Öğretmenliğin, en zor mesleklerden biri olduğu fikrine hiç kimse karşı çıkmaz. Öğrenmek elbette zor bir iş ama öğretebilmek, hem zor hem de öğreteni çok mutlu kılan bir beceri çünkü.
Buna karşın, ülkemizde herkes, öğrendiği ve bildiği her şeyi kolayca öğretebileceğine inanır. Yumurtanın iyisini bilmek ile yumurtlayabilmek çok farklı şeylerdir oysa.
Bu nedenle, bir ülkeyi yönetenler, eğitim sistemi oluştururken ve öğretmen yetiştirirken, ülkenin koşullarına göre en iyi düzeyi yakalamak için adım atmak zorundadır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu yıllarda, savaşın verdiği yıkım nedeniyle her yönüyle zor durumda kalan yöneticilerimiz, en büyük sıkıntıyı, cehaleti yok edecek eğitim ordusunun oluşmasında yaşıyordu.
O nedenle, öğretmen açığını giderebilmek için neredeyse doğru dürüst okuma-yazması olan herkese bir öğretme görevi vermişti.
Başta, askerliğini çavuş olarak yapanlar olmak üzere bir çok kişinin "Eğitmen" olarak görevlendirilmesi, o günlere denk gelmektedir.
Daha sonraki yıllarda, Öğretmen Okulları ve Köy Enstitülerinin yaygınlaştırılmasıyla öğretmen açığı hızla kapanmaya başlamıştır.
Birkaç yıl sonra, eğitim alanındaki en büyük yanlışımıza imza atılıp Köy Enstitüleri kapatılınca yeniden Öğretmen Okullarınında öğretmen yetiştirmeye dönülmüştür.
Bizlerin okuduğumuz dönemde, ilkokullarda Köy Enstitüsü ve Öğretmen Okulunu bitirenler öğretmenlik yapardı. İlkokul öğretmeni yetiştiren kurum da, İlköğretmen Okullarıydı.
İlköğretmen Okullarına, ilkokuldan sonra gidenler 6, ortaokuldan sonra gidenler de 3 yıl okuyarak öğretmen olurlardı. Daha sonraki yıllarda bu süre, 7 ve 4 olarak belirlendi.
O dönemde, Ortaokul öğretmenleri 3 yıllık Eğitim Enstitülerinde, Lise öğretmenleri de 4 yıllık üniversitelerde okuyup öğretmen olurlardı. 4 yıllık üniversite mezunlarının yetersiz kaldığı okullarda, 3 yıllık Eğitim Enstitüsünü bitirenler de öğretmenlik yapabiliyordu.
Liseyi bitirdiğim yıl, İlköğretmen Okullarının adı, "Öğretmen Liseleri" olarak değiştirildi ve orayı bitirenlerin öğretmen olma hakkı ellerinden alındı.
Bir bakıma İlköğretmen Okullarının yerine geçecek olan, ilk öğrencilerinden biri olduğum 2 Yıllık Eğitim Enstitüleri açıldı. Eğitim alanında, Köy Enstitülerinin kapatılmasından sonraki yaşadığımız ilk geriye gidiş böyle yaşandı. Aynı süreçte, ilkokul öğretmeni yetiştirme işi, İlköğretmen Okullarının yerine, 2 Yıllık Eğitim Enstitülerine bırakıldı çünkü.
2 yıllık Eğitim Enstitülerinin tamamı, Öğretmen Liselerinin bulunduğu binada açıldığı için o okulların deneyimli kadrosunun bizlere de ders vermesi sağlandı.
O denli bilgili öğretmenlerimiz olunca, 18 yaşında bir öğrenci olmama karşın, o dönemlerde bir şeylerin ters gittiğini görebiliyordum. İlkokul ve ortaokuldan sonra Öğretmen Okulu okuyan arkadaşlarımız, lise bitirerek gelen bizlerden, birkaç adım öndeydi çünkü.
O nedenle, o yıllarda "Birileri, eğitimde geri gitmemiz için eğitim sistemimize ayar mı veriyor acaba?" diye düşünmeye başladım.
Bu soru kafamı hep tırmaladığı için aynı yıllarda, "Eğitim Sistemimiz nasıl olmalı?" sorusuna yanıt aramaya da başladım.
Öğretmen Okullarından yetişen, hatta lise mezunu oldukları halde fark derslerini verip öğretmen olanlar bile bizden daha başarılı olurlarken, o kurumların kapatılmasını hala aklım almıyor?
O dönemlerde, öğretmen olan herkes atanabilirken daha sonraki yıllarda öğretmenler neden KPPS sonuçlarına ve son olarak da hem KPPS, hem de mülakat sonuçlarına göre atanmaya başlandı? Yoksa bu işin ucunda, bilmediğimiz bir "Bit yeniği" mi var?
Vekil öğretmenlik, uygulaması o dönemde de vardı. Lise mezunları, okuluna ara vermek zorunda kalan üniversite öğrencileri ve her hangi bir üniversiteyi bitirenler vekil öğretmenlik yapardı. Eksik olan öğretmenlik kadroları, ancak öyle doldurulabiliyordu çünkü.
Bu nedenle ben, eğitim fakültesi dışındaki bölümleri bitirerek öğretmenlik yapanları farklı bir açıdan değerlendireceğim.
Özellikle 12 Eylül Darbesinden sonra, eğitimden başlamak üzere her alana yayılan bozulmalar yaşanmaya başlandı. Bunun temel nedeni, daha çok üniversite, daha çok bölüm açma çabası, daha çok üniversite mezunu ve dolayısıyla üniversite diplomalı daha çok işsiz yaratma sonucunu doğurdu.
Bu işin sonunun, nerelere varacağı ve sonuçlarının nelere yol açacağı hiç düşünülmedi.
Eğitimdeki çöküş bu kadar derin olunca ve eğitim sistemimizdeki eksiklikler nedeniyle; öğretmen gibi öğretmen ve olumlu birer insan olacak öğrenciler yetiştirmek yerine, ezbere dayalı ve sınava dayanıklı çocuklar, daha doğrusu koyun gibi, ot gibi nesiller yetiştirmeye başladık.
Ot gibi ve koyun gibi nesiller yetiştirilirken, ses çıkaramayan toplum, el birliği ile "Eğitimdeki çöküşün nedeni olarak, Ziraat Fakültesi mezunu ve veteriner olanların öğretmen olmasına bağladı. Otun en iyi yetişmesini sağlayan Ziraat Fakültesini bitiren, koyunun en sağlıklı olmasını sağlayan da veteriner olduğu halde ben, onların öğretmen olmasına neden karşı çıktığımızı bir türlü anlayamıyorum.
Atatürk "Ey yükselen yeni nesil, cumhuriyeti biz kurduk. Onu yüceltecek ve yaşatacak olan sizlersiniz" ve "Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır" demişken, eğitimdeki bunca yozlaşmaya başta öğretmenler ve öğretmen sendikalarının temsilcileri, gerekli tepkiyi koyup olması gereken eğitim-öğretim sistemini, hükumete anlatmıyorsa bile halka neden anlatmaz?
Şu anda, okullarımızda; Eğitim Fakültesi bitiren, Fen Edebiyat Fakültesi bitiren ve diğer Fakülteleri bitiren öğretmenler görev yapıyor.
Eğitim Fakültesi bitirenler atandıktan sonra, gereksinim varsa diğer fakülteleri bitirenler de atansa hiç kimse itiraz etmez ama daha yüksek puanlarla girdikleri okullarda, diğer bölümlerden bir yıl daha fazla okuyarak lise Matematik öğretmeni olan gençler atama beklerken pedagojik formasyon alan bölüm mezunları atanınca, ortaya garip bir durum çıkmıyor mu?
O nedenle öncelik, Eğitim Fakültesi bitirenlere sağlanmalıdır. Çünkü artık "Hiç bir şey olamazsan bir öğretmen ol" denilmiyor ve o Eğitim Fakültelerine girenler, diğer bölümlere girenlerden daha çok puanla girebiliyor. Bu yüzden onlara, öncelik verilmesinin yanında kesinlikle kadrolu olarak atanmalarının önü açılmalıdır.
Öğretmenlerin, bitirdikleri okullara göre göreve başlamalarının yanında, statü olarak da farklılıklar var.
Kadrolu öğretmenler, sözleşmeli öğretmenler ve ders ücreti karşılığı çalışan öğretmenler olmak üzere üç farklı öğretmen grubuyla hizmet verilmesini de aklım almıyor.
Böyle bir uygulama yapmak zorunda kalınıyorsa; Eğitim Fakültesi bitirenler kadrolu, bölüm bitirenler sözleşmeli, diğer bölüm mezunları da ders ücreti karşılığı çalıştırılsa, bir bakıma mantıklı olur ama o da yapılmıyor.
Eğitim Fakültesi çıkışlıların tümü atandıktan sonra gerekiyorsa geçmişte fark dersleri vererek ilkokul öğretmenliği yapanlara kazandırılan haklar pedagojik formasyon alanlara da sağlanabilir yani. Böylece, eğitime yön verenlerin hataları nedeniyle, en az 4 yıl ailesine yük olma psikolojisinden etkilenen işsizler ordusuna kattığımız gençlerden, hiç değilse birkaçının önü açılmış olur.
Ancak uygulama, nasıl olursa olsun eğitim personeli kadrolu olmalıdır. Buna karşın sözleşmeli ve ders ücreti karşılığı personel çalıştırmak zorunda kalınıyorsa da, o alanda çalışanlardan hiçbiri Eğitim Fakültesi çıkışlı olmamalıdır.
Eğitim-öğretim gibi çok önemli bir alanda; kadrolu, sözleşmeli ve ders ücreti karşılığı olmak üzere üç ayrı personel grubuyla çalışmak, çok gerekli ve verimliyse neden diğer hizmet alanlarında da -özellikle, belediyeler ve vergi daireleri gibi, yılın belli aylarında iş yoğunluğu yaşanan kurumlarda- aynı sistem uygulanmıyor acaba?(31.12.2010)