2024-05-21 16:42:54

Belki boynu kırık ama başı halen dimdik: Altındağ’ın altın saçlı çocuğu, Necdet…

Cengiz Gültekin

21 Mayıs 2024, 16:42

Katıldığım bir panelde Terörle Mücadele birimlerinin siyasal İslamcı militanlara uyguladıkları işkence yöntemlerinden birini şaşkınlıkla dinlemiştim. Devletin tutsağı olan bu şahıslara karşı uygulanan işkence faslının birinci aşamasını onların inancına saldırı oluşturuyormuş. İşkence ile görevli olan devlet memuru işkencenin birinci aşamasında sadece tek bir amaç için işkence yapıyormuş tutsağına ve tek bir talebi oluyormuş ondan: Allaha küfret!

Tutsak militan dayanamaz ve ondan isteneni yerine getirirse örgütsel çözülme de ardından hızla geliyormuş. İşkenceye dayanamayarak inandığı en büyük değere küfreden takva bu durumu aşamıyor ve bütün değerler sistemi altüst oluyormuş. Artık her şey onun için anlamını yitiriyor, Allah tarafından sınandığını ve bu sınavı başarıyla geçemediğini düşünerek bütün iradesini işkencecilere teslim ediyormuş.

Darbecilerin idam cezasıyla esas muratları da devlete başkaldırmış olanları cezalandırmanın yanında onları inançlarından soymak ve teslim almaktı. Bundandır ki darbenin üzerinden daha bir ay geçmeden idam cezalarını uygulamaya başladılar ve ilk üç ay içinde üç devrimciyi idam ettiler. Necdet Adalı 12 Eylül darbesinin ilk idamıydı. Darbenin yirmi altıncı gününde idam edildi. Darbecilere ilk yenilgiyi, Ulucanlar Cezaevi’nin karakavak ağacının altından o tattırdı…

12 Eylül darbesinin ve Necdet’in aramızdan koparılışının 38. yılı. Yaşasaydı 60 yaşını bitirmiş olacaktı. Ama o bize halen 38 yıl öncesinden, yirmili yaşların gülen gözleriyle bakıyor.

Necdet, 22 Ağustos 1958 Ankara doğumlu. Aslen, Trakya göçmeni olan Adalı ailesi Eskişehir nüfusuna kayıtlı. Necdet’in çocukluğunun geçtiği yer ise, Altındağ ilçesinin Ziraat Mahallesi. Yani Altındağ’ın, devrimcilikle tanışıp iyice bıçkınlaşan “bebelerinden” biri Necdet.

12 Mart’ın suskunluğuna gömülmüş olan toplumsal muhalefet 1970’li yılların ortalarına doğru tekrar hareketlenmeye başlıyordu. Türkiye’nin ilk ve en büyük varoşu olarak kabul edilen Altındağ semti de işte bu yeniden uyanan toplumsal muhalefetin merkezlerinden biriydi. Faşist hareketin etkin olduğu Dışkapı Öğrenci Yurdu, Ziraat Fakültesi, Veterinerlik Fakültesi, Subayevleri ve Aydınlıkevler hilalinin tam ortasında yer alan Altındağ, bu jeopolitik konumundan kaynaklı olarak faşist hareketin sistemli saldırılarına maruz kalıyordu.

Necdet, atılganlığı ve cesaretiyle kısa sürede, yükselen anti-faşist mücadelenin en önünde yer almaya başlamıştı. Bölgede yaşanan hemen hemen bütün anti-faşist eylemlerde görev almaya başladı. Bu yoğun antifaşist pratik zaman zaman ilginç olaylara da sahne oluyordu. Bu yaşananlardan bir tanesini Kenan Yıldırım şöyle anlatıyor:

Bir gün okul çıkışında bizi takip eden Ülkü-Bir üyesi bir grup kişi bize saldırdı bizi iyi bir dövdüler. Tabii o can havliyle biz doğru Halkevi’ne kaçtık. Dedik böyle böyle, bizi dövdüler. Oradaki arkadaşlar da bize gösterin onları dediler. Ertesi gün oldu. İşte aralarında Aslan Törer, Necdet Adalı’nın da bulunduğu bir grup arkadaş bizim okulun önüne geldiler. Bir süre sonra Ülkü-Bir üyesi bu grupla bizim arkadaşlar arasında bir kavga çıktı. Ancak etraftan gelenlerle birlikte faşistlerin sayısı artınca Necdet korkutmak amacıyla belinden bir tabanca çıkardı ve birinin kafasına vurdu. Ancak çıkardığı tabanca birden ortadan ikiye ayrıldı. Meğer Necdet’in çıkardığı tabanca plastik tabancaymış. O heyecanla faşistin kafasına vurunca da tabanca kırıldı tabi. Sonrasında çok gülmüştük bu olaya.

‘77 yılında faşist saldırılar yoğunlaşmıştı. Ankara’da da antifaşist mücadele kıyasıya sürüyor, semt semt, mahalle mahalle çatışmalar yaşanıyordu. Başkent, devlet destekli faşist saldırılara karşı devrimci güçlerin yoğun direnişine sahne oluyordu. İşte bu yoğun atmosfer içinde ’77 yılının 8 Ağustos günü saat 04.00 sularında Örnek Mahallesi, Sosyal Meskenler Sokak B/2 Blok 3’e 3 numaralı ev bir polis operasyonuyla basıldı ve aralarında Necdet Adalı ve Kemal Ergin’in bulunduğu dört kişi gözaltına alındı.

Necdet Adalı ve Kemal Ergin 12 Ağustos 1977 günü tutuklandılar. Tutuklanma gerekçeleri 10 Temmuz 1977 günü İsmetpaşa Mahallesi Uzunyol’da bulunan Güneyli Kıraathanesi’nde yaşanan bir olaydı. Kimliği belirsiz kişiler tarafından gerçekleşen olayda iki kişi ölmüş, bir kişi ise yaralanmıştı. Ölenlerden TRT’de görevli Sıtkı Aydın’ın MİT mensubu olduğu ve Altındağ’da yaşanan faşist saldırıları organize ettiği biliniyordu. İşte böylece ’77 yılının yaz sonunda Necdet’in mahpusluk günleri başlamış oldu. Üç ayrı davadan yargılanıyordu Necdet ve Kemal. Avukatı Mehdi Bektaş o süreci şöyle anlatıyor:

Bu olay bize intikal ettiğinde biz işin niteliğini bilmiyorduk. Cezaevine görüşe gittik, cezaevinde şimdi anımsadığım kadarıyla Kemal Ergin’le, Necdet Adalı’yla ve diğer tutuklu olan arkadaşlarla görüştük, dedik ki olay nedir, bunu bize el yazması bir metin olarak yazın verin. Bunlar o şekilde verdi. Sonra oradan şu ortaya çıktı: Bir otomobil gasp edilmiş, bu otomobille İsmetpaşa Semti’ne gelinmiş. Orada, Güneyli Kıraathanesi’nde akşam saat 21.00 sularında iki kişinin öldüğü bir kişinin yaralandığı bir olay gerçekleşmiş. Bu olaylardan dolayı, otomobil gasp etmek, otomobil sürücüsünün hürriyetini tehdit etmek, silah bulundurmak ve adam öldürmek iddiasıyla soruşturma başlatılmış.

Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda bir devrimci için cezaevinde bulunmak dayanılmaz bir işkenceydi. Necdet ve Kemal de bu düşüncedeydiler ve bir fırsatını bularak tutsaklıktan kurtulmak istiyorlardı. Kısa bir süre içinde bütün planlarını yaptılar ve kaçma eylemini gerçekleştirdiler. Tarih 2 Temmuz 1978’di. Ancak yaşanan birtakım talihsizlik sonucu sadece Kemal Ergin cezaevinden firar edebildi. Kaçma girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Necdet’te büyük bir üzüntü yarattı. Kendini dışarıya, oradaki mücadeleye hazırlamıştı. Bu kaçma girişiminden bir süre sonra, devrimci tutsaklarla adli mahkûmlar arasında yaşanan bir olaydan ötürü Necdet kısa süreliğine Bitlis Cezaevi’ne sürgün edildi.

Ali Başkaraağaç:

Adli mahkûmlar içerisinde kumar oynama, esrar içme ve daha farklı işler olduğu için biz bunlara da müdahale etme durumundaydık ve müdahale ettik. Bu durum üzerine adli mahkûmlarla aramızda bir çatışma yaşandı. Bu çatışma sonrasında bir kısım arkadaşımız sürgün edildi. Bunların arasında Necdet de vardı. Necdet kapı altında, gardiyanlar tarafından başına çuval geçirilip, dövülerek ve ciddi anlamda işkence yapılarak Bitlis cezaevine sürgün edildi.

Necdet sürgünde kaldığı bütün süreyi, Bitlis Cezaevinde tek başına bir hücrede geçirdi. O süreci Avukatı Mehdi Bektaş’a şöyle anlatıyor:

Abi, kendimi bir kutuya konmuş gibi hissediyordum. Türkiye bir kutu, onun içinde Bitlis daha küçük bir kutu, cezaevi daha küçüğü ve en küçüğü olan hücremde ben tek başınayım.

Necdet, Bitlis sürgününden sonra Mamak Cezaevi’ne getirildi. Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askeri Mahkemesi 2 Ekim 1979’da Necdet’e idam cezası verdi. Verilen cezaya Hâkim Üstün Günsan şerh koydu. Necdet bu tarihten itibaren tecride kondu ve idam edildiği tarihe kadar tecritten çıkarılmadı.

Necdet ve Erdal

Cezaevinin bir diğer idamlığı Erdal Eren, Necdet ile aynı tecrit koğuşunda tutuluyordu. Kaderleri aynı olan bu iki genç devrimcinin arkadaşlıkları da işte bu koşullarda derinleşti. O dönemin tanıkları onları sürekli birlikte hatırlıyor. Mamak Cezaevi’nin koşulları Ulucanlar Cezaevi’nden daha sıkıydı. Her şeyden önce Mamak bir askeri cezaeviydi. Cezaevi yönetimi tutsaklara karşı sistematik olarak baskı uyguluyordu. Bu saldırıların en şiddetlilerinden biri 7 Mayıs 1980 tarihinde gerçekleşti. Cezaevi yönetiminin koğuşlara demir ranzaların yerine tahta ranzaların yapılmasına karar vermesiyle başlayan direniş kısa sürede büyüdü ve ciddi bir çatışmaya dönüştü. Koğuşlara yapılan saldırıda gaz bombaları kullanıldı ve mahkûmlara tek tek şiddet uygulandı. Necdet ve Erdal özel olarak seçilerek falakaya yatırıldılar. O günü Hanım Tamer ve Aynur Erkan şöyle anlatıyor:

Hanım Tamer:

O gün geldiler, derhal koğuşları boşaltacaksınız, ranzalar değiştirilecek dediler. Biz derhal tüm koğuşlarda kapıların arkasına ranzaları dizdik ve çıkmayacağımızı söyledik. Bir süre sonra koğuşların içine gaz bombası attılar. Koğuşlarda göz gözü görmez oldu. Boğazımızı, gözlerimizi yaktı. Bir baktık koğuş kapıları açıldı, tabii herkes havalandırmaya doğru koştu. Kadın-erkek bütün Mamak “sakinleri” havalandırmada toplandı. Bir süre sonra tepemizden tazyikli su sıkmaya başladılar. İşte tam o sırada Şuşut denen gardiyan beni gördü, zaten daha önceden de bana takmıştı kafayı ve bana doğru sıkmaya başladı suyu. Bu arada Necdet ta öteki uçtan beni gördü, koşa koşa geldi, üzerime kapaklandı ve beni korumak için tam bir tanker su yedi. Su sıkma faslı bitince Necdet şöyle bir doğruldu ve o gardiyana okkalı bir küfür savurdu. Daha sonrasında tepemizden askerler atladılar havalandırmaya ve hepimize kaba dayak faslı başladı.

Aynur Erkan:

Bu operasyondan sonra, bizim tarafımızdan kırılan camların üzerinden, erkek arkadaşlarımız çırılçıplak soyularak, Necdet en başta, Erdal onun arkasında ve devamında siyasetlerin önde gelen kişilerini sırayla koşturmaya ve koşarken de marş söylemeye zorladılar. Onlar marş söylemediler ama camların üzerinden zorla yürütüldüler. Bu esnada bizim tanıklığımız yapılsın istendi. Orada bile Necdet en önde, o camların üzerinde koştururken bile bize dönüp “kızlar moralinizi bozmayın” deme basiretini gösterebiliyordu.

Ölümün soğuk koynuna mütevazı bir şekilde sokulan bu iki yiğit insanın yoldaşlıkları, yarım kalan Kızıldere türküsünün, hüzünlü ve kahramanca söylenen son nakaratıydı aslında… Yaşamları ardı ardına son bulan bu iki genç devrimciyi birbirlerinden hiç ayırmamak, hep birlikte anmak ve yaşatmak lazım.

Necdet’in cezası 16 Temmuz 1980’de Askeri Yargıtay tarafından onandı. 12 Eylül’den 24 gün sonra, yani 6 Ekim 1980’de Milli Güvenlik Konseyi infazın gerçekleştirilmesine ilişkin kararı aldı ve bir gün sonra Resmi Gazete’de karar yayımlandı. Necdet’in avukatları verilen idam cezasının meclis tarafından onanması gerektiğini, hâlihazırda meclis kapalıyken bu kararı konseyin almasının hukuksuzluk olduğunu anlatan bir dilekçe verdiler. Ancak son anda gerçekleştirilen bu girişim de sonuçsuz kaldı.

12 Eylül’ün 26. günü. Bir ülkeyi karanlığa boğanlar ilk büyük icraatlarını gerçekleştirmek için geldiler Mamak’a. Bütün bir toplumu yeniden hizaya sokmak için, isyancılara verilmesi gereken dersi vermek için geldiler.

Ekrem Erbakan:

Gece geldiler “Necdet hazırlan” dediler. Bir manga asker geldi, başlarında da bir üsteğmen, “Hastaneye gidiyorsun” dedi. “Ben nereye gittiğimi biliyorum” dedi Necdet. Giyindi, ayakkabılarını giydi. Döndü, “arkadaşlar hakkınızı helal edin” dedi ve Kurtuluş’un sloganı olan “Faşizme karşı omuz omuza” sloganını haykırarak gitti aramızdan. Biz donduk kaldık tabi. Ne yapacağımızı bilemedik. İlk defa aramızdan, kader birliği yaptığımız, cezaevini birlikte paylaştığımız bir arkadaşımız, yanımızdan bize dokunarak gidiyor ve biliyoruz ki bu arkadaşımız yarın yok. Karmaşık duygular içerisindeyiz. Hiçbirimiz sabaha kadar uyumadık.

Alıp götürdüler Necdet’i yoldaşlarının arasından. Beklentileri büyüktü. Amaçları sadece bir devrimciyi öldürmek değil, aynı zamanda bir isyanı da bastırmaktı. Bu sebeple yalnızca ölmesi yeterli değildi Necdet’in. Teslim olması da gerekiyordu. Olmadı…

İşini yapmakta tedirgin olan cellat askerler tarafından uyarılmasına rağmen urganı bir türlü Necdet’in boynuna geçiremedi. Başını hafifçe oynatarak, yardımcı oldu celladına Necdet. Geçti boynuna urgan…

Av. Mehdi Bektaş:

Eski cezaevine gidenler bilir, girişte müdürün odası vardır. Orada işte, hâkimler vardı, infaz savcısı vardı, güvenlikten sorumlu jandarma komutanı vardı. O sırada Necdet Adalı’yı getirdiler. Necdet Adalı oturdu, ailesine mektup yazıp yazamayacağını sordu. Yaz dediler. Kağıt kalem verdiler. Mektubu yazdı. Bu arada infaz savcısı “Biraz çabuk ol” dedi, Necdet de “Tabi” dedi. Bir sayfalık bir mektup yazdı. Üzerine idam gömleğini giydirdiler. Hüküm özeti olan bir yaftayı yakasına taktılar. O esnada “Yakası biraz dar olmuş” dedi. O arada şeyi de sordular “İmam ister misin” diye, o da “İstemem” dedi. Götürdüler, işte o cezaevinin girişinde küçük bir avlu vardır. Avluya zaten bir darağacı kurmuşlardı. Bir çelik masa vardı altında. Üstünde de bir sehpa vardı. Çıktı oraya Necdet, bir iki slogan attı. Bu esnada “Sandalyesini çekin” dediler. İdamı gerçekleştirecek olan görevli tereddüt etti. O sırada Necdet kendi sandalyesine tekme attı.

O bir komutan ya da insanüstü yeteneklere sahip bir devrimci değildi, bizlerden biriydi o. Dönemin, yaşamını kavgasına adamış binlerce militanından birisi. Ne fazla, ne de eksik. Onu ölümsüz yapan ve bu toprakların devrim öyküsünün kahramanlarından biri haline getirense; anlık bir zaman dilimi içinde, ezen ile ezileni, zalim ile mazlumu yani emeğin kavgasını tekil bir öznede temsil ederken ebedi varoluşana yürümekte tereddüt etmemesiydi. Onun gözlerine bakmaktan korktular. Çünkü “Hakikatın gözlerine bakmak onları çıldırtır”dı. Necdet bütün insani değerleri taşıyarak çıktı idam sehpasına. O türküsünü söylerken darağacı sustu. Onu idam sehpasına gönderenler sustu. Herkes sustuğunda Necdet konuştu ve kendinden önce gidenlerle buluştu.

***

Necdet Adalı’nın son mektubu:

Sevgili anneciğim ve babacığım,

Sizleri ve ezilen halklar adına mücadeleyi, erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm ama bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamım içersinde hiçbir şahsi çıkar gözetmeden ezilen halklar adına verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve bundan dolayı gurur duyuyorum.

Anneciğim ve babacığım; sizlere kısaca bahsettiğim gibi hiçbir pişmanlık duymuyorum.

Sizlerin de ezilen halklar uğruna verilen mücadelede katledilişimden dolayı üzülmemenizi ve bundan gurur duymanızı bekliyorum.

Ağabeylerime ve ablalarıma da yazmak isterdim; fakat buna olanak yok. Kendilerine çok selamlar. Burada satırlarıma son verirken, hürmetle ellerinizden öperim. Arkadaşlara selam.

Hoşça kalın.

Necdet ADALI

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.