Bu konuya değinmeden önce; bu konuda yapılacak ayrıntılı açıklamaları dinlemek ve neler yapılacağını görmek için bekledim. Ancak en azından bugüne kadar boşuna beklediğimi gördüm.
Bu konuya girmeden önce çocukluk yıllarımda yaşadığım bir anımı anlatmak istiyorum.
Daha önce de söylediğim gibi çocukluğum köyde geçti.
Köyümüzdeki öğretmenler dışında herkes, tarım ve hayvancılıkla geçinirdi.
Başka geçim kaynağı yoktu çünkü.
Bu yüzden bakkal, berber ve terzi bile ek iş olarak tarım veya hayvancılıkla uğraşırdı.
O dönemde hayvanlar, zor doğa koşullarında beslenirdi. Kimi zaman hayvanlar, bir taşlık alandan veya bir uçurumdan aşağıya düşüp ve ayağı kırılınca, aileye ve sürüye yük olmasın diye kesilirdi. Eti satmak için kasap, saklamak için buzdolabı da olmadığı için olsa gerek kesilen hayvanın eti o gün tüketilirdi. Et kesinlikle satılmaz, konu komşuyla hep birlikte yenirdi.
Hiç unutmam, genellikle boş konuştuğunu büyüdükçe daha iyi anladığım iyi niyetli bir komşumuz vardı.
Her hayvan kesme olayından sonra;
-Hey komşular, falanın koyunu yardan uçmuş, “ah, vah! diyelim etinden biz de yiyelim” diyerek kendince espri yapardı.
Uludere Olayı sonrası takınılan tavırları, yapılan açıklamaları, yazılan yazıları ve söylenen sözleri görünce nedense o komşumuz gözlerimiz önüne geldi.
Konuşanların neredeyse tamamına yakını; ya hükümete, ya orduya, ya o yörede yaşayan halka, ya siyasi rakiplerine yükleniyor. Söylenenlere bakınca da; birkaç taraftar kazanabilmek için söylenen daha çok günü kurtarmaya yönelik keskin cümleler.
Tıpkı birkaç lokma et yiyebilmek için espri yapan rahmetli komşumuz gibi.
Ölünün ardından konuşmanın şık bir davranış olmadığını biliyorum ama günümüze uyduğu için olsa gerek komşumuzu anmadan geçemedim. Komşumuzun adını, çocuklarını ve torunlarını belki incitebilirim diye yazmamayı uygun gördüm.
Çok sevdiğim o komşumuzu, rahmetle anıyorum. Kendince espriler yapan, topluma bir zararı dokunmadan aramızdan ayrılan komşumuzu, cennetten bir yerlerde olması dileğiyle rahat bırakıyorum.
Uludere’de neler olmuştur?
Bu sorunun yanıtını toplum olarak bir an önce öğrenmemiz gerekiyor. “Havanda su dövmek” deyimine örnek olacak boş konuşmalar yerine iktidarıyla, muhalefetiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla el ele vererek bu olay, bir an önce aydınlatılmalıdır.
Her partiden, yıpranmamış ve iyi niyetli olduğundan hiç kimsenin kuşku duymayacağı yüzlerden oluşan bir heyet oluşturulmalı ve olay bir an önce açıklığa kavuşturulmalıdır. Gerekiyorsa uluslararası kuruluşlardan da katkı alınmalıdır.
Olay aydınlatıldıktan hemen sonra da; o yöreye yönelik kalıcı önlemler alınmalıdır. Bülent Ecevit’in 1970li yıllarda gündeme getirdiği “Köy-Kent” projesini çağımıza uyarlamak başta olmak üzere kalıcı birtakım önlemler alınmadığı sürece bu tür olaylar hep olacaktır çünkü.
Terörü önlemek için köyler, mezralar boşaltılabiliyorsa Köy-Kent projesi için neden boşaltılmasın?
Kaçakçılık ve terör, o yöre için kader olmaktan bir an önce çıkarılmalıdır.
İşi gücü olan biri kaçakçılık yapar mı, dağa çıkar mı?
“Ölenler kaçakçıydı” diyorsak ve o yörede yaşayanların kaçakçılık yaparak yaşamlarını sürdürmelerini meşru hale getirmek istiyorsak da sınıra yakın belli noktalarda kimlik kontrolleri ve geçiş izinleriyle, bir düzenleme yapmak zorundayız.
Bu sorun, öyle tazminat ödemekle falan halledilecek kadar kolay bir sorun değildir. Canın bedeli olmaz çünkü.
Ölen birisi için verilecek en değerli tazminat, kalanları için sağlanan yaşam güvencesi değil mi?
Ölenlerin ardından kin kusmak veya methiye düzmek huyumuzdan bir an önce vazgeçmeliyiz. Bunun yerine yeni ölümlerin olmaması için önlemler almalıyız. Amacımız hiç kimsenin ölmemesi olmalı.
Çünkü her ölüm; geride kalanlarda bıraktığı acıların yanında öldürülecek insan sayısının artmasına da hizmet ediyor.
Acılar kine dönüşünce kurşun adres sormuyor artık.
Öldürülen her terörist, terör örgütüne yeni yandaş kazandırmaya katkı sağlıyor. Katılan her yandaş da bir an önce birilerini öldürebilmek için fırsat kolluyor.
Çünkü o yandaş, yıllarca “kan davası” kültürüyle besleniyor.
Yanı başında en yakın arkadaşı şehit edilen 20 yaşındaki asker de, komutanları istese de istemese de öldürmekten başka bir şey düşünmüyor, düşünemiyor.
Daha düne kadar “Karakollara baskın yapanlar, sınırdan geçerken neden görüntülenmedi? Neden imha edilmedi? Askerlerin bu konuda ihmali ve zaafı var” diyerek askerlerimizi suçladığımız için de Uludere olayı gibi olaylar kaçınılmaz oluyor.
Benim yazılarımı; ancak yüzlerce kişi okuduğu halde yazdıklarımın birilerini incitmemesi, veya kışkırtmaması için özen gösterirken, yazdıklarını binlerce kişinin okuduğu bilen yazarlar ve söylediklerini milyonlarca kişinin dinlediğini bilen birileri neden dikkatli olmuyor acaba?
Ölçüsüz konuşmalardan sonra; bombalama emrini veren veya bombalayan biri çıksa ve “Birileri tarafından öldürülme veya suçlanma korkusu nedeniyle kim olduğunu bilmediğim başka birilerinin öldürmesi kararını verdim” dese ne diyeceğiz?
Öldürmeye-ölmeye yönlendirmek veya ölmek-öldürmek çözüm mü?
O bölgedeki sorun; ölmeyle ve öldürmeyle çözülecek bir sorun olsaydı şimdiye kadar çoktan çözülmüş olurdu. Bir ilimizin ortalama nüfusu kadar insan ölmedi mi?
Öyleyse bu sorun neden çözülmüyor?
Şike yasası için maaş zammı için hemen çözüm üretiverenlerin bu konuyu çözmek için dağarcıklarında neden bir şey yok?
Neden siyasi parti liderleri, seçim dönemlerinde bu konuyu nasıl çözeceklerini anlatmazlar? Ya da biz, ne yapacaklarını sorgulayarak oy vermeyiz?
Siz bir cana kıydınız mı? Ben kıydım.
Otomobil kullanmaya başladığım ilk yıllarda Antalya’dan Mersin’e dönüyordum. O yoldan gidenler, olağanüstü virajların çokluğunu da bilir. Gece yolculuğu da yaparak virajlardan kurtulduğum bir zamanda sabahın ilk ışıltısı hissediliyordu.
Yolların virajsız olmasının da verdiği rahatlıkla hızımı arttırdığım bir anda, yolun kıyısında bulduğu şeyleri yiyen bir civcivi gördüm.
Civcivi ezmemek için; direksiyonu kıvırdım ve var gücümle frene basıp durdum ama paniğe kapılan civciv, tekerleği çevirdiğim yöne yöneldiği için ezilerek ölmüş.
Aradan 18 yıl geçmesine karşın ne zaman oradan geçsem, ne zaman ölmüş bir civciv görsem, ne zaman aklıma bu olay gelse gözyaşlarımı tutamam. Şu anda olduğu gibi.
Peki, sizin hiç yakınınız öldürüldü mü? Benim kardeşim öldürüldü. Hem 17 yaşındayken, hem de arkasından kurşunlanarak öldürüldü.
Yaşamının en verimli çağında, okulunun en başarılı öğrencilerinden biriyken, gencecik bir halk ozanıyken acımadan öldürdüler.
Yunus Emre’nin deyimiyle genç yaşında “Göğ ekini biçer gibi” biçtiler kardeşimi.
Aradan 34 yıl geçmesine karşın acısı hala içimizde. Türküleri dilimizde, ezgileri telimizde, bağlaması elimizde, bağlamalarımızda eli olsa da yokluğu yüreğimizde hep kızıl bir tomurcuk gibi kanıyor. “Ateş düştüğü yeri yakar” ya aynen bu da öyle.
Hepimiz, farklı zamanlarda, farklı nedenlerle eceliyle veya kazayla ölen birilerinin acısını yaşadık.
Ancak öldürülen birinin acısını yaşamak, ölümü tercih edecek kadar dayanılmaz.
Binlerce insanımız öldü. Artık yeter!
Kimsenin kimseyi öldürmediği, evlat acılarının da kardeş acılarının da yaşanmayacağı günlerde buluşmak umuduyla hoşça kalın.(03.06.2012)