünü değil, bir “nizamdır”. İlk Müslümanlar daha ilk andan itibaren hem dini, hem siyasi bir topluluk oldular. Onları yöneten peygamberdir. Dolayısıyla din ve siyaset özdeşleşmiştir. İslam’da siyasi yapının bütün düzenlemelerinde bütün güç Allah’tır. İslam’ın ikinci kaynağı peygamber sünneti, yani onun söz ve eylemleridir. Yine İslam’da icma (uzlaşma) kurumu da önemlidir. İcma İslam yorumcularının Kur’an ve hadislerde ters düşmeyecek biçimde uzlaşmasıdır.

İslamcılara göre devlet iki şekilde değerlendirilmektedir.

1.İslam dini bir inanç ve ibadet sistemidir, ama aynı zamanda bir devlet düzenidir.

2.İslam’da devlet olmasına gerek yoktur.

Devletin amacı, sadece toplum içinde güvenliği sağlamak, ülkenin sınırlarını korumak ve halkın gereksinmeleri sağlamak değildir. İslami devletin görevi, insanların yaşamını güvence altına almak, namazın kılınması, zekatın en yararlı şekilde verilmesi, Allah’ın ve peygamberin iyilik olarak kabul ettikleri tüm iyilik ve güzellikleri yeryüzünde uygulamaktadır.

Devletin zorluğundan söz edenlerin dayanak noktalarından biride Hz. Muhammed’in hem peygamber, hem de hükümdar olduğu iddiasıdır. Ayrıca Müslüman olup da dönenlere veya İslam’ın gereklerini yerine getirmeyenlere yaptırımların veya cezaların uygulanması devlet aygıtının varlığından geçmektedir. Örneğin hırsızlık yapanların ellerinin kesilmesi yaptırımı bu durumu açıkça gösterir.

Özetle İslam’ın devlet olması gereğinden söz edenlere göre İslam, dini otorite siyasi otoriteyi birleştirmiştir. Peygamberde aynı zamanda devlet kurucusu ve hükümet reisidir. Müslümanların halife önderliğinde İslam’ı yaymaları da devletin önemini belirtir.

İslam’da devleti savunmayanlar ise, İslam’da Kuran ve hadislere dayanan bir devlet şekli ve yapısı yoktur demektedirler ve peygamberliğin hükümdarlıktan- devlet başkanlığından tamamıyla ayrı bir iş olduğunu savunurlar. Bu düşünceye göre, peygamberler sadece dine davet eden bir elçidir ve bu durum devlet kurma hırsından tamamıyla uzaktır. Hz. Muhammed’in bir ülkesi veya devleti yoktur ve o, siyasi anlamda bir devlet kurmaya çalışmayıp sadece dini tebliğ etmek amacındadır. Kaldı ki peygamberin kendisi Medine devrinde bile “devlet” veya “devlet başkanı” gibi sıfatları kullanmamıştır.

Alternatif Bir Toplum Projesi Olarak Medine Projesi

Ali Bulaç tarafından tartışmaya açılan bu proje “ Çoğulcu İslam Model” olarak adlandırılmaktadır. Medine Vesikası Hz. Muhammedin Medine’ye hicret etmelerinden kısa bir süre sonra Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler arasında 622 yılında imzalandı.

Bu proje çok hukukluluğu savunmasına, temel aldığı İslam anlayışı olduğu için diğer inanç gruplarıyla uzun vadede yürüyemeyeceği tartışılmıştır.

İslam Sistemi Kurma Yöntemleri

Daru’l-Harp ve Daru’l İslam, İslami sistemleri kurmada gündeme gelmiştir. Daru’l İslam’da devletin siyasi, iktisadi ve hukuki düzeni İslami kurallara göredir. Yasama, yürütme, yargı yetkileri Müslüman otoritelerin elindedir. Daru’l harpte ise, bu düzen ve yetkiler ya tümüyle yoktur veya bir dereceye kadar eksiktir.

Türkiye’de en yaygın olan mezhepler Hanefi ve Şafi mezheplerine göre Daru’l- Harp sayılması mümkün değildir. Çünkü Türkiye’de Daru’l İslam savunanlara göre ülkede İslam eğitimi uygulanmakta, Kuran kurslarından, üniversitedeki İlahiyat fakültelerine kadar, din eğitimi verilmektedir.

Türkiye’de Daru’ı –Harp’dır tezini savunanlar ise devlet denetiminde verilen din eğitiminin gerçek İslam’la uzaktan yakından ilgisinin olmadığını belirtirler.

İslam’da ayrıca, sistemi oluşturmak için tebliğ ve cihat vardır. Mümaşat yapmak dini propaganda etmek, tebliğ görevini yerine getirmektir. Mümaşat, barış içinde birlikte yürümedir. Gerekli güç elde edinceye kadar bu yol seçilir. İslam’ın ilk dönemlerinde Mekke döneminde bu yol seçilmiştir. Cihat kavramı, öncelikle akla din uğruna silahlı mücadeleyi getirmektedir. Cihat, günümüzde yorumlanış şekliyle, Allah yolunda savaşmak, çaba harcamaktır.

Cihat’ın İslam siyasetine taşıdığı anlam şöyledir;

1.Genel tanım: Allah yolunda ve din uğrunda kutsal savaş

2.İslam hukukundaki tanımı: Kafirlerle savaşmak, onları öldürmek, onların ellerinden mallarını almak, yağmalamak, tapınaklarını yıkmak, putları kırmak.

3.Allah ve din uğrunda manevi savaş: Her türlü şeytan oyununa karşı uyanık olmak, ödün vermemek, şeytanı savaşta yenmek .

İktidarı Elde Etme Stratejileri

1.Aşağıdan Yukarıya İslamileştirme: Evrimci bir çizgi olup MNP-MSP-RP geleneği tarafından benimsenmiştir. Bu çizgi seçim yoluyla iktidarı ele geçirmek ve rejimin izin verdiği ölçüde devlet ve toplumu İslamileştirme stratejisidir.

2.Yukarıdan Aşağıya İslamileştirme: İran örneğinde olduğu gibi devrimci yöntemler ile iktidarı alma anlayışıdır. Radikal-İslamcı gruplar yani İBDA-C, Hizbullah vb. gibi gruplar bu anlayıştadır.

Sivil Bürokraside Örgütlenme

İslami hareket gerek CHP-MSP koalisyonun da gerekse 1. Ve 2. MC hükümetlerinde sivil bürokraside ciddi bir örgütlenmeye gitmiştir. Ayrıca Özal döneminde bu kadrolaşmalar sürdürülmüştür. Bu örgütlenmelerin en yoğun olduğu yerler Milli Eğitim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığıdır. Yine 12 Eylül yönetiminin de resmi ideolojileri durumuna gelen Türk-İslam Sentezi de İslamcıların kadrolaşmasını kolaylaştırmıştır. Yine tarikatların şirketleşmesi, gazete, TV, pazarlama, sağlık, eğitim, sektörüne de girmesi İslamcıları daha da güçlendirmiştir.

Ordu İçerisinde Örgütlenme

İslamcıların orduya sızma girişimleri 1960 yılının ilk aylarına dayandırabilir. Bu dönemde Said-i Nursi’ye ait bol miktarda kitap ve risale askere liselere ve Harp Okullarına sokulmaya çalışılmıştır.

MSP’nin 1970’lerde koalisyon ortağı olduğu süre içerisinde imam-hatip mezunlarının askeri okullara alınabilmesi için mücadele edilmiş, fakat önemli bir başarı elde edilememiştir. RP ise ordu ile ilişkisini sıcak tutmak istemektedir. Emekli subayların partiye katılmaları “ordu bize karşı değil” anlamı taşımaktadır. Yine MSP, 12 Ekim 1975’de yapılan ara seçimlerde ordu ile yakınlaşma sağlama saikiyle Ankara’dan üç emekli generali arka arkaya listeye koydu.

Orduya sızma konusunda en etki gösteren grup Fettullahçılardır. Kurdukları eğitim kurumları dışında, üniversitelere ve askeri okullara da öğrenci yetiştirmeye çalışmaktadırlar. Fetullahçıların askeri okullara sızdıkları Nokta dergisinin Aralık 1986 tarihli bir sayısında açıklandı. Bu haberden sonra Kuleli Askeri Lisesinden 33, Bursa Işıklar Askeri Lisesinden 16, İzmir Maltepe Askeri Lisesinden de 17 öğrenci Fetullahçılarla ilişkileri olduğu için okuldan atıldı. Ayrıca Nakşibendiler özellikle astsubaylar üzerinde, Nurcular ise askeri okullara sızma şeklinde etkili olmaya çalışmışlardır.

İslamcıların askeri okullara sızma girişimlerinin bir ölçüde başarılı olduğu daha sonraki yıllarda ordudan sık sık subay ve astsubayların atılmalarından da anlaşılmaktadır. Örneğin 1988 Ağustosunda Hava Kuvvetlerine görevli ve 30 Astsubay “irticai faaliyetlere katıldıkları” gerekçesi ile ordudan ihraç edildiler. İslamcıların orduya sızma yöntemlerinden biri de, Türk Silahlı Kuvvetlerine sözleşmeli olarak alınan uzman çavuşluk kurumundan yaralanmaktadır.

İslamcı düşüncenin orduda albay veya general gibi üst seviyelerdeki rütbelere ulaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. 30’un üstünde emekli albay ve generalin RP’ye katılması bu düşünceyi doğrulamaktadır. Ayrıca 12 Eylül darbesinin planlayıcılarından olan General Hasan Sağlam’ın İslami harekete destek veren İlim Yayma Cemiyetine başkanlık yapması da önemlidir.

Polis İçinde Örgütlenme

İslamcılar önce polis kolejlerine, daha sonra da polis akademisine kendi denetimindekileri yerleştirdiler. İslamcıların polis içindeki kadrolaşma çalışmaları CHP-MSP koalisyonu döneminde başlamış, İçişleri Bakanlığının ellerinde bulunması bu durumu daha da hızlandırmıştır. Fakat asıl etkinliği MC döneminde sağlamıştır.

12 Eylül yönetimi ile birlikte uygulanmaya başlanan, ANAP hükümetlerince de doruğa ulaşan Türk İslam Sentezi, doğrultusunda polis örgütü milliyetçi mukaddesatçıların adeta merkezi durumuna getirildi. Örneğin Polis Akademilerinde görev yapan öğretim üyelerinin önemli bir bölümünün Türk İslam Sentezine bağlı olduğu ve Cumhuriyet rejimini benimsemedikleri bizzat akademide okuyan öğrenciler tarafından belirtilmektedir. Ayrıca kolejlere başvuranlar arasında İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslam Enstitüsü mezunlarının ön sıralarda yer alması dikkat çekicidir.

Yine polis örgütünde İslamcı kadrolaşmayı kanıtlayan önemli bir durum da polisin siyasal yönelimidir. Örneğin o yıldaki seçimlerde Gölbaşı Polis Lojmanlarında oy sıralaması söyle olmuştur.1.Parti BBP, 2.Parti MÇP, 3.Parti RP. Ayrıca polisler arasında en çok okunan gazeteler İslamcı çizgideki Zaman ve Türkiye’dir.

Camiler

Camiler İslam’da, Müslümanların ibadet ettikleri yerdir. Özellikle Avrupa’da Kaplancılar camiler etrafında örgütlenmektedirler. Güney Doğudaki İslamcı örgütler ise birçok camiyi paylaşmışlar, camilerden bazıları “ İlim grubunca” bazıları da “ Menzil grubu” mensuplarınca eleman yetiştirmek için hücre evi olarak kullanılmaktadır. İslamcılar camileri ibadet yeri dışında askeri bir üs olarak da görmektedirler.

SONUÇ YERİNE

Türkiye’de İslamcı hareketin tarihsel gelişim sürecini genel çerçevede değerlendirmeye çalıştık.

Türkiye’de monolitik bir İslamcı hareket oluşmamıştır. Fakat yaptığımız değerlendirme göstermiştir ki, İslamcı hareketin varlığı ve sürekliliğinin temelleri her dönem ve durumda mevcut olduğundan bu hareketin gücü ve etkinliği önemlidir.

Bu noktada Sosyalizm-komünizmin İslam’a karşı mücadele de nasıl bir yol izlemesine bakmak önemlidir.. Bu mücadele uçlarda olmamalıdır. Yani sosyolojik bir vakıa olan İslam olgusunun her durumda görmemezlikten gelip reddetmemek gerekmektedir. Çünkü milyonlarca insanı özellikle de tabanda emekçileri bünyesinde taşıdığı için ( İnanış boyutunda sosyalizm-komünizm de bile ortadan kalkmayacak İslam olgusunun önemi ortadadır) onlarla ekonomik-siyasi vb. gibi konularda anlaşma zemini bulmak bunun içinde ikna ve propaganda faaliyetleri başat olmalıdır. Fakat her durumda İslamcı hareketle ne olursa olsun ittifak, birlik vb. de sosyalistlerin-komünistlerin tavrı olamaz. Örneğin anti-emperyalist mücadele de (İran’da mollaların anti –ABD tutumuna destek olan sosyalistlerin mollalar tarafından çökertildiği unutulmasın ) emperyalizmi yalnızca yayılmacılık gibi görüp, Marksist emperyalizmin bütünlüklü teorisini reddedenlerle program birlikleri İran’da olduğu gibi tabir uygunsa hüsranla sonuçlanacaktır. Ayrıca inisiyatifin, önderliğin İran’da olduğu gibi İslamcılara bırakılması da yıkım demektir.

Bu noktada İslamcı hareketin simgelerinden olan türban konusuna değinmemiz önemli olup mücadelenin netleşmesine de somut bir örnek teşkil edecektir. Her şeyden önce otomatikman şunu rahatlıkla söylemeliyiz. Sosyalistler-komünistler konumu, durumu ne olursa olsun insanların giyim kuşamına karışmamalıdırlar. Eğer Türkiye’de kamu alanlarında resmi giysi bir özellik ve biçim taşıyorsa bu durum Osmanlı’dan bugüne taşınan Batıdan alınarak gelenekselleşmiş bir şekle bürünmüştür. Yani sarık, fes, şapka, cüppe vb. bir dönemde başat giysi olmuş başka bir dönemde tamamen başatlığını yitirmiştir. Yani giysi seçimi birilerinin ( İslamcılar ve laikler) kendi inisiyatifleri veya istekleri ile değil tarihsel saiklerle hayata geçmiştir. Dolayısıyla kamu alanında resmi giysi seçiminde bugün örneğin kravat takılma zorunluluğu veya kadınlarda başörtüsü ( Türban )takmama zorunluluğu tarihsel bir olaydır, yoksa kravatın veya türbanın giysi olarak önemi veya önemsizliğinden albenisinden değildir. Pekala, bugün tarihsel süreçte fes, sarık vb. uygun giysi olsaydı resmi giysi olması mümkündü veya başka giysilerin ( yeni giysi anlamında ) her durumda ortaya çıkması ve resmi giysi olması mümkündür.

giysi seçimi bireysel ve estetik bir seçimdir. Türban konusuna devam edersek, unutmayalım eğer tek kişi bile olsa türban takma nedenini siyasi tercih değil de ( Ayrıca siyasi tercih her durumda yanlış olarak değerlendirilemez) bireysel, estetik tercih sonucu taktığını “İspatlarsa” türbanın siyasi bir simge olduğu “Efsanesi” çöker. Örneğin sosyalist bir kadın türban taktığında bu onun bireysel, estetik bir tercihimi okuyucu karar versin. Dolayısıyla sosyalistler-komünistler için giysi seçimi bireysel, estetik seçim olmasından dolayı pek önem arz etmez, esas önemli olan insanların bütünlüklü olarak yaşama nasıl baktıkları, nasıl düşündükleri yani biçim değil ( Biçimi de yok saymadan ) özdür. Yani kafalarının içinde ne taşıdıklarıdır.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.